Çok önemli bir dönemden geçiyoruz. Bir taraftan 12 Eylül'ün iki generali yargılanıyor. Diğer taraftan 28 Şubat'ın sorumlusu olan, 6 milyon insanı fişleyen, Sincan sokaklarında tankları yürüten, Evren'in yaveri Çevik Bir'in başında olduğu generaller ve diğer subaylar yargılanıyor.
28 Şubat'ı "1000 yıl" sürdürmek için planlanan Balyoz darbe girişimi, Ermenileri hedef alan Kafes darbe planı ve diğer Ergenekon davalarından 700 kişinin yargılanmasına devam ediliyor. Birçoğu general, aralarında kuvvet komutanları, ordu komutanları ve bir eski genelkurmay başkanı var. Emekli ve muvazzaf subayların yanı sıra onlarla birlikte hareket eden bazı "siviller" de yargılanıyor.
Bütün bu davalar, bütün bu gelişmeler Türkiye'de devletin gizli yanlarıyla topyekûn bir hesaplaşma değildir. Burjuva devleti ve onun sayısız kirli işleri, haksızlıkları ve cinayetleri ile ancak işçi sınıfının iktidarı hesaplaşabilir. Ama bu gerçek, sürmekte olan davaların ve kısmi hesaplaşmaların eksik, yetersiz olduğu anlamına gelmez.
Kazanımlar
İşçilerin istedikleri ücret zammını almaları bir kazanımdır. Kimse "ama gene sömürülmeye devam edeceksin" diyerek ücret zammı isteyen işçilere karşı çıkamaz. Aksi takdirde "ücret zammı alma, sömürülmeye eskisi gibi devam et" denmiş olunur. Ücret artışının eksikliği anlatılır, ama eğer bu ücret artışı işçilerin talepleri ise ona karşı çıkılmaz, bir kazanım olarak sahip çıkılır.
Ya da sosyal sigortanın olmadığı bir ülkede işçilerin mücadelesi sonucunda iş başındaki hükümet bir sosyal sigorta sistemi kuruyorsa "bu sigortayı istemeyiz" denemez. Yeni gelen sosyal sigorta sisteminin eksikleri anlatılır, daha iyisi talep edilir, ama gelen sigorta sistemine sahip çıkılır. Yürümesi, işlemesi için mücadele edilir.
Bu tür örnekleri uzatmak mümkün. Aslında sorun reformlar için mücadele edip etmemekte düğümleniyor. Sol sekterler reformlar, demokrasi için mücadeleyi küçümserler. Her şeyi sosyalizme, devrimci iktidara ertelerler. Varsa yoksa devrimdir.
Sosyalistlerin mücadelesi elbette ki sosyalizm için, işçi iktidarı içindir. Ancak reformlar için, demokrasi için mücadele etmeyen bir işçi sınıfının sosyalizm için mücadele etmesi, işçi iktidarını kurması mümkün değildir. İşçi sınıfı reformlar için, demokrasi için mücadelede gelişir. Sınıf mücadelesi bilinci bu mücadeleler olmadan, bu mücadelelerde kazanımlar olmadan gelişmez, gelişemez.
İşçi sınıfının, halkın bilinci eğitimle, sosyalist eğitimle, devrimci, sosyalist partilerin propagandası ile gelişmez. Sınıf bilinci mücadele içinde, gelişir.
Ücret zammı için örgütlenen ve greve çıkan işçiler siyasal gerçeklerle yüz yüze gelir. Polisi, yargıyı tanırlar. Patronu daha iyi tanırlar. İşçilerin bilincini bu mücadele ortamı geliştirir. Sosyal haklar için reform talebi de aynı şekilde etki yapar.
Ama siyasal talepler için mücadele, siyasal taleplerin kazanılmasının etkisi çok daha fazla olur. Özgürlüklerin alanının işçiler ve halk için gelişmesi için girişilen bir mücadele işçi sınıfının siyasal bilincinde bir sıçrama yaratır.
Darbelere karşı mücadele siyasal bir mücadeledir. Demokrasi için verilen bir mücadeledir. Açık ki bu demokrasi burjuva demokrasisidir ama işçi sınıfı bu demokrasinin kendisi için de biraz daha fazla özgürlük vermesi için mücadele eder.
Geçmişte Türk Ceza Kanunu'nun 141-142. maddelerinin kalkması için verilen yığınsal mücadele işçi sınıfını ve tüm toplumu etkilemiştir. Bir burjuva hükümeti 141 ve 142'inci maddeleri kaldırmıştır. 141-142'nin yanı sıra 163'üncü madde de kalkmıştır ama toplumun büyük çoğunluğu bu maddelerin kalkmasını olumlamıştır. 141-142 bir mücadelenin ürünü olarak kalktı.
Burjuva sınıfının aşağıdan bir baskı gelmeden ya da bir mücadele dalgasının filizleri ortaya çıkmadan siyasal reformlar yapması, demokrasinin sınırlarını işçi ve emekçiler için genişletmesi düşünülemez.
1960'larda grev hakkının yasalaşması da benzer bir sürecin ürünüdür. Grev hakkı "işçi sever" Ecevit'in değil hem yasa çıkmadan önceki mücadelelerin hem de o mücadelelerin gösterdiği gibi daha büyük mücadele dalgalarının başlaması olanağının var olmasının ürünüdür.
141-142 yanında 163 ile çıkmıştır, grev yasası sınırlamalarla çıkmıştır ama her iki gelişme de kazanımdır ve emekçi sınıfların mücadelesinin kazanımıdır.
Nitekim grev yasası çıkar çıkmaz birçok iş yerinde grevler başlamış ve yasa işe yaramaz hale geldiğinde de fabrikayı işgal etmek gibi yeni mücadele biçimleri gelişmiştir. Aynı şekilde egemen sınıfta bir eliyle verdiğini öbür eliyle almaya çalışmıştır. Grev hakkı sınırlanmaya çalışılmış, 141-142'nin yerinde sola ve işçi sınıfı hareketine karşı başka yasal önlemler ileri sürülmüştür.
12 Eylül darbesinden 32 yıl sonra bugün toplumun büyük bir kısmı bütün askeri darbelere karşı olduğunu değişik biçimlerde gösterdi. Azımsanmayacak sayıda insan eylemleri ile darbelere karşı çıktı, sorumlularının yargılanmasını istedi. Daha küçük bir kesim darbeleri "iyi" ya da "kötü" darbeler olarak tasnif ederken büyük işçi, emekçi yığınları bütün darbelere karşı çıktı. 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat ve 27 Nisan. Sadece bunlara değil, darbe teşebbüslerine de karşı tutum aldı. Sokağa çıktı ve haykırdı.
Sol sekterlik
Sol sekterler, işçilerin ücret artışı için mücadelesini de yaşam koşullarının biraz daha iyi hale getirilmesi için sosyal reformlar için mücadelesini küçümsedikleri gibi siyasal reformlar için mücadelesini de küçümser ve hatta siyasal reformlar, demokrasi için mücadeleyi tamamen reddeder.
Türkiye'de küçük bir sol kesimin reformlar için mücadeleyi reddettikleri, demokrasi için mücadeleyi egemen sınıfların iç mücadelesi olarak gördüğü ya da iktidarın oynanmasına izin verdiği bir tiyatro olarak gördükleri biliniyor.
Sol sekterler diğer yandan da emperyalizmin gücünü abartır, o kadar ki onların abarttığı boydaki bir emperyalizm işçi ve emekçiler için yenilmez, yenilemez bir güçtür. Emperyalizmin gücünün, etkisinin abartılması işçi ve emekçiler için olumsuzdur.
Bu abartıcı tavra göre dünyadaki bütün gelişmeler emperyalizmin planları dâhilinde olur. Yerel egemen sınıfların, alt emperyalist ülkelerin, emperyalistlerin kendi için deki çelişkilerin hiçbir rolü yoktur. İşçi ve emekçilerin ise mücadelesi, gelişmeleri belirleme gücü hiçbir biçimde görülmez. İşte bu nedenle sol sekterlik aslında en sağcı, en gerici tutumdur.
Grevci işçiye "ücret zammını", "ekonomik mücadeleyi boş ver" derken, sosyal haklar için mücadeleyi küçümserken, işçileri aslında mücadele dışına çeker. Siyasal mücadelede ise verdiği tahribat daha ağırdır.
12 Eylül referandumunda sol sekterlerin "hayır" oyu çağrısı pratik olarak "12 Eylül yargılanmasın" anlamına gelmektedir. Hangi nedenle "hayır" demiş olurlarsa olsunlar sonuç budur. Yenildiler, işçi ve emekçi sınıfların büyük çoğunluğu onları dinlemedi, onlar gibi tutum almadı ve sonuçta 12 Eylülü gerçekleştiren generallerden hayatta kalan ikisi yargılanmaya başladı.
Referandum sırasında ve referandum sonrasında "hayır" diyen sol 12 Eylül'ün generallerinin zaman aşımı nedeniyle yargılanamayacağını savundu. Sonra yargılama başlayınca bunu iktidar partinin kazanımı olarak gördü. Bir kısmı yargılamaya karşı imza kampanyası başlatırken daha büyük bir kısmı da bu yargılamayı tiyatroya benzeterek 12 Eylül'ü sadece devrimin yargılayabileceğini savunmaya başladı.
Referandumda "hayır" oyu çağrısı yapanlar, aynı zamanda Ergenekon ve diğer darbe girişimi yapanların davalarını da ya küçümsüyor ve bunları AKP'nin hanesine yazılacak gelişmeler veya AKP'nin oynattığı tiyatro olarak görüyor ve fikirlerini daha da sağlamlaştırmak için bu işlerin arkasında aslında emperyalizmin olduğunu da ekliyor. Öyle ya, her şeyi yapabilecek güçte olan ABD 12 Eylül generallerini, bir NATO ordusunun sayısız generalini, darbe yapan, yapma hazırlığı içinde olanlara karşı tutum alıyor. Bu düşünce saf bir saçmalıktan öteye gidemez.
Ortadoğu devrimlerine de karşılar
Referandumda "hayır" oyu çağrısı yapanlar şaşmaz bir biçimde Ortadoğu devimleri konusunda da anlaşıyor. Ortadoğu devrimlerini reddediyorlar, bütün gelişmeleri emperyalizmin bölgeyi yeniden şekillendirmesi olarak görüyor.
Suriye konusunda ise durumları daha da acıklı. Bu çizgi Suriye'de Esad rejiminin katliamının aslında yalan olduğunu, Esad'a karşı bir halk ayaklanması olmadığını, ölenlerin abartıldığını ve gerçek olduğu kadar da bunların Esad'ın asker ve polisleri olduğunu söylüyorlar. Esad'a karşı mücadele eden güçler ise emperyalizm tarafından beslenen, emperyalizm tarafından Suriye'ye sokulmuş güçlerdir.
"Hayırcı" solun bir başka sorunu yığın hareketlerine bakmamasıdır. Nasıl ki bütün demokratik gelişmeler ve reformlar ancak aşağıdan gelen baskı ile mümkünse devrim de bir örgütün değil, yığınların, işçi yığınların kendi mücadelesinin sonucudur.
Mısır'da, Tunus'ta, Yemen ve Suriye'de ve Libya'da yığınlar harekete geçti. Aşağıdan bir hareket yükseldi. Her birinde gelişme farklı oldu. Egemen sınıfların yığın hareketine müdahaleleri farklılıklara sahip. Bu nedenle her birinde devrim farklı yollarda ilerledi, ilerliyor. Ama yığın hareketlerinin olduğu bütün Arap ülkelerinde büyük yığınlar, milyonlar muazzam bir deney yaşadılar, bu deney içinde değiştiler ve yeniden şekillendiler.
AKP'yi eleştireceğim derken, 12 Eylül'ü aklamak
Darbe karşıtı harekete karşı yığınsal mücadele, yığınsal tutum da işçi ve emekçiler için muazzam bir deney. Darbecilerin yargılanmasını AKP'ye bağlamak yığın hareketini, toplumun talebini görmemektir. Kaldı ki Türk egemen sınıfı neden darbecilerin yargılanmasını istesin, neden iktidar partisi, AKP böyle bir isteğe sahip olsun? AKP neden kendisinden önce darbeler tarafından alaşağı edilen iktidarlardan farklı davransın?
Bu soruların gerçek bir cevabı yoktur. Verilebilen tek yanıt darbe karşıtlığının AKP'nin kendi sivil vesayetini kurmasına yaradığı biçimindedir. Öncelikle sivil vesayet nedir? Bazıları Mussolini ve Hitler'i örnek göstermekte, bu iki faşist diktatörlüğün de seçimlerle işbaşına geldiğini anlatmaktadırlar. Bu tam bir yalandır. (bakınız benim Alman Nazileri Nasıl İktidara Geldi? Broşürüm, Sosyalist İşçi Yayınları, 2011) Faşist partiler iktidara seçimlerle değil, şiddeti araç olarak kullanarak geldi. Mussolini'nin faşistleri Roma'ya yürüdü, Alman Nazileri ise seçimlerde oy kaybına uğramasına rağmen Alman Sosyal Demokrat ve Komünist Partileri'nin birleşememesinin sonucu iktidarı gasp etti ve gene şiddet kullanarak iktidarını kurdu.
Bugün içinde yaşadığımız koşulları 12 Eylül rejimi ile ya da hemen öncesi ile karşılaştırmak gene sol sekter bir tutumdur ve aslında 12 Eylül'ü aklamaktır ve aslında en sağcı tutumdur.
En kısa olarak söylersek, 12 Eylül'de 650 bin kişi gözaltına alındı. Parlamento, bütün siyasi partiler, sendikalar ve bütün örgütler kapatıldı. 7 bin kişi için idam cezası verildi vs.
Bugünü bırakalım 12 Eylül rejimi ile DSP, MHP ve ANAP hükümeti dönemi ile bile karşılaştırmak mümkün değildir. Bunu yapmak "hayata dönüş" operasyonunda, açlık grevlerinde ölenlerin katliamını aklamaktır. Binlerce ve binlerce faili meçhul cinayeti aklamaktır. İşte bu nedenle sol sekterlik aslında en sağcı, en çirkin tutumdur.
AKP'yi eleştireceğim diye dünü, daha karanlık günleri aklamaktır. Öte yandan bugünün nispi farkını AKP'ye bağışlamaktır. Sanki bugünkü nispi gelişmeler AKP'nin ihsanları gibi düşünmektir. Bu gene işçi ve emekçileri, onların tutumunu görmemek, onların mücadelesini önemsememektir.
Emekçiler ve AKP
Zaten sol sekterlik işçi ve emekçilerin büyük yığınlar halinde AKP'ye oy vermesini de sekterce yorumlamaktadır. Onlara göre emekçiler, yoksul halk bazen bir kilo kömüre, bazen makarnaya veya benzeri bir şeylere karşılık oyunu AKP'ye vermektedir. AKP eğer böyle kömür, makarna dağıtmasa aslında oy falan alamaz. Bütün bunlardan dolayı da sekter sol, sıklıkla halkı koyun gibi, yani güdülen sürüler olarak tanımlamaktadır.
Büyük yığınların sağ partilere, egemen sınıf partilerine oy vermesi yeni bir durum değil. 1950'lerde Demokrat Parti'ye, 1970'lerde Adalet Partisi'ne oy verildi. Ama halk hiçbir zaman askeri diktatörlüklere destek vermedi.
Kimileri 12 Eylül'den sonra halkın darbecilere destek verdiğini iddia etseler de bu doğru bir tespit değil. Anayasa oylamasının büyük bir çoğunlukla evet ya da yetmez ama evet demesini sekter sol halkın cahilliğine, önüne çıkan referandum sorularını anlamamasına vb bağladı. Hayır diyen Türkiye'nin daha zengin, daha burjuva ve büyük olasılıkla" okumuş yazmış" kesiminin ise "hayır" demiş olmasını ise bilinçli bir tutu olarak gördü. Öte yandan anayasal değişikliklere evet diyenlerin AKP'ye evet dediklerini de düşündü.
Bunlar yanlış. Halk, daha çok emekçiler referandumda karşılarına çıkan değişiklik maddelerine ever dediler. Bir kısmı değişiklikleri yetersiz buldu ama gene de evet dedi. Toplum, emekçiler 12 Eylülcülerin yargılanmasını istiyordu. Toplum darbe planlarken suçüstü yakalanan generallerin ve subayların askeri mahkemelerde değil sivil mahkemelerde yargılanmasını istiyordu. Yargının yargı elitinin kontrolünden kurtulmasını itiyordu. Evetin nedenleri bunlar. Hayrın nedeni ise anayasa değişikliğinin olumluluklarının AKP'ye kalacağı korkusuydu. Ne var ki bu korku ve endişe ile verilen hayır oyu sonunda tam da AKP'ye yaradı. AKP oyları arttı.
Kürt sorunu
Türkiye'de gündemin her zaman en belirleyici sorunu Kürt sorunudur. Kürt sorunu her şeyden önce Kürt ulusal kimliğinin yasal ve anayasal bir biçimde tanınması, bölgesel demokratik özerkliğin tanınmasıdır.
Bu talepler bugüne kadar savaş içinde öne sürüldü ve bugün gelinen noktada artık toplumun büyük çoğunluğu sorunu biliyor ve kavramları açık açık kullanarak tartışabiliyor. Sorunun çözümü ancak barışla mümkün. Barışa özgürlükler kazanılmadan ulaşılamaz ve aynı şekilde özgürlükler de barış kazanılmadan kazanılamaz.
Darbecilerin yargılanması demokrasi açısından önemli bir adımdır ama bu adımın daha da ilerlemesi, darbelerin arkasındaki anlayışın bütünüyle yenilgiye uğraması ancak Kürt sorununda adil bir barışın kazanılması ile mümkündür. Aynı şekilde barışın kazanılması da özgürlüklerin kazanılmasını gerekli kılmaktadır.
Kısacası barış ve özgürlükler sorunu iç içe geçmiştir. Bu iki sorunu birbirinden ayırmak mümkün değildir. Sosyalistler bir yandan özgürlükler için mücadele edecekler. Demokrasinin işçiler için sınırlarının biraza olsun geri itilmesi için mücadele edecekler. Diğer yandan da işçi ve emekçiler arasında şovenizme, milliyetçiliğe karşı amansızca mücadele edecekler.
Darbe karşı harekete katılanların hepsi solda yer almıyordu ama hareketin önünde sosyalistler vardı. Bu nedenle bütün gösterilerde, bütün çıkışlarda özgürlük sorunu ile barış sorunu, Kürt kimliğinin tanınması sorunu yan yana ele alındı.
Önümüzdeki dönem reformlar ve demokrasi için mücadeleyi yoğunlaştırmak gerekiyor. Sol sekterler, ulusalcı sosyalistler ne kadar küçümserlerse küçümsesinler, işçi ve emekçi sınıfların bir kesiminin bilincini ne kadar karartırlarsa karartsınlar, işçi sınıfı hareketini ABD emperyalizminin "teröre karşı savaş" konsepti gibi İslamcı, İslamcı olmayan diye bölmeye çalışırlarsa çalışsınlar, darbelere karşı mücadelede kervan yola çıktı. Buradan geri dönüş yok. Önümüzdeki dönemde mücadeleyi yoğunlaştırmak ve 12 Eylül, Ergenekon, Balyoz, 28 Şubat vs yargılamalarının daha da genişlemesi için mücadele etmek, yargılananların kısa zamanda cezalandırılmasını sağlamak gerekir.
Sosyalistler aynı zamanda Kürt hareketinin kendi kaderini tanıma hakkına saygılı olarak onun yanında yer almalı, barışın kazanılması için mücadele etmelidir.
Barış ve özgürlük! Günümüzün şiarı budur!
DOĞAN TARKAN
(Nisan 2012)