Filistin’de Apartheid’ı bitirmek: Devrimci bir strateji örneği

ENTERNASYONAL SOSYALİZM
Tipografi
  • Daha Küçük Küçük Orta Büyük Daha Büyük
  • Varsayılan Helvetica Segoe Georgia Times

Anne Alexander

Tarihi Filistin sınırları içinde yaşayan herkesin hayatını kontrol eden ırkçı sistem, Güney Afrika’daki siyah çoğunluğa uygulanan baskıları anımsatan tutumlar nedeniyle, giderek bir tür “apartheid” olarak anılmaya başlandı.[1] İsrail siyasi sistemine getirilen bu analiz şimdilik yalnızca Filistin’deki hareketler ve dayanışma aktivistleri tarafından kabul görüyor, oysa yakın zamanda ABD’nin liberal İnsan Hakları İzleme örgütü tarafından hazırlanan yüksek profilli bir rapor da bu analizi destekliyor.[2] Analiz, Filistin’in “Ürdün Nehri’nden Akdeniz’e kadar Yahudi egemenliği” rejimi tarafından yönetildiğini söyleyen önde gelen İsrailli insan hakları örgütü B’Tselem tarafından da desteklendi.[3] İnsan Hakları İzleme Örgütü ve B’Tselem’in ileri sürdüğü argümanların temelinde, bölgede tek bir devletin, İsrail devletinin egemenliği elinde bulundurduğu ve Filistinliler ile İsraillileri ulusal kökenlerine göre ayrımcı ve eşitsiz bir tutumla yönettiği kabul ediliyor. Filistinlilere yöneltilen eşitsizliğe dayalı bu muamele, ister İsrail vatandaşı olsunlar ister işgal altındaki toprakların sakinleri olsunlar, her iki durumda da geçerlidir. Dahası, İsrail Devleti yalnızca dini ve etnik terimlerle tanımlanan bir grubun (“Yahudi halkı”) üyelerine tam vatandaşlık hakkı tanıdığı için, Filistinlilerin bu hiyerarşideki yerlerinden kurtulmalarının hiçbir yolu yoktur. [4]

Bu makale iki paradoksu keşfetmeye odaklanacaktır. Birincisi, açık bir ırk hiyerarşisi ideolojisi tarafından meşrulaştırılan bir siyasi sistemin, sömürge düzenlerinin II. Dünya Savaşı’nın ardından sona ermiş olmasına rağmen hayatta kalmayı nasıl başardığı sorusudur. Siyonist aktivistler tarafından münhasıran bir Yahudi devletinin yaratılmasını haklı çıkarmak için seferber edilen, Avrupa’daki Yahudi topluluklarına yönelik antisemit zulüm ve soykırım deneyimi neden bu ideolojiyi baltalayamadı? Soruna yönelik liberal yaklaşımlarından farklı olarak, burada sunulacak olan analiz politik yapılara odaklı kalmayacaktır. Bunun yerine, tarihi Filistin’in ulusal ekonomisinin, daha geniş ölçekte bölgesel ekonomi ve küresel düzeyde kapitalizmin gelişiminin hem siyonist yerleşimci sömürge projesini hem de Filistinlileri günlük olarak baskı altına alan belirli ırkçı kurumları nasıl ayakta tutabildiği inceleniyor. Ve bilhassa da İsrail egemen sınıfının apartheid rejimini sürdürmesini sağlayan başlıca itici gücün, bölgedeki emperyalist rekabetin dinamikleri olduğunu öne süreceğim. Alex Callinicos, Güney Afrika’daki ırk ayrımı rejiminin sadece “salt barbar bir ırk egemenliği biçimi” olmakla kalmayıp, orada “kapitalizmin kendine gelişme alanı yarattığı istisnai bir model” olduğunu belirtmişti.[5] Aynı durum İsrail apartheid’i için de geçerlidir.

Ancak bu tez bizi ikinci bir paradoksu düşünmeye itiyor: Filistin direnişi, bu son derece militarize olmuş devletin ezici baskısı karşısında kendisini nasıl ve neden ayakta tutabiliyor? 18 Mayıs 2021’deki genel grev, Filistin kitle hareketinin baskılara ve tekrarlanan askeri saldırılara rağmen kendisini nasıl yeniden canlandırdığına dair güzel bir örnektir. Bu, hem sürgünde hem de tarihi Filistin’de birbirini izleyen nesiller boyunca kendini tekrar etmiş olan bir süreçtir. Bu makalenin amacı, grevlerin menşeini incelemek ve aynı zamanda bunun neden dünya çapında milyonlarca insana ilham kaynağı olduğunu ve haksızlığa, zulme karşı bir direniş sembolü olarak görülmesinin altında yatan sebepleri anlamak adına Filistin mücadelesinin toplumsal boyutlarına daha detaylı bakabilmektir – ki bunun anlaşılabilmesi, derinlemesine yürütülecek bir incelemeyle mümkündür. Özellikle de direnişin bir kitle hareketi olarak kalıcı olmasını sağlayan, Filistin mücadelesinin toplumsal ve siyasi yönü arasındaki karşılıklı eylemlerin (ve zaman zaman da bu ikisinin kaynaşmasının) yakından incelenmesi gerekir. Nakba’dan bu yana Filistin seferberliğinin yükselişe geçtiği zamanlar sıklıkla bir ulusal kurtuluş ve devletleşme için yürütülen siyasi (ve askeri) mücadelenin bir parçası olarak tasvir ediliyor; yine de yaşanan her önemli gelişmede mücadelenin lokomotifi, sürgündeki Filistinliler ve tarihi Filistin’de yaşayan yoksulların, işçi sınıfının kolektif enerjileriydi.[6]

Ne var ki Filistin işçi sınıfı etnik temizlik yoluyla parçalanmış durumda ve İsrail egemen sınıfı da Filistin emeğinin sömürülmesinden büyük ölçüde bağımsız olan, baskı ve savaş makinelerinin finansmanını sağlayan kaynaklara güveniyor. Bu nedenlerden dolayı, bahsettiğim paradoksların tarihi Filistin’de çoğunluğa kalıcı adalet ve barış getirebilecek tek çözümü, toplumsal devrim süreçlerini bölgesel düzeyde yeniden harekete geçirmektir. Filistin devriminin toplumsal ruhunu büyütme ve genişletme mücadelesi, bölgedeki (özellikle Mısır, Lübnan ve Ürdün’deki) devrimci hareketlerin yeniden inşasıyla paralel gelişim göstermelidir. Bu, ulusal kurtuluş arayışından vazgeçmek ya da ertelemek anlamına gelmez – daha ziyade, bu hedefe ulaşmanın o toplumsal mücadeleyi derinleştirmeye bağlı olduğunu kabul etmek anlamına gelir.

Yeni bir emperyalist düzende yerleşimci-sömürgeci garnizonu

Kurumsal ırkçılık biçimleri her kapitalist toplumda var olsa da, İsrail kadar etnik-dini hiyerarşi ilkelerine göre açıktan faaliyet gösteren çok az sayıda çağdaş devlet vardır. Bunu sömürge döneminin bir mirası olarak görmek kısmi bir açıklama sağlar, ancak İsrail yönetici sınıfının yarattığı apartheid sisteminin nasıl bu kadar uzun süre hayatta kalmayı başardığını açıklayamaz. Burada üzerinde dikkatle durulması gereken, emperyalizmin küresel dinamikleri ile siyonist devlet inşa projesi arasındaki ilişkidir. Tabii ki bu ilişki, İsrail devletinin kuruluşundan önceye dayanmaktadır: İngilizlerin desteği olmasa Filistin’de bir siyonist koloni kurulabilmesi düşünülemezdi.[7] Ancak bu makale, İsrail devletinin ABD tarafından II. Dünya Savaşı sonrası dönemde inşa edilen yeni emperyalist düzene nasıl entegre edildiğine odaklı kalacaktır. Burada özellikle önemli olan, sistem dinamiklerinin İsrail devletine ve ekonomisine büyük miktarda askeri donanım ve finansmanı nasıl yönlendirdiğidir. ABD ve rakipleri arasındaki emperyalist rekabetin gelgitleri, başka yerlerdeki benzer siyasi projelerin çöküşünden çok sonra da İsrail’i yerleşimci-sömürgeci bir toplum olarak ayakta tuttu.

1990’lardan sonra İsrail apartheid’ının yeniden başlatılması sürecinde, çürüyen Sovyetler Birliği’nden gelen büyük göçmen akınının rolünü aşağıda daha ayrıntılı olarak inceleyeceğim. İsrail devletinin kendisine özgü bazı yapılarını besleyen küresel güçler ile tarihi Filistin’deki ırk ayrımı rejiminin politik ekonomisi arasındaki çatışmaların bir örneğidir. Tıpkı 1930’lar ve 1940’larda, ırkçı göç politikalarının Nazi soykırımından kaçan Yahudi mültecilerin İngiltere ve ABD’de güvenlik bulmasını engellemiş olduğu gibi, büyük emperyalist güçler de Orta Doğu’daki hakimiyetlerini sürdürmek için, Yahudi topluluklarının eski Sovyetler Birliği’ndeki ayrımcılık ve zulüm deneyimlerini kullandılar.

Dünya kapitalist sistemi düzeyindeki bu süreçler kendilerini Filistin’deki siyonist projeyi sürdüren kurumlara ve ideolojiye dönüştürmeye devam ediyor çünkü İsrail devletinin kurucuları gösterişli bir darbe yapmayı başardılar. İsrail devleti için ABD egemen sınıfıyla ABD koruması sağlayan uzun süreli bir ortaklık kurdular. Bu koruma, yalnızca başlangıçtaki toprak gaspının ve etnik temizliğin onaylanmasını değil, aynı zamanda ırkçı hükümet sisteminin meşrulaştırılmasını ve sürdürülmesini de içeriyordu. Ha’aretz, 1951’de İsrail’in rolünün kendine özgü doğasını şöyle tanımlar:

İsrail gözcü statüsünde olacak. İsrail’in, ABD ve İngiltere’nin istekleriyle açıkça çelişen Arap ülkelerine karşı saldırgan bir politika üstlenmesinden korkulmuyor. Bununla birlikte, Batılı güçlerin herhangi bir nedenle gözlerini kapatmayı tercih ettikleri anlarda Batı’ya karşı davranışları konusunda izin verilenin ötesine geçen bir veya birkaç komşu devleti cezalandırmak için İsrail’e güvenilebilir.[8]

Beş yıl sonra, İsrail’in Süveyş Kanalı’nı millileştirdiği için milliyetçi lider Cemal Abdül Nasır’ı “cezalandırma” girişimi olan Mısır’a yönelik İngiliz ve Fransız saldırısındaki rolü de bu yaklaşımın ilk büyük sınavıydı. Daha sonra, Haziran 1967 yılındaki Altı Gün Savaşı’nda Mısır ve Suriye güçlerine karşı kazanılan zafer bu ”bekçi devletini” başka bir statüye; Batı emperyalizminin tam teşekküllü küçük ortaklığına taşıdı.

1970’lerde ABD’nin İsrail’e askeri ve ekonomik yardımının büyük ölçüde hızlanması ve o zamandan beri inanılmaz derecede yüksek seviyelerde sürdürülmesi siyonist projenin ekonomi politiğinin merkezinde yer alıyor. Bu devasa yardımlar, askeri harcamaların “yükünü”, daha fazla dış finansman kaynağı çekebilecek bir araca dönüştürdü ve süreç içinde İsrail toplumunun sınıf yapısını temelden şekillendirdi.[9] Ayrıca, aşağıda tartışacağımız gibi, 1990’lardan bu yana İsrail ekonomisinin büyümesinin merkezinde yer alan yüksek teknoloji ve araştırma, yoğun üretim ve hizmetlerdeki patlamanın temelini oluşturmada kilit rol oynadı.

İsrail’in askeri ekonomisi, ABD’nin küresel hakimiyet döneminde bölgede sürdürdüğü daha geniş emperyalist sistemin ayrılmaz bir parçasıdır. İsrail’in diğer bölgesel güçler (ABD’nin öteki müttefikleri de dahil) üzerindeki ”Niteliksel Askeri Üstünlüğü” bu yapıya derinden gömülmüştür. İsrail’in rolünün önemi ve ABD’nin İsrail egemen sınıfını dizginleme ya da zayıf bırakılmış, büyümesi engellenmiş bir Filistin devletinin ortaya çıkmasına izin vermeye zorlama konusundaki isteksizliği, 1990’ların “barış sürecinin” başarısızlığıyla vurgulanıyor. Aslında, 1990’ların sonunda ABD, birbirini izleyen Cumhuriyetçi ve Demokrat yönetimlerini astronomik düzeyde finansman, silah ve teknolojiyi İsrail’e aktarmaya devam etmesini sağlayan 10 yıllık üç Mutabakat Muhtırası’nın (MoU) ilkini başlatmıştı.[10] MoU’daki önemli bir madde, İsrail’in, dünya çapındaki ABD askeri yardım alıcıları arasında benzersiz bir yere taşıyıp, bu yardımı kendi para biriminde harcamasına ve böylece İsrail askeri sanayilerini ABD vergi mükelleflerinin parasıyla etkin bir şekilde güvence altına alınmasına izin verdi.

“Devleti olan ordu”

ABD ordusunun gücü, 2001’den bu yana Irak ve Afganistan’daki başarısız askeri müdahalelerinin sonuçlarıyla eve dönmek zorunda kaldığı gibi, ABD egemen sınıfının Büyük Orta Doğu’daki çıkarlarını güvence altına almak için tek başına yeterli gelmedi.[11] Marksist kuramcı Tony Cliff’in 1945’te yazdığı gibi, emperyalizmin en iyi şekilde “mekanik bir dış iskelet” olarak değil, egemen ülkelerin ekonomisinin ve toplumunun “bedenin her dokusuyla bağlantılı” süreçler kümesi olarak tasarlandığını vurgulamakta fayda var.[12] Cliff bu sözleri yazarken eski sömürgeci güçler (İngiltere ve Fransa) ile Orta Doğu’nun sömürgeleştirilmiş ulusları arasındaki ilişkilere atıfta bulunuyordu, ancak genel nokta bugün halen geçerli. ABD, İsrail ve bölgenin diğer egemen sınıfları arasındaki ilişki birçok ülkedeki devlet kurumları tarafından içselleştirildi. Uzmanların varlığı veya yokluğu, politika elkitaplarının ve direktiflerinin dolaşımı, yardım akışları ve diplomatik değiş tokuşlar yoluyla rahatlıkla hissediliyor. En önemlisi de bu devletlerin askeri ve güvenlik aygıtlarının dokusuna işlemiştir. Askerlerin taşıdığı teçhizatın türü ve kalitesi, önemli subayların eğitim ve kariyer geçmişleri, askeri kurumlar ile devletin geri kalanı arasındaki ilişkiler ve ordunun daha geniş olarak da toplumdaki rolü bir dereceye kadar birbiriyle ilişkilidir.

Orta Doğu’daki ABD üslerinin yoğunlaştığı yerleri not etmek, ABD müttefiklerinin ordularındaki üst düzey subayların kariyer gelişimlerini ABD akademileri aracılığıyla izlemek ve doğrudan sömürge yönetimi döneminden bu yana çok az şeyin değiştiği sonucuna varmak kolaydır. Fakat bu bir hata olur. En önemlisi, sömürgecilik karşıtı devrimlerden bu yana emperyalizmin bölge devletleri içinde “içselleştirilmesi”, yerel sermaye birikimi merkezlerinin ortaya çıkışı ve yerel kapitalist sınıfların yükselişi ile birlikte gerçekleşti. Askeri kurumlar da o dönemin büyük bir bölümünde, kapitalist işletmelerde yönetici, patron ve yatırımcı olarak çeşitli roller oynayan subaylarla birlikte, bölgenin geniş kesimlerinde sermaye birikiminin doğrudan aracıları olarak hareket ettiler. Bu, 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında Friedrich Engels, Lenin ve Karl Liebknecht tarafından tarif edilen, kapitalist devletlerdeki askeri kurumların dolaylı sermaye birikimi temsilcileri olarak oynadığı klasik rolden farklıdır, ancak açıkça onu tamamlar.[13] Kapitalizm altındaki askeri kurumların oynadığı rolün bu modelinde, silahlı kuvvetlerin liderliği daha büyük egemen sınıfın bir parçasıdır ve kapitalist devletin cebri çekirdeğini oluşturur. Birincil rolleri, sermaye birikimi için gerekli koşulların garantörü olmaktır. “Dolaylı” oluşu, ikincil veya daha az önemli olduğu anlamına gelmez; aslında Lenin’in Devlet ve Devrim’de açıkça dile getirdiği gibi, aşağıdan gelen herhangi bir toplumsal devrimin başarılı olması için kapitalist devletin “parçalanması” gerekir, çünkü bu sistem üretenlerin soyulmasının devam etmesi için oluşturulmuş bir aygıttır.[14] Ordunun içerideki “süvari” rolü, devletle ilişkili burjuvazinin çıkarları için aynı derecede önemli olan dış yıkıcı yönünün diğer yüzüdür. Bu, orduyu kapitalist egemen sınıfların küresel topluluğunu oluşturan “savaşçı kardeşler çetesinin” diğer üyeleriyle çatışmaya iter.

İsrail ordusunun devletin hem oluşumunda hem de evrimindeki rolü, bölgedeki komşularıyla pek çok ortak noktaya sahiptir. Genel anlamıyla, son derece militarize edilmiş bir toplum ve ekonomi bölgesinde görülen baskın kalıba uyar. Bölgedeki ekonominin uzun vadeli militarizasyonu (daha doğrusu yönetici sınıfın askeri ve sivil bileşenlerini birbirinden ayırmanın büyük zorluğu), birkaç farklı faktör arasındaki etkileşimlerin sonucudur. Bunlardan ilki, yerli burjuvazinin genel zayıflığıydı (gelişiminin sömürgecilik tarafından engellenmesi ve bozulmasından kaynaklı bir zayıflık).[15] Orta sınıftan ve hatta görece yoksul ailelerden (bazen Suriye’de olduğu gibi dini azınlıklardan) gelen genç subaylar, genellikle modern orta sınıfın en enerjik ve uyumlu bileşenlerinden birini oluşturdular. Bu orta sınıf, sömürgeci güçlerle müttefik olan siyasi rejimleri devirip iktidarı ele geçirerek, gelişmemiş veya zayıf burjuvazinin yerini aldı.[16]

Bölge ekonomisinin ordulaşmasına neden olan ikinci faktör, bölgedeki Küresel Güçler arasında yaşanan yoğun emperyalist rekabetti. Bu, 20. yüzyılın ortalarına kadar devam eden jeostratejik önemini ve akabinde petrol ile gazın küresel ekonomideki merkezi rolünü yansıtıyor.[17] Rekabetin başka bir yönü de üsler, askeri tatbikatlar ve ABD ile Sovyetler Birliği’nin küçük ortaklarına eğitim ve danışman sağlanması şeklinde bölge genelinde geniş bir askeri “ayak izi” geliştirilmiş olmasıydı. Bunlara ek olarak küresel emperyalist güçlerin ve bölgede yükselen egemen sınıflarının askeri kesimlerinin silah ve diğer savunma teknolojilerinin satın alınması ve tüketilmesine yönelik karşılıklı çıkarlarıdır. Orta Doğu’ya yapılan silah sevkiyatları, Büyük Güçlerin askeri-sanayi komplekslerinin kaynak ve finansman konusundaki doymak bilmez iştahlarını haklı çıkaracak bir mekanizma işlevi gördü. Orta Doğu devletleri arasındaki savaşlar giderek daha fazla silah tüketiyordu. Bu gerçek, bölgenin büyük bir bölümünün ekonomileri 1970’lerden itibaren kapitalist modelden daha neoliberal bir modele geçerken, bir kurum olarak ordunun sosyal ve politik ağırlığının neden azalmadığını açıklamaya yardımcı olur.

Ülkenin kuruluşunun şiddetli koşullarının etkisi ile İsrail, hem “devleti olan bir ordu” hem de “ekonomisi olan bir ordu” olmanın bölgesel modeline uyuyor. Siyonist hareketin askeri kurumları, Filistinlilerin büyük çoğunluğunun etnik temizliği yoluyla devletin kurulmasında etkili oldu.[18] Nakba’dan sonra bağımsız İsrail devletinin silahlı kuvvetleri, ABD’den askeri sübvansiyonların alınmasında temel bir rol oynadı. Daha sonra, bugün İsrail ekonomisinin stratejik çekirdeğini oluşturan askeri endüstriler ve hizmetler aracılığıyla bağımsız sermaye birikiminin planlanmasına da yardımcı oldular. 1950’lerde ve 1960’larda bölgedeki devletlerinin yönetimlerini ele geçiren Arap milliyetçisi genç subaylar daha zikzaklı bir yol izlediler —ABD’nin müttefiki olmadan önce çoğu kez Soğuk Savaş süper güçleri arasında salınıyorlardı. Bununla birlikte, genel süreç nispeten benzerdir. Mısır ordusu, tıpkı İsrail’de olduğu gibi neoliberal yeni endüstrileri (örneğin, otomobil imalatı ve elektronik) büyütmeye çalışarak, toprak ele geçirip mülk spekülasyonu yoluyla subay sınıfını zenginleştirmek ve gücünü sağlamlaştırmak, eski devlet varlıklarını (örneğin, Mısır Savunma Bakanlığı tarafından Körfez yatırımcılarını içeren bir konsorsiyumun parçası olarak satın alınan İskenderiye Tersaneleri) sudan ucuza satın almakla geçirdi.[19]

İsrail’in savaşlarda geliştirdiği ileri teknoloji ekonomisi

İsrail’deki bilgi teknolojileri sektörünün yükselişi, emperyalist rekabet dinamiklerinin devletin ırkçı tutumunu sürdürmesini sağlayan kurumlar ve ekonomik süreçlere nasıl girdiğini göstermektedir. İsrail’in kendi verileri, ileri teknoloji endüstrilerinin 1965’te endüstriyel üretimin yüzde 37’sini oluşturduğunu gösteriyor. 1985’te yüzde 58’e, 2006’da ise yüzde 70’e yükseldi. 1990’larda ileri teknoloji ihracatında hızlı bir büyüme görüldü. İhracat hacmi 1991’de 3 milyar dolardan 2000’de 12,3 milyar dolara çıkarak iki katına ulaştı. 2006’da ise 29 milyar dolar ile dört kat yükseldi. Ayrıca, 5,9 milyar dolarlık teknoloji hizmeti de ihraç edildi.[20] Bilgi teknolojisinin hizmet sektöründeki hakimiyeti İsrail ticaret istatistikleriyle de teyit edilmiştir. (Bkz. Tablo 1).

İsrail yönetici sınıfı, yüksek teknoloji endüstrilerinin başarısının gerçek kökenlerini gizleyen çeşitli mitler üretip hikayeler anlatıyor. İsrail’in vurguladığı şekliyle, “girişimci” bir kültürün ya da piyasa işleyişinin sonucu olmaktan uzak olan bu büyük gelişme, devasa ve sürekli yapılanan devlet yatırımlarının sonucuydu. İsrail’in (aynı dönemdeki beyaz Güney Afrikalı kurumlardan farklı olarak) bunu başaracak sermayeyi ve insan kaynağını bulabilmesinin asıl nedeni, Orta Doğu’daki hakimiyetini genişletmek isteyen ABD’nin bu planlarının merkezinde yer almasıydı.

1980’lerin sonlarında başlayıp 1990’lara kadar devam eden eski Sovyetler Birliği’nden gelen büyük göçmen akını da bunda önemli bir rol oynadı. Bu, “Dönüş Yasası” kapsamında bugüne dek yaşanmış en büyük göç dalgasıydı. Bu politika, Yahudi bir ebeveyni, büyükanne veya büyükbabası veya eşi olan herkesin İsrail’e göç etmesine, Yahudi akrabalarının göç durumuna veya hayatta olup olmadıklarına bakılmaksızın derhal İsrail vatandaşlığını talep etmesini sağlıyor.[21] 2018 yılına gelindiğinde, eski Sovyetler Birliği’nden göç edip İsrail’de yaşamaya gelmiş – ve çoğu 1990’dan sonra gelmişti – 1,2 milyon göçmen bulunuyordu.[22] Eski Sovyetler Birliği’nden gelen göçmen işgücü arasında bilim insanları, akademisyenler ve diğer ilgili mesleklerin yüzdesi 69,4 iken, İsrail’in kendi işgücünün oranı sadece yüzde 26,9 idi.[23]

Yirmi yıl içinde, eski Sovyetler Birliği’nden gelen göçmenler ile Ortodoks olmayan Yahudi İsrail nüfusu arasındaki ekonomik uçurum, bu göçmenlerin ortalama ücretinin Yahudi çalışan nüfusun ortalamasına yaklaşmasıyla çarpıcı biçimde daralmıştı.[24] Bu, büyük ölçüde yoksulluk içinde sıkışıp kalan ve eğitime ve daha nitelikli, daha iyi ücretli işlere erişimde sistematik ayrımcılığa maruz kalan Filistinli İsrail vatandaşlarının karşılaştıklarıyla büyük bir tezat oluşturdu.[25] ABD’nin Orta Doğu’daki diğer askeri güçlere karşı İsrail’in Niteliksel Askeri Üstünlüğünü aktif olarak sürdürebilmesine yaptığı büyük yatırım, özellikle de ileri teknoloji sektörüne yönelik çeşitli geri bildirim mekanizmalarının hayata geçirilmesini sağladı. Bunlardan ilki, hem tüketici hem de bilgi teknolojisi ürün ve hizmetlerinin geliştiricisi olarak İsrail ordusunun üstlendiği rol oldu. Bu, çift taraflı görevlerin icrası anlamına geliyordu: İşgal altındaki Filistinlilerin hayatlarını yöneten ırk ayrımı sistemini sürdürmek ve emperyalist patronun askeri ve diplomatik çıkarlarının bölgesel bir uygulayıcısı olarak konumunu korumak. Gerçekten de diğer silah ve askeri teknoloji ithalatçılarından farklı olarak İsrail ordusu, ABD askeri-endüstriyel hizmetler sisteminin araştırma ve geliştirme bileşenine, yüksek düzeyde iş birliğine dayalı erişimin keyfini çıkardı. Böylece ABD askeri teknolojisine bölgesel erişim ve silah sistemlerini özelleştirme gibi seçeneklere de sahip oldu.

İsrail ordusu, ABD silahlarının tüketicisi ve uyarlayıcısı olmakla kalmaz. İsrail askeri ürün ve hizmetleri, sözgelimi, Demir Kubbe füze savunma sistemi ve zırhlı araçlar için Trophy koruma sistemi gibi teknolojiler de bu çift yönlü beslenme sayesinde ABD’ye döndü.[26] ABD’de yayımlanan Joint Force Quarterly dergisinde yakın zamanda yer almış olan bir makale, İsrail askeri ve akademik kurumlarının STEM (bilim, teknoloji, mühendislik ve matematik) konularında, “özel” teknoloji sektörüyle yakın ilişkilerle harmanlanmış yoğun bir eğitim sunarak, teknolojik açıdan yetkinleşmiş subay kadrosu oluşturmak için benimsediği uzun vadeli stratejileri övüyor. 1979’da başlatılan ve lise mezunlarının dokuz yıllık askerlik görev sürelerinde aldıkları ileri STEM eğitimini bir araya getiren Talpiot programı, “İsrail’in teknoloji CEO’ları için bir üreme alanı olarak kabul ediliyor”.[27] Dünya siber güvenlik şirketlerinin “tek boynuzlu atlarının” (değeri 1 milyar doların üzerinde olan yeni girişimler) üçte birinden fazlası İsrailli kuruluşlardır ve 2021’in ilk altı ayında bu şirketler İsrail Ulusal Siber Müdürlüğü’ne göre, dünya genelinde bu sektördeki toplam küresel fonların yüzde 41’ini topladı.[28]

Filistin mülklerinin kamulaştırılması ile İsrail’deki siber güvenlik sektörü arasındaki ilişki, sektörün merkezi olarak kabul edilen Beersheba’daki Gav-Yam teknoloji parkı incelendiğinde daha net bir şekilde görülebilir. Kiracıları arasında İsrailli kökenli büyük bilgi işlem ve savunma şirketleri (Deutsche Telekom, IBM, Oracle, Lockheed Martin, EMC ve PayPal dahil) bulunur.[29] “Teknoloji parkı” üniversite, özel sektör ve hükümet ortaklığıyla kurulmuştur. Filistin köyleri ve evlerinin yerle bir edildiği El Nakab çöl bölgesinin (İbranice “Negev” olarak bilinir) kalbinde yer almaktadır.[30]

Siyonist yerleşimci sömürge projesi ile İsrail’in militarize ekonomisi arasındaki birbirini güçlendirme süreci, böylece tarihi Filistin’de ve ötesinde çeşitli devlet, toplum ve ekonomi seviyelerinde işler. Yeni İsrail devleti sınırları içinde kalan Arap azınlık da dahil olmak üzere Filistinliler, stratejik açıdan en önemli askeri sanayi ve hizmetler merkezlerinden atıldılar. Tarihsel olarak bu sektörler, askeri kuruluşlar ve Yahudi vatandaşlar için zorunlu askerlik hizmetleriyle sıkı sıkıya bağlıydı ve Filistinliler “ulusal güvenlik” nedenleriyle bu sektörün dışına atılmıştı. Gerçekten de, bölgedeki İsrail askeri gücünün temelini oluşturan savaş doktrinleri, yönetim teknikleri ve teknolojileri, herkesten daha çok Filistinliler üzerinde test edilmiştir.

“Birlik İntifadasına” doğru…?

Sermaye birikimi süreçleri, Nakba’dan sonra Filistin toplumunun sınıf yapısını parçalayan bitmek bilmeyen savaşları ve halen devam eden sömürgeleştirme dalgalarını harekete geçirdi. Ancak zamanla aynı süreçler hem sürgündeki hem de işgal altındaki direnişin yeniden doğuşu için toplumsal bir temel oluşturmaya başladı. 1960’larda ve 1970’lerde Lübnan ve Ürdün mülteci kamplarına dayanan kitlesel milliyetçi hareketten 1987’deki Birinci İntifadaya ve 2021 genel grevine kadar, Filistin mücadelesinin tüm büyük hareketleri sosyal adaletsizlik ve ulusal baskı arasındaki etkileşimden kaynaklandı. Bunların temelinde, Filistin nüfusunun çoğunluğunu oluşturan işçi sınıfının ve yoksulların, onları yoksullaştıran ve baskı altına alan ırkçı sisteme karşı ayaklanmaları yatmaktadır. Bununla birlikte tarihsel kanıtların ağırlığı, Filistin direnişinin, İsrail devletinin yaşamları üzerindeki kontrolünü ortadan kaldırmak için tarihi Filistin sınırlarının ötesine ulaşması gerektiğini güçlü bir şekilde göstermektedir. Direnişin başarısı, bölge devletlerindeki karşı devrim mücadelelerine Filistinli işçilerin ve yoksulların daha derinden entegre olmalarına bağlıdır.

Mayıs 2021’de Filistin genelindeki tarihi genel grev sırasında, Filistin birliğinin aşağıdan toplu eylemler sayesinde yeniden kurulması, yeni bir büyük direniş döngüsünü başlatacak baskının arttığını göstermektedir. Kitle hareketlerinin gelecekteki ölçeğini önceden tahmin etmeye çalışmak her zaman riskli olsa da, daha güçlü hareketlerin yolda olması muhtemel görünüyor. Filistinli aktivist Riya el-Sanah, genel grevin resmi olarak İsrail’in Filistinli vatandaşlarının geleneksel siyasi liderlerinden oluşan İsrail Arap Vatandaşları Yüksek Takip Komitesi’nin yaptığı çağrılarla ilan edilmiş olmasına rağmen, grevi başarılı kılanın alttan gelen seferberlik olduğunu belirtiyor; ”Yüksek Takip Komitesi … sık sık grev çağrısında bulunuyor, ancak bunlar yalnızca İsrail’deki Filistin toplumu için düzenlenen grevler. . . Genellikle o günlerde hiçbir şey olmuyor. Sokaklarda siyaset yok, hareketlenme yok.”[31] Fakat bu sefer sadece birkaç günlük hazırlık yapılmış olmasına rağmen durum çok farklıydı. Yüz binlerce Filistinli çalışmayı durdurdu, siyasi yürüyüşlere ve mitinglere katıldı. Hareketliliklik, İsrail sınırları içindeki Yafa, Hayfa ve Umm al-Fahm’dan Batı Şeria’daki Hebron, Cenin ve Ramallah’a kadar uzandı.[32]

Tarihi Filistin genelinde düzenlenen protestolarda aynı talepler dile getirildi: Gazze’ye yönelik bombardıman ve kuşatmanın durdurulması, Doğu Kudüs’teki Filistinli ailelere yönelik etnik temizliğe son verilmesi ve siyonist yerleşimci hareketinin Filistinlilere yönelik şiddet ve kışkırtmalarının bitirilmesi. Bu talep ve protesto taktiklerinin uyumu, İsrail makamlarına ve ırk ayrımı sistemine meydan okuyan bir dizi bölgesel kampanyanın geçici de olsa birleştiğini gösteriyordu. Bunların arasında Doğu Kudüs’teki Filistinlilerin Şam Kapısı gibi kamusal alanlardaki varlıklarını ve Mescid-i Aksa’da ibadet haklarını savunmak için büyüyen (ve kısmen başarılı olan) hareketler de bulunuyordu. Daha genel olarak Doğu Kudüslüler, Şeyh Jarrah gibi mahallelerde tahliye emirleri çıkartılan evlerini korumak ve militan yerleşimci grupların ırkçı tacizlerine direnmek için örgütlendiler.[33] Bu faaliyetler yetkililere karşı sokakta kendilerini sınayan genç Filistinlilerin eylemlerine dayanıyor. Genç aktivistlerin oluşturduğu ağlar, genellikle mahallelerdeki farklı siyasi akımlara bağlı aktivistleri bir araya getiren, uzun süredir devam eden Halk Komiteleriyle birlikte çalıştı. Akram Salhab ve Dahoud al-Ghoul’a göre, “Bunlar on binlerce kişinin katıldığı büyük sivil ayaklanmalardı. Bu sivil ruh ve altyapı, yeni protestoların başlatıldığı temeldir.”[34]

Bunun Kudüs’teki Filistinli gençlere aşıladığı güven duygusu sadece siyasi düzeyde değil, aynı zamanda sokakların müziği ve kültüründe de hissedilir. Genellikle de “en iyi çabalarınıza rağmen” olarak tercüme edilen “khawa” terimiyle özetlenen, iktidardakilere karşı “defol git” tavrıyla ortaya çıkıyor:

Kudüs’te, khawa bir yaşam biçimidir. Filistinliler Kudüs’teki gösterilerine, Şeyh Jarrah’a girişlerin kapatılmasından ya da baskı mekanizmasından çekinmeden devam ettiler. Kentin ‘yeniden birleşmesine’ işaret eden siyonist Kudüs Günü kutlamalarını bozdular ve tarihi merkezdeki yürüyüşün iptalini sağladılar. Mescid-i Aksa’nın içine barikat kurdular, kurşunlar ve göz yaşartıcı gaza karşı direndiler.[35]

İsrail’in Filistinli vatandaşları arasında da artan siyasi baskı ve süregiden ekonomik marjinalleşmenin bir sonucu olarak benzer süreçler yaşanıyor. Özellikle iki faktör son yıllarda günlük yaşamlar üzerindeki baskıları yoğunlaştırmış görünüyor. Birincisi, İsrail’in Filistinli vatandaşlarının Yahudi vatandaşlara kıyasla eşit olmayan statüsünü açıkça ortaya koyan 2018 tarihli Ulus Devlet Yasası’nın kabulüdür. Gerçekte bu sembolik değişim on yıllardır süren baskının gerçekliğine sadece yasal bir biçim kazandırdı, ancak aynı zamanda tek bir ırk ayrımı rejimiyle yüzleşmek için başka yerlerdeki Filistinlilerle ortak eylem fikrini daha da yükseltti. İkincisi ise Filistinli İsrail vatandaşlarının son birkaç yılda büyüyerek gelen bir taciz ve şiddetle karşı karşıya kalmış olmalarıdır. Batı Şeria’daki Filistinliler, mahsullerini yok eden ve mülklerine zarar veren silahlı yerleşimcilerin ırkçı saldırılarına uzun süredir katlanıyor. Ancak son zamanlarda aşırı sağcı Yahudi üstünlüğünü savunan hareketler büyüdü ve şimdi İsrail’in 1948 sınırları içindeki şehirlerden olan Hayfa, Lydd ve Yafa’da Filistinlileri hedef alıyorlar. Mayıs 2021’de Filistinlilerin evlerine ve işyerlerine saldırmak için silahlı çetelerin Telegram ve WhatsApp kullanarak harekete geçirildiğine dair birçok duyum paylaşıldı.[36] Lydd şehrinde sokağa çıkma yasağı uygulanırken, silahlı yerleşimciler İsrail polisiyle birlikte sokaklarda devriyeye çıkıyorlardı.[37] Kudüs’te olduğu gibi, toplumda bu öfkeye direnmek için yeni bir seferberlik ve öz savunma yapıları oluşmaya başlıyor. El-Salah bu gelişmeleri şöyle açıklıyor:

Kendimizi organize olmamız gereken bir yerde bulduk ve bunu gerçekten yapabileceğimizi keşfettik. Yerel komiteler gelişti – var olan oluşumlardan farklı olarak yerel gruplar ve özerk siyasi örgütlenmeler oluştu… Örneğin, Hayfa’da bir mahalle savunma komitemiz, bir yasal destek komitemiz, bir tıbbi bakım komitemiz ve bir ruh sağlığı komitemiz vardı. Bu ayaklanmanın bir parçası olarak çalışan çeşitli yerel, bağımsız ve kolektif komiteler var ve bu tür olayların yaşandığı tek yer Hayfa değildi.[38]

İsrail’in kuzeyindeki Umm el-Fahm gibi ağırlıklı olarak Filistinlilerin yaşadığı kasabalarda son birkaç yıldır kitlesel örgütlenmeler de mevcut. Bu eylemlerin çoğu, yüzlerce Filistinlinin öldürülmesine yol açan, şiddet içeren suç dalgasıyla şekillendi. Binlerce kişi Şubat ve Mart aylarında (2021) on hafta boyunca Ümmü’l-Fahm sokaklarındaydı. Filistinli aktivistler, 2000 yılında protestoların bastırılmasının ardından bölgede İsrail polis karakollarının kurulduğunu ve eylemlerle doğrudan ilişkilendirerek, İsrail polisinin siyasi direnişi zayıflatmanın bir yolu olarak suç çetelerinin faaliyetlerini hoş gördüğünü, hatta teşvik ettiğini öne sürüyor. Tıpkı ABD’deki polis şiddetiyle karşı karşıya kalan siyahlarda olduğu gibi Filistinlilerin de öncelikli talebi polisin güçlendirilmesi değil, mali kaynaklarının kesilmesi ve ortadan kaldırılmasıdır.[39]

Bu arada, kuruluşundan bu yana Filistin Yönetimi’ne egemen olan anaakım milliyetçi harekette, yani Fetih’te görülen hızlı dağılma nedeniyle Batı Şeria’da yeni hareketler için bir alan açıldı. Bu yeni hareketler bir dizi soruya yanıt olarak ortaya çıkmıştır. Zor koşullara rağmen, İsrailli yerleşimcilere ve devlet güçlerine karşı koymayı ve Filistinli siyasi mahkumları savunmayı amaçlayan protesto, toplu eylem ve öz-örgütlenme kültürü halen mevcut. Diğer aktivistler Eylül 2019’da ağırlıklı olarak genç Filistinli kadınların önderlik ettiği bir dizi gösteriyi örgütleyerek cinsel taciz ve kadına yönelik şiddet gibi konuları gündeme getirdi. Bu gelişmeler, yakın zamanda kurulmuş bir Filistin feminist hareketi olan Tal’at gibi yeni örgütlenmelerin oluşumuna da yol açtı. Fetih liderliğinin yaygın yolsuzluğu da bazı eski üyelerinden gelen eleştirilerle birleşince kayda değer bir huzursuzluk başladı. Bu durumu eleştiren Nizar Banat’ın Filistin Yönetimi güvenlik güçleri tarafından Haziran 2021’de öldürülmesi de birkaç gün süren büyük protestolara neden olmuştu.[40] Banat, – Filistin Yönetimi Başkanı Mahmud Abbas tarafından ertelenmeden önce – Mayıs 2021’de yapılması planlanan Filistin Yönetimi yasama seçimlerine katılmayı planlıyordu.

El Fetih’in “gerontokratik” liderliği şimdi birçok zorlukla karşı karşıya. İsrail’de siyasi tutuklu olarak tutulan El Fetih aktivisti Mervan Barguti’nin başkanlık seçimlerine katılma planlarından geri çekilmeyi reddettiği de biliniyor. Ayrıca kamuoyu yoklamalarına göre, İslamcı hareket Hamas, yasama meclisinde büyük bir zafer kazanmaya yakın görünüyordu.[41] Hamas’ın konumu, İsrail güvenlik güçlerinin Mescid-i Aksa’daki ibadetçilere yaptığı baskıya Gazze Şeridi sınırlarından roket ateşiyle cevap vererek İsrail askeri baskısına teslim olmayı reddetmesiyle daha da güçlendi.

Filistin bağlamında, uluslararası dayanışma hareketinin desteği kadar, uluslararası görünürlük ve büyük diasporayla kurulan politik aktif bağlantılar da önemlidir. Bu hareket giderek Filistin sivil toplumu ve sendikalarının Boykot, Elden Çıkarma ve Yaptırımlar çağrısı etrafında örgütleniyor, bu çağrı eski milliyetçi akımlardan uzaklaşıyor ve artık Filistin Yönetimine sadık olanların egemenliğinde olduğu da söylenemez. Sosyal medya, Şeyh Jarrah’da uzun süredir devam eden mücadeleleri güçlendirmek için Twitter’ı kullanan Muna ve Mohammed el-Kurd gibi bazı genç aktivistler için çok önemli bir araç haline geldi. Mesajları, dayanışma hareketi aktivistleri, politika yapıcılar, önde gelen liberal STK’lar ve uluslararası medya dahil olmak üzere geniş uluslararası kitlelere ulaştı.

Ilan Pappé’nin Ocak 2021’de yazdığı gibi, bu gelişmeler Fetih gibi mevcut tüm siyasi akımların yok olduğu anlamına gelmiyor.[42] Dahası, İsrail apartheid’inin yapısı bu hareketi sürekli olarak aşağıdan yükselen milliyetçi bir çerçeveye itiyor. Bu, tarihsel milliyetçi akımlara, en azından halk direnişiyle ilişki kurmaya devam ettikleri sürece, kendilerini yeniden yapılandırmaları için bazı fırsatlar veriyor.

“Ekonomik sonuçları olan siyasi bir grev”

Geçmişten gelen siyasi güçlerin varlığına rağmen, yaşananlar, tarihi Filistin genelinde mücadelede yeni bir aşamaya geçildiğinin sinyallerini veriyor. Bu, yeni nesil aktivistlerin ortaya çıkması ve eski siyasi akımların parçalanması anlamına geliyor olabilir. Ayaklanan gençlik, genişleyen bir protesto kültürü ve eski siyasi otoritelerin parçalanmasından oluşan bu karışım size tanıdık geliyorsa nedeni, aynı modelin 1970’lerin sonundan bu yana bölgedeki (ve ötesindeki) birkaç büyük halk ayaklanması dönemlerinde tekrarlanmış olmasıdır.

Bununla birlikte, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’daki 2011-2 ve 2019-21 devrimci dalgalarından alınan derslerin başında, sivil başkaldırının hedeflerine ulaşması için sokaklara çıkan insanların sayısından çok daha fazlasının gerektiğinin anlaşılması geliyordu. Filistin isyanının toplumsal yönüne dikkat etmemiz, İsrail devletinin baskıcı mekanizmasını bozmak ve nihayetinde yıkmak için gereken toplumsal ağırlığa sahip güçleri harekete geçirip geçiremeyeceğini sorgulamamız gerekiyor. Riya el-Sanah 2021 genel grevini “ekonomik sonuçları olan siyasi bir grev” olarak tanımladı.[43] Ekonomik sonuçları İsrail ekonomisinin bazı alanlarında oldukça etkiliydi. İsrail gazetesi Ha’aretz’e göre, bilhassa da İsrail inşaat sektörü sert bir darbe aldı:

İnşaat patlaması yaşayan Beit Shemesh’te tüm vinçler durdu. Bir vinç operatörü, grev yapan birçok operatörün Arap olduğunu belirterek, ‘Eğer hepimiz işçi hakları için bu şekilde mücadele etseydik belki bir şeyler başarırdık’ dedi.[44]

İnşaatlarda çalışmak için her gün İsrail’e “yeşil hattı” geçerek gelen Filistinli işçilerin sayısı 65 bin civarında. Ancak grev günü sadece 150 işçi geldi ve 40 milyon dolarlık zarara neden oldular. İsrailli şirketlerde çalışan ve toplam işgücünün yaklaşık yüzde 10’u oluşturan 1000 Filistinli otobüs şoförü de bu greve katıldı.[45] İlaç ve sağlık sektöründeki işçiler gibi bazı Filistinli işçi gruplarının, greve katılma konusunda daha az istekli oldukları bildiriliyor.[46]

Yazar Andrew Ross, 2021 genel grevinin Birinci ve İkinci İntifadalardan gelen bir grev geleneğini sürdürdüğünü söyler. Emeğin geri çekilmesi çoğu zaman dükkan ve işletmeleri kapatma, vergi ödemeyi reddetme ve İsrail mallarını boykot etme gibi daha geniş bir taktiksel eylem planı içinde gerçekleşir.[47] Elbette, ulusal kurtuluş mücadelesinin bir parçası olarak siyasi grevlere işçilerin-yoksulların kitlesel katılımının sağlanması stratejisinin Filistin’de ve Orta Doğu’da daha da uzun bir geçmişi vardır. Aynı zamanda, işyeri ve topluluk örgütlenmesinin bir karışımı yoluyla “uzak durma” için harekete geçme taktiğini geliştiren Güney Afrika’daki apartheid karşıtı mücadelenin temel taşıydı.

Bununla birlikte, diğer halk ayaklanmalarının deneyimi – Güney Afrika ırk ayrımcılığına karşı mücadele de dahil olmak üzere – sadece işçi sınıfının yeniden canlanan Filistin ulusal kurtuluş hareketine katılmasının önemini göstermekle kalmaz, aynı zamanda kendi örgütlemelerini de yeniden canlandırma ihtiyacını ortaya serer. Ayrıca ABD ile ittifaklar yoluyla İsrail ırk ayrımı rejimini desteklemekte “kendi” devletlerinin rolüne meydan okumak için işçi sınıfını tarihi Filistin sınırlarının ötesinde harekete geçirmenin aciliyetine de işaret ediyor.

Kapitalist sistem olgunlaştıkça, kitlesel halk hareketlerini, sıradan insanların hayatlarında anlamlı bir fark yaratan demokrasi biçimlerine doğru bir yönelime zorlaması daha nadir yaşanır oldu. Bu tür geçişler, yönetim kademelerinin seçimlerinde kaynakların doğru şekilde tahsis edileceği ya da seviyeli bir rekabetin geliştirilebileceği anlamına gelmez. Bunun yerine, işçilerin ve yoksulların, sömürü ve baskıyı geri püskürtmek için kamusal alanlarda, işyerlerinde ve mahallelerde örgütlenme, tartışma ve harekete geçme becerilerini kazanmaları anlamına gelir. Ancak bundan çok daha yaygın olanı, yalnızca geçici bir demokratik açılımı zorlayan ya da en azından birinin mümkün olduğunu kanıtlayan devrimci intifalardır.

Örgütlü işçilerin ve aynı zamanda işyeri mücadelelerinin oynadığı merkezi rol, uzun vadeli demokratik geçişlerin çoğunda ve hatta daha kısa süreli demokratik açılımlarda bile kilit rol oynayan ortak bir unsurdur. Küresel ölçekte bakarsak, 1974-5 Portekiz Devrimi’nde işçilerin rolünü, 1980-1988 yılları arasında Güney Kore’nin demokrasi mücadelesini, 1980’lerde Brezilya’daki askeri diktatörlüğü devirmeye yönelik kampanyayı ve Güney Afrika apartheid’ına karşı mücadeleyi örnek olarak gösterebiliriz. Orta Doğu’da, 2010-12 ayaklanmalarının demokratik anlamda en kalıcı açılımı, politik olarak en etkili ve en büyük işçi hareketine sahip ülke olan Tunus’ta yaşanmıştı.[48] Toplumsal ölçekte en feci sonuçlar, örgütlü işçilerin bırakalım siyasi bir güç olmalarını, toplumsal güce bile erişemedikleri ülkelerde – Suriye, Libya ve Yemen – görüldü. Buna karşılık işçi hareketi, kolektif eyleminin toplumsal ağırlığı bağlamında Mısır Devrimi’nin erken dönem yörüngesini şekillendirme yeteneğine sahipti. Ancak karar alma süreçlerine demokratik olarak katılamamanın yarattığı engellemelerden kurtulamadı ve bu da devrimci sürecin başarısız olmasına yol açtı.

Peki, bunun Filistin ulusal hareketinin geleceği ile nasıl bir ilgisi var? Bu karmaşık tarihsel deneyim bizlere, Filistin kurtuluşu davasının İsrail egemen sınıfı tarafından benimsenen militarize, otoriter siyasi sistemin pençesinden kurtulmaya başlaması için bile örgütlü işçiler tarafından verilen büyük toplumsal mücadelelere ihtiyaç duyulduğunu göstermektedir. Filistin’in tarihsel deneyimleri de aynı gerçeğe işaret ediyor. Birinci İntifada, her geçen gün büyüyen yirmi yıllık sendikal örgütlenmeyi takiben 1987’de patlak vermişti. Bu süreç, İsrail’in 1967’dan sonra “göçmen” Filistinli işçiler için işgal altındaki toprakları bir yurt olarak kullanma şeklindeki ekonomik stratejisinden kaynaklanan, Filistinli işçi sınıfının yapısındaki dramatik değişimlerle sonuçlanan toplumsal sorularla şekillendi.[49]

1987’de Batı Şeria’da 130 sendika vardı. Çoğunluğu 250’den az üyesi olan küçük sendikalardı. Ancak Ramallah’taki İnşaat ve Genel Kurumlar İşçileri Sendikası ve Kudüs’teki Otel, Restoran ve Kafe İşçileri Sendikası gibi sendikaların aidatlarını ödeyen yaklaşık 1.000 civarı üyeleri vardı.[50] Sendikalar sadece dar anlamda işyeri meselelerine odaklanmadılar, üyelerini çok çeşitli alanlarda destekleyen yoğun bir örgüt ağı geliştirdiler. Bunlar arasında sağlık, sigorta ve tasarruf hizmetleri, sosyal ve kültürel faaliyetler, gönüllü çalışmalar, spor faaliyetleri ve mali işlerini yürütecek komiteler de yer alıyordu. Bu yapıların çoğunun yönetimleri seçimle belirleniyordu ve hiç değilse teoride, sendikal hareketin tabanındaki aktivistlerin yerelden ulusal liderlik pozisyonlarına, delege seçimi yoluyla sendikanın kararlarını şekillendirmelerine izin veren demokratik mekanizmalar barındırıyordu.[51]

İsrail’de çalışan Filistinlileri temsil eden sendikaların işverenleriyle doğrudan ilişki kurmaları ve müzakere yapmaları, Filistinlilerin sendikalarını İsrail Devleti “içinde” örgütlemelerini yasaklayan işgalin yasal yapıları tarafından engellendi (ve hâlâ da engelleniyor). Filistinli işletmeler tarafından istihdam edilen işçileri örgütleyen, ulusal birliği en üst düzeye çıkarmak için sınıf mücadelesi veren Filistin sendikalarının eylemlerini yumuşatmaları veya durdurmaları için baskı da yapıldı.

Komünist Parti ile başlıca milliyetçi akımlar (özellikle El Fetih, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi ve Filistin Demokratik Kurtuluş Cephesi) arasındaki yeniden canlanan işçi hareketi üzerindeki rekabet 1970’lerin sonlarında iyice yoğunlaştı. 1980’lerin başında, bu rekabet nedeniyle sendika içinde gruplaşmalar başladı. Bazı yerlerde de aynı işçi gruplarını temsil edecek farklı hiziplere bağlı sendikaların çoğalmasına yol açtı.[52]

İntifadanın Aralık 1987’deki ilk öfke patlamasından sonra da devam edebilmesini sağlayan faktör, protestolara halk düzeyinde güç veren “halk komiteleri” ağı (Arapça “lijan sha’abiyya”) yeraltı sendikaları ve toplum örgütleri yapılarıydı. Bunların çoğu İntifadadan önce de vardı ya da temeli ayaklanmadan önceki yıllarda, 1987-8’deki kitlesel çatışmanın provası olarak görülen yerel mücadelelerle atılmıştı. Bu halk örgütlerinin varlık nedenleri protestoların koordinasyonu ve seferberliğinin çok ötesine geçti, eğitim ve sağlık gibi alanlarda alternatif hizmetler inşa etmeyi örgütlediler. İsrail’in okulların kapatılmasını dayattığı dönemlerde, Filistinli öğretmenlerin alternatif bir eğitim örgütlenmesi konusundaki çabaları bunun en iyi örneklerinden biridir. Eğitimci ve aktivist Yamila Hussein’in belirttiği gibi, İsrail yetkilileri İntifada sırasında Filistinli çocukların eğitim almasını fiilen suç saydılar. Güvenlik güçleri, öğrenci ve öğretmenleri “yeraltı” derslerine katıldıkları ve hatta kitap taşıdıkları için taciz etti, tutukladı.[53] Buna karşılık Filistinliler, İsrail’in sansürlediği okul müfredatına radikal bir şekilde meydan okuyan ve eğitimi direnişle ilişkilendiren “popüler öğretim” yöntemini geliştirdiler.[54] İntifada ayrıca tıbbi yardım komiteleri, sağlık ve sosyal hizmet kuruluşları ve topluluk uzlaşmazlık hizmetleri tarafından da sürdürüldü. Ayrıca, başta siyasi çalışmalara odaklanan halk komiteleri de 1988’in başlarında işgal altındaki topraklardaki hemen hemen her köyde, mülteci kampında ya da mahallede ortaya çıkmaya başlamıştı.[55]

Ne yazık ki 1990’lı yıllarda, Filistin Yönetimi’nin kurulmasına yol açan Oslo Anlaşmaları döneminde hem tabandaki birlik örgütlenmesinin hem de komşuluk temelli seferberlik ağlarının zayıfladığı görüldü. Başta Fetih olmak üzere anaakım milliyetçi örgütlerdeki aktivist katmanının enerjisi, bağımsız bir devlete doğru bir adım olacağı umulan Filistin Yönetimi’nin yapılarını oluşturmaya yoğunlaştı. Gerçekte Oslo Anlaşmaları bir tuzaktı: İsrail yerleşimleri genişledi ve Jeff Halper’ın İsrail’in Filistin toprakları, su kaynakları ve nüfus merkezleri üzerindeki “kontrol matrisi” dediği şey sıkılaştı.[56]

Büyük milliyetçi gruplar geleneksel olarak işçileri Filistin’e ait işletmelere karşı hakları için savaşmaktan kaçınmaya ve ulusal kurtuluş mücadelesinin her şeyden önemli olduğunu savunarak Filistin Yönetimi’ne karşı çıkmaya çağırdılar. 2012’teki taksi şoförleri ve 2016 ile 2020’deki öğretmen grevleri, sınıf mücadelesindeki bu “ketlenmenin” nihayet çözülmeye başladığına dair bazı işaretler veriyor.[57] 2016 eylemi, sendika liderlerinin “sendika üyelerinin savunucusu olmaktan çok Filistin yönetimi için arabulucu gibi” hareket etmelerine rağmen 35.000 öğretmenin katıldığı, Filistin tarihindeki en büyük öğretmen greviydi.[58]

Bununla birlikte apartheid rejiminin işleyiş biçimi, daha önce ana hatlarıyla belirtilen tüm nedenlerle, İsrail’in egemen olduğu bölgelerde Filistin işçi sınıfı iktidarının gerçekleşmesinin önünde yapısal engeller yaratır. Filistin kamu sektörü, İsrail fonlarının ve uluslararası yardımların gücüne bel bağlamış durumda. Aynı zamanda, yerleşimciler tarafından toprak ve su kaynaklarına el konulması, İsrail’in kurduğu barikatlar gibi faktörler de Filistin tarım ve sanayisinin büyük bölümünü ya yok etti ya da ağır hasara uğrattı. Ekonominin büyüme ve genişlemesini zayıflatan bu süreç, Filistinli işçi sınıfının stratejik gücünü azalttı.[59]

Aynı apartheid yapıları, Yahudi İsrailli işçilerin ekonomik mücadelelerini politik olarak etkisiz hale getirdi. 2011’de işçi sınıfı ve orta sınıfın yaşam standartlarını protesto eden devasa “sosyal adalet” gösterileri dalgası gibi büyük çaplı toplumsal protesto hareketleri de Filistinlilerle dayanışma göstermek için siyonist ideolojinin sınırlarını aşamadı. Gerçekten de İsrail’in köklü sendikaları, İsrail devletinden daha uzun süredir yerleşimci-sömürge girişiminin bir parçası olarak davranmıştır. İngiliz manda yönetimi döneminde, İsrail’deki Genel İşçi Örgütü veya “Histadrut”, Filistinli işçileri ekonomiden dışlayan ırkçı “Yahudi emeği” politikasının öncüsüydü. Nakba döneminde Filistinlilerin etnik temizliğinde önemli rol oynayan siyonist milislerden biri olan paramiliter Haganah’ı (“savunma” anlamına gelmektedir) kurdular.[60] Bu “sendika federasyonu” onlarca yıldır büyük bir işveren ve devlet kurumu olarak rol oynadı. Histadrut, temsil etmeyi reddettiği Filistinli işçilerden sağlık sigortası ve sosyal koruma adı altındaki zorunlu ücret kesintileriyle milyonlarca pound topladı. Ayrıca bu fonları, Oslo Anlaşmalarında kararlaştırılmış olunmasına rağmen, Batı Şeria’daki Filistinli sendikalara aktarmayı da reddetti.

Histadrut üyeliği, sağlık reformlarının birlik üyeliği ile İsrail’deki sağlık sigortasına erişim arasındaki bağlantıyı koparmasının ardından 1990’ların ortalarında çöktü. Ancak yerine daha ilerici alternatifler kurulmuş değildir. Şu anda 700.000 üyeyi temsil edebilecek kadar küçülmüş olan Histadrut’tan sonraki ikinci en büyük sendika federasyonu, aşırı sağ Likud partisine bağlı olan ve 100.000 üyeye sahip Histadrut Leumit’tir (“Ulusal Histadrut”). Bunu, 2018 itibariyle yalnızca 13.000 üyesi (toplu iş sözleşmeleriyle yaklaşık 35.000 işçiyi temsil ettiğini iddia etmesine rağmen) bulunan daha solcu Koach LaOvdim (“İşçilere Güç”) izliyor.[61] Koach LaOvdim ve 2300 kişilik İşçi Danışma Merkezi – Ma’an – sendikası Filistinlileri üye yapıyor, ancak yazarlar Sumaya Awad ve Daphna Thier’in belirttiği gibi, ikisi de Yahudi üyelerini Siyonizmden uzaklaştıramadı. Sendikacılığın yerleşimci sömürgeciliği ile iç içe geçmesi şu anlama gelir:

İsrail’deki sendikalar, Yahudi üyeleri tarafından sağa çekiliyor. Üye yapmak için işgal sorununu bir kenara bırakmaları gerekir. Aksi takdirde kendilerini marjinalliğe mahkum ederler. Apartheid ekonomisinde emeğin doğası budur. Tasarım gereği neredeyse tamamen ayrılmış olmaları, Yahudilerin ve Filistinlilerin nadiren birlikte çalıştıkları anlamına geliyor. Ayrı tutuluyor, ırkçılığı sağlamlaştırıyorlar ve böylece ulusal sadakatin sınıf bilincine baskın çıkmasını garanti ediyorlar.[62]

Bölgede devrim

Tarihi Filistin genelinde — dünyanın başka yerlerinde olduğu gibi – ortak bir sömürü kaderini paylaşan, ancak baskılarla bölünen bir işçi sınıfı çoğunluğu var. Şu anda, Yahudi İsrail tarafındaki işçi sınıfının apartheid’i haklı gösteren ırkçılığı kabullenişi çok güçlü görünüyor. Irkçı fikirlerin yeniden üretimi, bu fikirlerin aslında çok güçlü olduğundan değil, onları doğuran maddi ve sosyal süreçlerin tarihi Filistin’in politik ekonomisine hakim olmaya devam etmesinden ötürü bir döngüye sıkışmış görünüyor. Bunlar arasında İsrail egemen sınıfının yerleşimci-sömürgeci devlet kurma projesi için ABD’den büyük sübvansiyonlar alması, ekonominin ABD’deki çok daha büyük benzerlerinden beslenen bir askeri-sanayi hizmetleri kompleksine bağımlılığı ve büyük Yahudi yerleşim dalgalarının toplumsal etkisi de yer alıyor.

İnsan Hakları İzleme Örgütü, Filistinli ve Yahudi nüfusun her birinin yaklaşık 6,8 milyon civarında olduğunu tahmin ediyor.[63] Yahudi İsrailliler ile Filistinliler arasındaki tarihi Filistin sınırları içindeki bu eşitlik, Filistin ulusal hareketine siyasi bir meydan okuma fırsatı sunar. Komşu devletlerle uyum içinde hareket edilse bile, mevcut İsrail devletinin Filistinliler tarafından askeri olarak yenilmesi pek olası değildir. Dahası savaş koşulları, işçi Yahudi İsraillilerin “kendi” devletlerine ve “kendi” ordularına bağlılıklarını, özellikle de yenilginin varlıklarına doğrudan bir tehdit oluşturacağından korktukları için kolayca yoğunlaştırıyor. Bu nedenle, Filistin’de herkes için eşit vatandaşlığa sahip tek, demokratik, laik bir devlet yaratma hedefi; yalnızca Yahudi bir devletin Yahudi İsraillileri koruyabileceği yolundaki siyonist iddialara karşı önemli bir argümandır.

Filistin’de gerçekten demokratik bir devlet yaratmak için gereken değişimin derinliği ve ölçeği, oradaki mücadele ile daha geniş bölgelerdeki mücadeleler arasındaki benzerliği gösteriyor. İsrail apartheid’ının militarize yapılarını yıkmak, tarihi Filistin’i çevreleyen diğer otoriter rejimlerin üstesinden gelmekten daha zor değildir. Her ikisinin de mümkün olabileceğine dair temel bir umut, Filistin’deki ve daha geniş anlamıyla da Ortadoğu’daki devrimci mücadeleler arasındaki on yıllar boyunca süren karşılıklı pekiştirme tarihinde yatmaktadır. Filistin’deki ve bölgedeki önceki ayaklanma dalgalarının başarısızlığı, devrimci mücadeleler arasındaki bu etkileşim sürecinin şansa bırakılamayacağını açıkça ortaya koyuyor. Bunun yerine, hem Filistin’de hem de çevre ülkelerde daha köklü bir devrimci örgütlenmeye ihtiyaç var.

2011’den bu yana yaşanan halk ayaklanmalarının deneyimi bu unsurları açıkça göstermektedir. Tunus, Ocak 2011’de diktatör Bin Ali’yi alaşağı eden kitlesel grevler ve protestolara öncülük etti ve bu deneyimi Mısır, Suriye, Bahreyn, Libya ve Yemen’deki ayaklanmalar izledi. Suudi Arabistan bile bu devrimci dalgadan kaçamadı; kitlesel protestolar Bahreyn’e yakın olan ve büyük ölçüde Şii nüfusa sahip Doğu Eyaletini sarstı. Kent yoksullarını, örgütlü işçi sınıfını ve orta sınıfın önemli kesimlerini harekete geçiren halk protestoları bölgesel bir devrimci süreci başlattı. Bu olaylar emperyalizm mimarisindeki zayıf halkaları oluşturan tüm rejimleri parçalanmakla tehdit etti. Diktatörler bir ülkeden diğerine sendelediler ve Tunus, Mısır, Libya ve Yemen’de iktidardan düştüler.

Bu olaylar boyunca, Filistin mücadelesiyle örgütlü dayanışmanın bilinen biçimleri bölge genelinde bir fenomen olarak kaldı ve bu devrimci süreçlerin belirli noktalarında önemli bir faktör olarak ortaya çıktı. Bu, Filistin davasıyla dayanışmanın hem 1970’li ve 1980’li yıllarda devlet iktidarına yakınlıklarıyla kendilerini tehlikeye atan Arap milliyetçisi ve Stalinist solun çöküşünden hem de “barış süreci” sırasında Filistin ulusal liderliğinin ihanetlerinden kurtulduğunu kanıtlar nitelikteydi. Gerçekten de Filistin ile dayanışma, birçok durumda, özellikle Mısır ve Tunus’ta, devrim öncesi dönemde yükselen bir “protesto kültürünün” kalıcı bir özelliğiydi.

Filistin davası, muhalif siyasi yelpazenin Arap milliyetçisi, İslamcı, liberal ve solcu akımlarının yörüngesindeki eylemciler arasında potansiyel olarak bir köprü görevi görebilir. İslamcılar ve diğer siyasi eğilimler arasındaki resmi koordinasyon ve ortak faaliyetler nispeten nadir olsa da, Filistin ile halk dayanışması, parçalanmış muhalefet hareketleri arasında genellikle bir fikir birliği noktası oluşturdu. Filistin, diğer birkaç bölgesel davanın yapabileceği şekillerde, kitlesel kolektif eylemlerin ateşleme kapasitesini defalarca kanıtlamıştır. Bu dayanışma hareketleri çoğu zaman bizzat devrimci krizler sırasında büyümeye ve derinleşmeye devam etti. Örneğin Mısır’da, Mayıs 2011’de Nakba Günü’nde Tahrir Meydanı’ndaki protestolardan yayılan Filistin mücadelesiyle dayanışma hareketliliği, o yıl içinde protestocularla güvenlik güçleri arasında büyük bir çatışmaya dönüştü. Eylül 2011’de İsrail büyükelçisi, protestocuların büyükelçiliği kuşatmasının ardından Kahire’den kaçmak zorunda kaldı. Kasım 2012’de Gazze’ye yapılan İsrail askeri saldırısı, parlamento ve cumhurbaşkanlığı seçimlerinde kazanılan zaferin ardından İslamcı Müslüman Kardeşler’in göreve gelmesiyle değişen bir siyasi ortamda gerçekleşti. Mısırlı aktivistler kuşatma altındaki Gazze Şeridi’ne yardım ulaştıracak dayanışma konvoylarını seferber ettiler ve hatta Mısır başbakanı Hişam Kandil, İsrail füzeleri yağarken Hamas liderlerinin yanında, Gazze’de kısa bir konuşma yapıyordu.[64]

Ancak Mısır Devrimi’nin ileriye dönük ivmesi, karşı-devrimin devreye girmesiyle durduruldu ve geri püskürtüldü. Bu gelişme iki ana faktörün sonucuydu. Birincisi, reformist İslamcı siyasi güçlerin devrimden sonraki seçimlerle devlet aygıtına kısmi erişim sağlamış olmaları, ancak ordunun devletteki rolüne ya da İsrail ve ABD ile ilişkisine açıkça itiraz etmeyi göze alamamış olmalarıydı. Senaryodan herhangi bir sapma — İsrail ile “barış” – uluslararası yardım ve yatırımlara erişmeyi son derece zorlaştıracaktı. Müslüman Kardeşler liderliği, iktidarı silahlı kuvvetlerle paylaşma yolunu müzakere etmeyi umuyordu. 2012’de Müslüman Kardeşler listesinden seçilen Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi, daha sonra kendisini devirecek olan Mareşal Abdülfettah el-Sisi’yi Savunma Bakanı olarak atadı.

İkincisi ise şudur; devrimci hareketin sokaklarda kitlesel protestolar ve işyerlerinde grevler başlatması, reformcuları devletin askeri kontrolüne meydan okumaya itecek kadar güçlü bir karşılık oluşturamadı. Reformist İslamcılar, bunu göz önünde bulundurarak, uzun süredir devam eden taahhütlerine rağmen Filistin dayanışması söylemlerini İsrail ile barış anlaşmasından fiilen çekilmeye dönüştürmek istemiyorlardı. İsrail ile Mısır arasındaki 1978 Camp David Anlaşmalarının iptali için 2011 veya 2012 dönemindeki halk hareketlerinin büyük bir siyasi kriz yaratacağından hiç şüphe yoktu. Böyle bir hareket, dikkatleri Mısır ordusunun ABD ve müttefiki İsrail’in çıkarlarının garantörü ve uygulayıcısı olma rolüne odaklayacaktı. Bunun yerine, İslamcı harekette, mevcut siyasi sistemi bozmadan iktidar koridorlarına giden yolu müzakere etme isteği hakim oldu.

Bu arada, bölgenin başka yerlerinde 2010 ve 2011 yıllarında ortaya çıkan başkaldırılara, eski rejimler ordularıyla cevap verdiler. Çoğu zaman küresel ve bölgesel emperyalist güçler çatışmalara çekildi, bunlar iç savaşlara dönüştü ve her şey çıkmaza girdi. Sadece Tunus’taki kitle hareketinin devlet aygıtında gerçek bir siyasi reform programını zorlayabildiği görüldü. Suriye, Libya ve Yemen’deki devrimci süreçlerin raydan çıkmasının altında yatan en önemli neden ise, eski rejimlere karşı çıkan sosyal ve siyasi güçler koalisyonunun bir parçası olabilecek örgütlü bir işçi hareketinin bulunmamasıydı. Bahreyn’deki sendikalar Mart 2011 ayaklanmasında önemli bir rol oynadı, ancak bu ayaklanma, komşu Suudi Arabistan’dan gelen askeri müdahaleyle yenilgiye uğratıldı.

Devrimci bağlamda bir başka faktör de Filistin içindeki halk hareketinin askıya alınmasıydı. Bunu Eylül 2000’de sağcı Ariel Şaron’un 1000 polis memurunun refakatiyle Mescid-i Aksa’ya gitmesiyle patlak veren ikinci İntifadanın düşüşü izledi. Protestolar bir kez daha acımasız bir baskıyla karşılaştı ve ayaklanmanın ilk birkaç haftasında yaklaşık 500 kişi öldürüldü.[65] Birinci İntifadanın aksine, Filistin direnişi bu sefer daha militarize bir biçim aldı, silahlı gruplar yüzlerce İsrailli sivilin ölmesiyle sonuçlanan intihar bombalamaları gerçekleştirdi. Hamas, Filistinliler ile İsrail arasındaki güç asimetrisini düzeltmeye çalışan bu stratejinin önde gelen savunucularından biriydi. Bunun, “barış sürecinin” yaşayabilir bir Filistin devletini güvence altına alamamasının ardından müzakereler için daha elverişli bir bağlam yaratabileceği umuluyordu.[66] Bununla birlikte, İkinci İntifada önceki on yılın yenilgilerini tersine çevirmeyi başaramadı. İsrail’in tarihi Filistin’deki askeri kontrolü bozulmadan kaldı. Sağcı İsrail hükümetleri, ırkçı ve baskıcı politikalarına verilen halk desteğiyle, Filistin topraklarının yerleşimciler tarafından ele geçirilmesini hızlandırdı ve devasa duvarlar, bariyerler inşa ederek iki toplum arasında “ayrımı” iyice perçinledi. Bu yenilgiler, Filistin hareketinin liderliği içindeki kırılmaları daha da belirginleştirdi, Batı Şeria ve Gazze’de sırasıyla Fetih ve Hamas’ın egemen olduğu iki rakip Filistin yönetimi ortaya çıktı.

İsrail ırk ayrımına devrimle yanıt vermek

İsrail egemen sınıfı ile Filistin direnişi arasında uzun vadede istikrarsız bir dengeye doğru evrilen bir eğilim var. Tarihi Filistin’in ekonomi politiğinde hem İsrail egemenliğinin hem de Filistin direnişinin kökleri, yukarıda ana hatlarıyla belirttiğim geniş ölçekli toplumsal süreçler tarafından beslenmektedir. Bu, Filistin hareketinin asla yenilemeyeceği veya Filistin milliyetçiliğinin asla yok olmayacak bir güç olduğu anlamına gelmez. Bununla birlikte direniş, yoksulların baskıya, adaletsizliğe ve sömürüye karşı verdiği mücadelede kök salmış bir toplumsal boyuta sahip olduğu sürece, kendisini tazeleyebileceği ve yenileyebileceği bir kitle tabanı bulacağı da kesindir.

Yeni bir kitlesel mücadele döngüsü açılırsa, Filistin’de ve bölgedeki aktivistler önceki nesillerin kaderinden kaçınmak için ne gibi seçimler yapmalı? Bu makale, devrimci bir stratejinin geliştirilmesini öngören bir analiz ortaya koyuyor: Filistin’in kurtuluşunu, işçi sınıfının gücüyle organik olarak bağlantılı daha geniş bir bölgede devrimci hareketler inşa etme mücadelesine dahil etmek gerekiyor. Bu stratejik yönelimin iki önemli nedeni vardır. Birinci neden, İsrail apartheid’ının bölgesel düzeyde emperyalizmin dinamikleri için işlevsel olması ve bu dinamikler tarafından yeniden üretilmesidir. Dahası, bunun hayatta kalması da kronolojik bir hata, bir çağdışılık yani sömürge döneminden kalan “bitmemiş işler” değildir. Bilakis, Büyük Ortadoğu’nun küresel emperyalist güçler için devam eden istisnai önemini yansıtır.

İkinci neden, Filistin direnişinin sürekli yenilenmesinin, Orta Doğu’da tekrarlanan devrimci kriz dalgalarına ve halk ayaklanmalarına yol açan toplumsal ve siyasi süreçlerin özel bir örneği olmasıdır. Ne yazık ki Filistin mücadelesinin hakim siyasi çerçevesi bağımsız bir devlet arayışına odaklı kalıyor. Ancak bu, Filistin kitle hareketinin toplumsal karakterini değiştirmez. Liderleri genellikle orta sınıftan veya sürgündeki Filistin burjuvazisinden seçilmiş olsa da, bu hareket hem işgal altındaki hem de diasporadaki Filistinlilerin yoksul ve işçi sınıfı çoğunluğunun mücadeleleriyle derinden bağlantılıdır. Filistin direnişi, gerek sıradan insanların kendi mücadelelerinin orada yansıtıldığını görebilmeleri, gerekse onlara baskı uygulayan rejimlerin doğrudan ABD ve müttefikleriyle birlikte çalışması nedeniyle, bölgedeki halk hareketlerine örnek olmaya devam ediyor.

Bu makale aynı zamanda İsrail devletini kendi sahte imajının merceğinden “demokratik bir istisna” olarak değil, “devletli bir ordunun” başka bir örneği olarak görerek aynayı tersine çevirmeye çalıştı. Sanayilerini sağlama almak ve polisi güçlendirmek için en büyük emperyalist güçten sübvansiyonlar almakta daha başarılı olsa bile, kendisini çevreleyen diğer yüksek düzeyde militarize edilmiş otoriter rejimlerle aynı kumaştan kesilmiştir. İsrail devletine ilişkin makul bir değerlendirme, onu Filistin’i nehirden denize kadar yöneten tek, otoriter makine olarak görür. Bu analizin sonucunda, böyle bir devletin topraklarının bir kısmından gönüllü olarak vazgeçmesini ve yanında yaşayabilir egemen bir Filistin devletinin ortaya çıkmasına izin vermesini beklemek saflıktır. Bu gerçekten böyledir çünkü dünyanın en büyük emperyalist gücü yarım yüzyılı aşkın bir süredir İsrail devletine para ve silah akıtmaya devam ediyor.

Bir başka zorluk da Filistin mücadelesinin, Filistinli işçileri İsrail ekonomisinin stratejik çekirdeğinden dışlamaya yönelik siyonist tavrın dayattığı nesnel sınırlamaların üstesinden tarihsel olarak gelememiş olmasıdır. Bir başka ifadeyle, örgütlü işçiler yönetici sınıfla devrimci çatışmalara girdiklerinde, genellikle sahip oldukları stratejik gücü kullanırlar, ancak Filistin işçi sınıfının böyle bir olanağı olmadığı için Filistin hareketine destek sunamaz. Sayıları milyonları bulan parçalanmış ve dağılmış Filistinlilerin durumuyla birleştirildiğinde, karşımıza çıkan şudur: Filistin mücadelesi sadece tarihi Filistin ile sınırlıysa, ırk ayrımcısı devletle mücadelede nüfus fazlalığından doğan gücüne güvenemez.

Bu nedenle, daha geniş bir bölgede devrimci eylemler yapılması sürecine Filistin davasının nasıl dahil edileceğinin çözülmesi acil bir görev olarak görülmelidir. Bu soruyu cevaplayacak strateji geliştirme çalışmalarının sıfırdan başlatılması gerekmiyor. Daha önceki mücadele eylemlerinin tecrübesinden yararlanılabilir: Nakba’dan sonra ilk nesil Filistinli devrimcilerin yürüttüğü mücadeleler, 1980’lerin sonundaki ayaklanmalar (1987’deki birinci İntifada dahil) ve 2011’den bu yana bölgedeki devrimci hareketler. Bu deneyimlere dayanarak, Filistin kurtuluş sorununun bölgenin diğer ülkelerindeki devrimci hareketler tarafından içselleştirilmesinin muhtemel iki temel yolu vardır. Bunlardan ilki, Lübnan ve Ürdün gibi önemli Filistinli mülteci topluluklarına sahip ülkelere özgüdür. 1960’lı yıllarda Filistin ulusal hareketinin yeniden doğuşunda yaşandığı gibi Filistin mücadelesinin sınıf mücadelesiyle etkileşime girmesi, kriz yaratması ve devletle yüzleşmenin önünü açması mümkündür.

İkinci yol, tarihsel olarak Filistinlilerle dayanışma içinde yapılan eylemlerin, Filistinli mülteci nüfusu barındırmayan ülkelerde, yerel sınıf mücadelesini hızlandırıcı nitelikte eylemler olarak görülmesidir. Bu, Rosa Luxemburg’un aşağıdan hareketlerin politik ve ekonomik yönleri arasında “karşılıklı eylem” olarak adlandırdığı bir dinamiği harekete geçirerek (veya derinleştirerek) gerçekleşiyor. Tunus ve Mısır Devrimleri, Filistin’le dayanışma meselesinin sokaklarda ve işyerlerinde ne kadar önemli olabileceğini gözler önüne serdi. Sokaklarda Filistin için yapılan eylemler, bir “protesto kültürünün” oluşmasına yardımcı oldu. İşyerlerinde gösterilen Filistin dayanışması, 2010-11 yıllarında başlayan devrimlerden önceki günlerde “politikayı” işçi örgütlenmelerinin gündemine dahil eden birkaç meseleden biriydi. Dahası ABD, İsrail ve diğer bölgesel ordular arasındaki üçlü ittifak da çok sayıda yerel devlete nüfuz ettiği için, Filistin direnişiyle dayanışma, askeri makamlara yönelik halk hareketlerinin yapıtaşı olabilir.

Son yarım yüzyıl boyunca, Filistin ve çevresindeki bölgelerde birbirinden çok farklı mücadele biçimlerinin, devletin çekirdeğindeki askeri kurumlarla yüzleşmek, onlara meydan okumak ve nihayetinde onları yıkmak için etkili bir stratejiden yoksun olduklarında felaketlere yol açabildiklerini gördük. 1970’lerin başındaki Filistin devrimci örgütlenmesinin ilk dalgası sırasında, Filistin Kurtuluş Örgütü’nün milliyetçi önderliği “Kara Eylül” döneminde Ürdün monarşisiyle yüzleşmekten kaçınmış ve Lübnan’ın iç savaşa sürüklenmesini engelleyememişti. 1987’deki Birinci İntifadada zirveye ulaşan ikinci dalga sırasında aynı Filistin liderliği, Filistin mücadelesiyle dayanışmanın neden olduğu geri bildirim döngüsünü durdurmak amacıyla siyasi ve sosyal değişim talep eden halk hareketlerinin tehdidi altındaki Orta Doğu rejimleriyle birlikte çalıştı. 2010’dan sonraki devrimler sırasında, Filistin halk dayanışması hareketleri ne pahasına olursa olsun orduyla uzlaşmaya ve devletin bütünlüğünün korunmasına meyilli reformist siyasi güçlerin egemenliğine karşı çıktı.

Günümüzde, Mısır, Suriye, Libya ve Yemen’i yutan karşı devrimlerin ve savaşların cehenneminden sonra sorulması gereken soru şu sorulabilir: Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da devrimin geri dönüşünden bahsetmenin bir anlamı var mı gerçekten? Cevabımız başka bir soruyu doğuruyor: Böyle bir olasılığa karşı örgütlenmekten, hazırlanmaktan başka bir seçenek var mı? 2019-20’de Kitlesel halk hareketlerinin ortaya çıktığı tüm ülkeler, 2011-12 dalgasının yenilgileriyle karşılaştırılabilir ölçekte travmalara sahipti: Lübnan ve Cezayir’de iç savaş ve yaptırımlar, Irak’ta savaş ve işgal, Sudan’da çoklu savaşlar ve soykırım. Filistin nüfusunun çoğunluğuna ev sahipliği yapan Ürdün, protestoların son döngüsünü ne devrim ne de yıkıcı bir yenilgi yaşayarak sergiledi.

Tabii ki, Suriye’deki toplumsal felaketin derin yaralarının iyileşmesi uzun zaman alacak ve orada yaşayan Filistinlilere daha fazla sefalet sunmaktan başka bir şey yapamayacak. Mısır’daki karşı devrimin izleri de uzun sürecek ama Suriye’nin aksine Mısır toplumu savaşla toz duman olmadı. Ordunun sıkı kontrolüne rağmen, hâlâ ara sıra grevler ve protestolar yaşanıyor. Daha büyük bir bilinmeyen ise ne tür bir muhalefet hareketinin ayakta kalarak yeniden ortaya çıkacağıdır. Ve bu hareketin içinde solun ne derece güçlü olacağı da henüz bilinmiyor. Kesin olan şu ki mevcut askeri rejim, Filistin örneğinin diktatörlüğe karşı çıkan hemen herkesin aklına kazınmasını sağladı. Mısırlı aktivist ve blog yazarı Alaa Abd el-Fattah, tarihi Filistin’deki 2021 genel grevi ve Hamas’ın Tel Aviv’e yönelik roket saldırılarının fısıldandığı haberlerin, tutuklu bulunduğu Tora cezaevi kompleksindeki koğuşa nasıl ulaştığını anlatıyor: Filistin direnişini selamlayan şarkılar ve tezahüratlar solcu, İslamcı ve milliyetçi aktivistlerin hücreleri arasında yankılanıyordu.[67]

Kaldı ki popüler protesto döngülerinin iniş çıkışlarını sürdürme kalıbından kurtulmanın, devrimci sosyalist örgütün inşasına aktif bir bağlılık gerektirdiği de açıktır. Böyle bir örgütlenme işçi sınıfının toplumsal gücüne dayanmalı, reformist uzlaşmaların ve milliyetçiliğin tuzağına düşmemelidir. Bu şekilde tarihi Filistin’de ve tüm bölgede mevcut devletleri yıkabilecek kitlesel hareketler inşa etmeye yardımcı olabilir.

Anne Alexander, Mustafa Bassiouny ile birlikte “Bread, Freedom, Social Justice: Workers and the Egypt Revolution” kitabının ortak yazarıdır (Zed, 2014). MENA Dayanışma Ağı’nın kurucu üyesi, Middle East Solidarity’nin eş editörü ve Üniversite ve Kolejler Birliği (UCU) üyesidir.

Çeviren: TN

Kaynakça

Abd el-Fattah, Alaa, 2021, You Have Not Yet Been Defeated: Selected Works 2011-2021. Fitzcarraldo Editions.

Abu Amer, Adnan, 2021, “Postponed Palestinian Elections: Causes and Repercussions”, Carnegie Endowment, https://carnegieendowment.org/sada/84509.

Abu Moghli, Mai, and Mezna Qato, 2018, “A Brief History of a Teacher’s Strike”, Middle East Research and Information Project, https://merip.org/2018/06/a-brief-history-of-a-teachers-strike

Abu Sneineh, Mustafa, 2021, “Who was Nizar Banat, the Outspoken Critic Who Died in Palestinian Authority Custody?”, Middle East Eye, www.middleeasteye.net/news/palestine-nizar-banat-who-critic-palestinian-authority

Alexander, Anne, 2015, “ISIS and Counter-Revolution: Towards a Marxist Analysis”, International Socialism 145 (kış), http://isj.org.uk/isis-and-counter-revolution-towards-a-marxist-analysis

Alexander, Anne, 2018, “The Contemporary Dynamics of Imperialism in the Middle East: A Preliminary Analysis”, International Socialism 159 (yaz), https://isj.org.uk/contemporary-dynamics-of-imperialism

Alexander, Anne, 2020, “Behind the Lebanese Apocalypse”, International Socialism 168 (sonbahar), http://isj.org.uk/lebanese-apocalypse

Alexander, Anne, and Mostafa Bassiouny, 2014, Bread, Freedom, Social Justice: Workers and the Egyptian Revolution (Zed Books).

Al Jazeera, 2012, “Egypt PM Decries Gaza ‘Aggression’”, www.aljazeera.com/news/2012/11/16/egypt-pm-decries-israeli-aggression-on-gaza

Alsaafin, Linah, 2021, “Palestinians Protest Israeli Police Inaction Amid Crime Wave”, Al Jazeera, www.aljazeera.com/news/2021/3/19/umm-al-fahm-protests-against-israeli-police-amid-surge-in-crime

Angus, Ian, 2016, Facing the Anthropocene: Fossil Capitalism and the Crisis of the Earth System (New York University Press).

Awad, Sumaya, and Daphna Thier, 2021, “In Israel, Zionism Prevents Working-class Solidarity”, Jacobin, https://jacobinmag.com/2021/04/israel-zionism-palestine-unions-workers

Beinin, Joel, 2021, “Palestinian Workers Have a Long History of Resistance”, Jacobin, https://tinyurl.com/2p89z6u3

B’Tselem, 2021, “A Regime of Jewish Supremacy from the Jordan River to the Mediterranean Sea: This is Apartheid”, www.btselem.org/publications/fulltext/202101_this_is_apartheid

Callinicos, Alex, 1985, South Africa: The Road to Revolution (Socialist Workers Party).

Callinicos, Alex, 1990, “Can South Africa be Reformed?”, International Socialism 46 (bahar).

Callinicos, Alex, 1992, “Reform and Revolution in South Africa: A Reply to John Saul”, New Left Review, I/195.

Callinicos, Alex, 2014, “The Multiple Crises of Imperialism”, International Socialism 144 (sonbahar), http://isj.org.uk/the-multiple-crises-of-imperialism

Chenoweth, Erica, ve Maria Stephan 2012, Why Civil Resistance Works: The Strategic Logic of Nonviolent Conflict (Columbia University Press).

Cliff, Tony, 1990 [1963], Deflected Permanent Revolution (Socialist Workers Party).

Cliff, Tony, 2001 [1946], “The Problem of the Middle East”, in International Struggle and the Marxist Tradition: Selected Works, Volume 1 (Bookmarks), www.marxists.org/archive/cliff/works/1946/probme/chap14.html

Dakhli, Leyla, 2021, “The Fair Value of Bread: Tunisia, 28 December 1983–6 January 1984”, International Review of Social History, cilt 66, sayı 29.

Dougherty, George, 2020, “Accelerating Military Innovation: Lessons from China and Israel”, Joint Force Quarterly 98, www.dasadec.army.mil/News/Article-Display/Article/2342531/accelerating-military-innovation-lessons-from-china-and-israel

Engels, Friedrich, 1884, The Origin of the Family, Private Property and the State, www.marxists.org/archive/marx/works/1884/origin-family

Halper, Jeff, 2014, “The Key to Peace: Dismantling the Matrix of Control”, Israeli Committee Against House Demolitions, https://icahd.org/get-the-facts/matrix-control

Hassan, Budour, 2021, “Palestine’s Uprising and the Actuality of Liberation”, Mada Masr, www.madamasr.com/en/2021/05/24/opinion/u/palestines-uprising-and-the-actuality-of-liberation

Hiltermann, Joost R, 1993, Behind the Intifada: Labor and Women’s Movements in the Occupied Territories (Princeton University Press).

Hirschauge, Orr, 2015, “Israeli Army Builds a Desert Outpost—Tech Firms Follow”, Wall Street Journal.

Human Rights Watch, 2021, “A Threshold Crossed: Israeli Authorities and the Crimes of Apartheid and Persecution”, Human Rights Watch, www.hrw.org/report/2021/04/27/threshold-crossed/israeli-authorities-and-crimes-apartheid-and-persecution

Hussein, Yamila, 2005, “The Stone and the Pen: Palestinian Education During the 1987 Intifada”, The Radical Teacher, sayı 74.

Jewish Virtual Library, 2018, “Total Immigration to Israel from the Former Soviet Union”, Jewish Virtual Library, www.jewishvirtuallibrary.org/total-immigration-to-israel-from-former-soviet-union

Kingsley, Patrick, ve Rami Nazzal, 2021, “In Show of Unity, Palestinians Strike Across West Bank, Gaza and Israel”, The New York Times.

Lenin, V I, 1917, The State and Revolution, www.marxists.org/archive/lenin/works/1917/staterev

Lieberman, Aviv, 2018, “The Rise of the Former Soviet Union: A Picture of the Labor Market”, Adva Center, https://adva.org/post-soviet-aliyah-laborforce

Liebknecht, Karl, 1973 [1907], Militarism and Anti-militarism, www.marxists.org/archive/liebknecht-k/works/1907/militarism-antimilitarism/index.htm

Maiberg, Emanuel, 2021, “Israeli Mob Organized Destruction of Arab Business on WhatsApp”, Vice, www.vice.com/en/article/jg8myx/israeli-mob-organized-destruction-of-arab-business-on-whatsapp

Masarwa, Lubna, ve Mustafa Abu Sneineh, 2020, “Palestinian Citizens of Israel Protest Against Land Arab in Negev Desert”, Middle East Eye, www.middleeasteye.net/news/israel-palestinian-bedouin-negev-protest-land-grab

Matta, Nada, ve René Rojas, 2016, “The Second Intifada: A Dual Strategy Arena”, European Journal of Sociology, cilt 57, sayı 1.

Ministry of Foreign Affairs, 2013 [1950], “Law of Return 5710-1950”, www.mfa.gov.il/MFA/MFA-Archive/1950-1959/Pages/Law%20of%20Return%205710-1950.aspx

Notes from Below, 2021, “Report on the General Strike in Palestine”, https://tinyurl.com/5n7vjy6j

Orr, Akiva, ve Moshe Machover, 2002, “The Class Character of Israel”, International Socialist Review, sayı 23, www.marxists.org/history/etol/document/mideast/toi/chap2-05.html

Pappé, Ilan, 2006, The Ethnic Cleansing of Palestine (Oneworld).

Pappé, Ilan, 2021, “Palestinian Youth: A Silver Lining and a Ray of Hope” International Socialism 169 (kış), http://isj.org.uk/palestinian-youth-a-silver-lining-and-a-ray-of-hope

Rodinson, Maxime, 2014, Israel: A Colonial-settler State? (Pathfinder).

Rose, John, 1986, Israel: The Hijack State—America’s Watchdog in the Middle East (Socialist Workers Party).

Ross, Andrew, 2021, “Palestinian Workers Against Israeli Occupation”, Jacobin, https://jacobinmag.com/2021/05/palestinian-labor-workers-general-strike-israel-occupation-unity-strike-karameh

Roy, Sara, 1987, “The Gaza Strip: A Case of Economic De-development”, Journal of Palestine Studies, cilt 17, sayı 1.

Sabella, Bernard, 1993, “Russian Jewish Immigration and the Future of the Israeli-Palestinian Conflict”, Middle East Report, sqayı 182, https://merip.org/1993/05/russian-jewish-immigration-and-the-future-of-the-israeli-palestinian-conflict

Salhab, Akram, ve Dahoud al-Ghoul, 2021, “Jerusalem Youth at the Forefront of 2021’s Unity Intifada”, Middle East Research and Information Project, https://merip.org/2021/11/jerusalem-youth-at-the-forefront-of-2021s-unity-intifada

Solomon, Soshanna, 2021, “Israel Cybersecurity Firms Raise Record $3.4 Billion, 41 Percent of Global Sector Investment”, Times of Israel, www.timesofisrael.com/israel-cybersecurity-firms-raise-record-3-4b-41-of-global-sector-investment

Sultany, Nimer, 2012, “The Making of an Underclass: The Palestinian Citizens of Israel”, Israel Studies Review, cilt 27, sayı 2.

Swirski, Schlomo, Etty Attias-Konor and Aviv Lieberman, 2020, Israel: A Social Report 2020, Adva Center, https://adva.org/wp-content/uploads/2020/02/social-2020-ENG.pdf

Trotsky, Leon, 1930, “Preface” to The History of the Russian Revolution, www.marxists.org/archive/trotsky/1930/hrr

Yaron, Lee, 2021, “General Strike Highlights Israel’s Dependency on Palestinian Workers”, Ha’aretz, www.haaretz.com/israel-news/.premium.MAGAZINE-general-strike-highlights-israel-s-dependency-on-palestinian-workers-1.9824446

Ziv, Oren, 2021, “Lydd’s Palestinians are Leading a New Uprising”, +972 Magazine, www.972mag.com/lydd-police-settlers-palestinians

SON SAYI