John Molyneux: Ulusal Sorun - Bazı Temel İlkeler

BROŞÜRLER
Tipografi
  • Daha Küçük Küçük Orta Büyük Daha Büyük
  • Varsayılan Helvetica Segoe Georgia Times

Marksistler milliyetçi değil, enternasyonalisttir.

Milliyetçilik, burjuva ideolojisinin ana unsurlarından biridir. Tüm ulusların kapitalist sınıflarının, işçi sınıfının ve ezilen ulusların rızasını ve hatta desteğini elde etmesini sağlayan ideolojik araçlardan biri, bugünün dünyasında muhtemelen temel ideolojik araçtır.

Benzer ideolojik fenomenlerin çoğu gibi, milliyetçilik de sabit bir "şey" ya da bir doktrin değil, daha ziyade bazen açıkça söylenen, bazen doğal karşılanan ve çoğu zaman ise "bariz" ve "sağduyu" olarak kabul edilen bir tutumlar ve ifadeler toplamıdır. Farklı zamanlarda, farklı oranlarda, farklı vurgular yapılarak bir araya getirilip farklı milliyetçilik formülasyonları oluşturan başlıca milliyetçi  varsayımlardan bazıları şunlardır.

  1. İster İrlanda'da, isterse Amerika, Britanya, Almanya ya da başka bir yerde olsun, belirli bir millet; "bizim" milletimiz bir şekilde diğer milletlerden daha üstün olan "en iyi" millettir. Bu düşünce "Amerika dünyadaki en büyük ülkedir" ya da "Britanya dalgalara hükmeder" ya da "Deutschland uber Alles" (Almanya her şeyin üstündedir-çn)gibi sözlerde ifadesini bulur.
  2. Birinin ulusal kimliği o kişinin en önemli ya da öz kimliğidir; sınıf, cinsiyet, etnisite, mahalle, meslek vb gibi diğer kimliklerden önce gelir.
  3. Milletler, ya da verili bir milletin halkı, belirli ulusal karakteristiklere sahiptirler ve bunlar bir şekilde "onların kanında vardır" veya genlerine işlemiştir. Bunlar ulusal tarihinin bir ürünü değildir, aksine ulusal tarihi açıklayan veya şekillendiren bu özelliklerdir. Örneğin Britanyalılar "ılımlı" ve uzlaşmaya yatkınlardır veya Amerikalılar "özgürlük düşkünü"dürler. Söz konusu olan birinin kendi ülkesi olduğu zaman bu karakteristiklerin çoğunlukla olumlu, diğer, özellikle "düşman" ülkeler olduğu zaman olumsuz olduğu belirtilmelidir.
  4. Verili bir ulusun tümünü birleştiren ortak "ulusal" bir çıkar vardır ve "kısmi" çıkarlar (sınıf, cinsiyet, etnisite, mahalle vb) bu ulusal çıkara tabi kılınmalıdır: "Ücret kesintisini kabul etmek işçilerin ulusal çıkarlarına uygundur." veya "Ulusal çıkarlar için hepimiz fedakarlık yapmalıyız."
  5. Diğer uluslarla girilen ekonomik, siyasi ve hatta sportif mücadelelerde "kendi" ülkesini desteklemek bir yurttaşın görevidir. Bu durum en şiddetli şekilde savaş zamanında uygulanır, bunun aksi bir davranış "hainlik" sayılır.
  6. Hükümetin ve devletin asıl işi ulusal çıkarları temsil etmektir ve bunu yapmak hükümetin vatandaşlarının çıkarını "yabancıların" çıkarının önüne koyması gerekir. Bu düşünce "Neden kendi memleketimizde sorunlar varken dışarıya bu kadar çok yardım yapıyoruz? Önce kendimiz gibileri düşünmeliyiz" veya "İrlanda'daki/Britanya'daki/ Fransa'daki işler İrlandalılara/Britanyalılara/ Fransızlara" gibi sözlerde ifadesini bulur.

Yukarıda belirtilen altı varsayımın hepsi yaygın olsa da, politik olarak en önemli olan ve en çok yere nüfuz eden son üçüdür. Bir "üstünlük" iddiasını ilkel ve küstah bularak reddedecek olan pek çok insan ve siyasetçi yine de son üç maddeyi temelde kabul ederler. Özellikle "ulusal çıkar" kavramı neredeyse tüm "ana akım" siyasetçiler tarafından kabul görür ve güncel siyasi tartışmaların hemen hemen tamamını şekillendirir.

Milliyetçiliğin bu kadar yaygın ve güçlü olmasının ana nedenlerinden biri, modern dünyadaki temel maddi gerçeklerden birini; yani ekonomik, sosyal ve siyasi hayatın neredeyse dünyanın her yerinde aslında ulus devletler temelinde düzenlendiğini ifade ediyor olmasıdır. Milliyetçilik ideolojisinin gizlediği ise bu 'gerçeğin' yakın zaman öncesinde ortaya çıktığıdır. Milliyetçiliğin genel eğilimi "ulusun" tarihini hatırlanamayacak kadar eskilere götürmek, böylece onu doğallaştırmak ve meşrulaştırmaktır. Bu yüzden o dönemde bir İrlanda ya da İtalya ulus devleti ya da ulusal bilinci olmamasına, İrlanda ve İtalya'nın sadece (İskandinavya ya da Güney Afrika'nın bugün olduğu gibi) coğrafi ifadeler olmasına rağmen, sanki bugün mevcut olan haliyle İrlanda ya da İtalya'da ile aynı tür bir oluşumdan bahsediyormuşuz gibi 10. yüzyılda İrlanda'sı veya 12.yüzyılda İtalya'sından denildiğini duyarız. Modern anlamda ulus devletlerin ortaya çıkması, genel olarak 16. yüzyıldan itibaren1 kapitalizmin gelişmesi ve burjuvazinin yükselmesiyle ve bunun bir parçası olarak gerçekleşti ve milliyetçilik en başından beri özellikle bir burjuva ideolojisiydi. 

Marksist enternasyonalizm, bu burjuva ideolojisine karşı çıkarak yukarıda özetlenen altı varsayımın her birini reddeder.

  1. Hiçbir ulus (veya "ırk" veya "halk" veya "kültür") doğası gereği diğerlerinden daha üstün değildir. Elbette tarihin belirli dönemlerinde belirli devletlerin veya dünyanın bazı bölgelerinin kendi ekonomik, siyasi ve askeri egemenliklerini2 kurmayı başardığı doğrudur ancak bu tarihsel olarak belirlenir, ulusların tabiatında olan kapasite ile hiçbir ilgisi yoktur ve bu her zaman geçici bir fenomendir. Örneğin MÖ 100 yılından MS 400 yılına kadar Roma'nın (dünyanın bir parçasına) egemen olduğu bir dönem olmuştur. Milattan sonra 1000 yılı civarında Çin, 19.yüzyılda Britanya, 20.yüzyıldaABD öndeydi, 21.yüzyıldaki liderliği ise Çin ele geçirmeye çalışıyor.
  2. Bireylerin çoklu "kimlikleri" vardır; ulus, cinsiyet, etnisite, mahalle, aile, din, meslek, sınıf vb. Kişinin bilincinde hangi kimliğin ağır basacağı şartlara, sosyal ve siyasal mücadelenin sonucuna bağlıdır. Burjuva milliyetçileri ulusun ağır basması için mücadele ederler, sosyalistler sınıfın ağır basması için.
  3. "Ulusal özellikler" vardır, ancak tarihin onlar tarihin ürünleridir ve farklı uluslardan insanların ortak özellikleri göz önüne alındığında tamamıyla marjinal kalırlar. Dahası, tarihi anlamak açısından neredeyse hiçbir değerleri yoktur. İrlandalı direnişi (1916 ya da 1920'deki) ya da İrlandalı pasifliği (2011 'deki) gibi kavramlar kullanılan oluşturulan "İrlandalı karakteri" Fransızların "her zaman sokakta olması" (ki keşke olsaydı) Latin Amerikalıların devrim yapmayı alışkanlık edinmesi gibi ifadelerden daha anlamlı değildir. Doğuştan gelen bir "ulusal özellik" kavramı ile tarihsel olarak oluşan ve sürmekte olan siyasi mücadelelerin şekillenmesinde gerçekten de bir payı olan (sosyal hafızanın da dahil olduğu) ulusal gelenekler arasında bir ayrım yapılmalıdır.3
  4. Marksist enternasyonalizm ortak ulusal çıkar fikrini reddeder. Her ulus farklı sınıflardan oluşur ve kapitalist sınıfların -bunlar ister İrlandalı, Alman ya da Rus olsunlar- çıkarları, sistematik olarak sömürdükleri "kendi milletlerinden" işçi sınıflarının çıkarlarıyla tamamıyla çelişir. "Ulusal çıkar" kavramı bu sömürüyü ve çıkar çatışmasını gizlemeye hizmet eder. İşçilerden "ulusal çıkarlar uğruna" fedakarlık yapmaları istendiği zaman, gerçekte onlardan istenen patronlarının kârlarını arttırmak için fedakarlık yapmalarıdır. Kapitalist bir toplumda "ulusal çıkar" her zaman kapitalist sınıfın çıkarı anlamına gelir.
  5. Eğer milliyetçiliğe göre, bir vatandaşın görevi "kendi" ülkesini yani kendi egemen sınıfını desteklemekse, bir sosyalistin ve enternasyonalistin yükümlülüğü de kendi ülkesindeki ve tüm dünyadaki işçi sınıfını ve ezilenleri desteklemektir. Bu yükümlülük özellikle savaşlar için geçerlidir ve bizim savaşlardaki tutumumuzu, savaşın işçi sınıfının bakış açısından ilerici ya da gerici karakteri belirler.
  6. Göçmenlik kontrolleri ve kısıtlamaları, "İrlanda'daki işler İrlanda işçilerine" gibi sloganlar veya yabancılara yönelik her türden ayrımcılığın arkasında yatan "bizim" veya "bizim hükümetimizin" önce "kendimizden olanlara" bakması gerektiği milliyetçi savına karşılık olarak enternasyonalist tutum "kendimizden olanların" tüm ülkelerin işçi sınıfı ve ezilenleri olduğudur. Bu yüzden Marx ve Engels'in Komünist Manifesto'daki sloganı -Dünyanın Bütün İşçileri Birleşin!- her zaman tüm hareketimizin temel sloganı olmuştur.

Eğer milliyetçiliğin maddi temeli kapitalist çağda yukarıda bahsi geçen "ekonomik, sosyal ve siyasi hayatın aslında ulus devletler temelinde düzenlendiği" gerçeği ise enternasyonalizmin temeli bundan daha köklü bir gerçektir. Rekabet eden uluslar olarak örgütlenmesine rağmen, kapitalizm en nihayetinde uluslararası bir sistemdir. Avrupa'da kapitalizmin gelişmesi, 16. yüzyıldaki başlangıcında bile, tümüyle küresel olan "ilkel sermaye birikimi" süresine dayanıyordu. Marx'ın Kapital'de tasvir ettiği gibi:

Amerika'da altın ve gümüş madenlerinin keşfi, yerli halkın kökünün kazınması, köleleştirilmesi ve madenlerin bunların mezarı haline getirilmesi, Doğu Hint Adalarının fethine ve yağmalanmasına başlanması, Afrika'nın, siyah derililerin ticari amaçlarla avlandığı alana çevrilmesi, kapitalist üretim döneminin şafağının işaretleriydi. Bu masalımsı süreçler ilk birikimin ana uğraklarını oluşturur. Bunu, sahnesi bütün yeryüzü olmak üzere, Avrupalı ulusların ticaret savaşları izler. Bunlar Hollanda’nın İspanya’dan ayrılmasıyla başlar, İngiltere’de Jakobenlere karşı savaşla muazzam boyutlara ulaşır ve Çin’e karşı girişilmiş Afyon Savaşı ile hala devam eder. vb.4

18.yüzyılın sonlarındaki Sanayii Devrimi ve 19. yüzyılın sonlarında emperyalist çağın başlangıcı ile birlikte kapitalist üretimin bu uluslarasılaşması fazlasıyla yoğunlaştı. Yine, bütün bunlar Marx tarafından daha 1848'de olağanüstü bir doğrulukla öngörülmüş ve çözümlenmişti.

Burjuvazi, dünya pazarını sömürmekle, her ülkenin üretimine ve tüketimine kozmopolik bir nicelik verdi. Gericileri derin kedere boğarak, sanayinin ayakları altından üzerinde durmakta olduğu ulusal temeli çekip aldı. Eskiden kurulmuş bütün ulusal sanayiler yıkıldılar ve hali da her gün yıkılıyorlar. Bunlar, kurulmaları bütün uygar uluslar için bir ölüm-kalım sorunu haline gelen yeni sanayiler tarafından, artık yerli hammaddeleri değil, en ücra bölgelerden getirilen hammaddeleri işleyen sanayiler, ürünleri yalnızca ülke içinde değil, yeryüzünün her kesiminde tüketilen sanayiler tarafından yerlerinden ediliyorlar. O ülkenin üretimiyle karşılanan eski gereksinmelerin yerini, karşılanmaları uzak ülkelerin ve iklimlerin ürünlerini gerektiren yeni gereksinmeler alıyor. Eski yerel ve ulusal kapalılığın ve kendi kendine yeterliliğin yerini, ulusların çok yönlü ilişkilerinin, çok yönlü karşılıklı bağımlılığının aldığını görüyoruz. 

Burjuvazi bütün ulusları, yok etme tehdidiyle, burjuva üretim biçimini benimsemeye zorluyor; onları uygarlık dediği şeyi benimsemeye, yani bizzat burjuva olmaya zorluyor. Tek sözcükle, kendi hayalindekine benzer bir dünya yaratıyor.5

Son otuz yılın yoğun küreselleşmesi Marx'ın öngörüsünü en ince ayrıntısına kadar doğruladı. Dahası bu uluslararası entegrasyonun sonucu, kapitalizmin maruz kaldığı kriz ve durgunluk fenomeninin de uluslararasılaşması oldu. Bu duruma hem 1930'ların büyük bunalımında hem de 2008'de başlayan durgunlukta şahit olduk. 

Dolayısıyla bu da, kapitalizme karşı mücadelenin uluslararası karakterine katkıda bulunuyor. Açık ki bu, ulusal özelliklerin -örneğin geçtiğimiz birkaç yılda Yunanistan'daki mücadelenin düzeyi İrlanda'dakinden daha yüksek oldu- varlığını sürdürdüğü eşitsiz bir süreç. Yine de sınıf mücadelesi, özünde uluslararası olan saldırı ve geri çekilme dalgaları şeklinde gerçekleşiyor.

Nitekim 1774 Amerikan Devrimi'ni, 1789 Fransız Devrimi'ni, 1791'de Haiti ve başka yerlerdeki köle isyanlarını ve 1798 İrlanda İsyanı'nı kapsayan bir "devrim çağı" vardı. Daha sonra Fransa, Almanya, Avusturya, Macaristan, İtalya'nın bazı bölgeleri, Polonya'da devrimlerin olduğu, Britanya'da Çartistlerin kampanyaya başladıkları ve Amerika'da Fenianların kurulduğu 1848 geldi. Bunu uzun bir kapitalist genişleme ve siyasi gericilik dönemi izledi. Birinci Dünya Savaşı'na giden yıllarda Britanya'da "Büyük Kargaşa"nın yaşandığı, Fransa'da sendikalizm Amerika'da IWW'nin yükseldiği, Dublin'de Lokavt'ın gerçekleştiği bir sanayi işçileri isyanı dönemi yaşandı. Bu dönem savaşın patlak vermesiyle yarıda kesildi ancak mücadele 1916 Paskalya Ayaklanması, 1917 Rus Devrimi, 1918-23 Alman Devrimi, Macaristan ve Fin Devrimleri, 1919-20'deki "Biennio Rosso" (İki Kızıl Yıl-çn) İrlanda Bağımsızlık Savaşı ve buna benzer pek çok olayla daha yüksek bir düzeyde geri döndü. 

Bu büyük devrimci dalganın başarısızlığını, faşizmin ve Stalinizmin zaferi ile doruk noktasına ulaşan uzun bir uluslararası yenilgi dönemi izledi. 1950'ler ve 60'larda uzun süreli bir kapitalist büyüme yaşandı ancak büyüme hızını kaybettikçe mücadele yeniden canlandı. Özellikle 1968 ve sonrasında Fransa'da Mayıs Olayları, ABD'de siyah hareketi ve Vietnam Savaşı karşıtı hareket, uluslararası öğrenci hareketi, 1972-74'de Britanya'daki endüstriyel mücadeleleler, İrlanda'daki Sivil Haklar Hareketi ve "Sorunlar"ın başlaması, Şili'deki Halk Birliği hükümeti vb ile mücadele yeniden hayat buldu. 1980'ler ve 90'lar -Reagan'ın, Thatcher'ın ve neoliberalizmin çağı- genel olarak sağcıydı ama son krizin ardından, 2010'dan sonra Tunus ve Mısır'dan İspanya ve Occupy Hareketine uzanan bir isyan dalgasına şahit olduk.

Marx ve Engels'in en başında fark ettikleri kapitalizmin küresel doğası nedeniyle sosyalizm tek ülkede gerçekleştirilemez. Komünist Manifesto' nun ilk taslağı olan Komünizmin llkeleri'nde (1847) Engels soruyu doğrudan ortaya koyar:

Bu devrimin yalnızca tek ülkede gerçekleşmesi mümkün olacak mıdır?

Ve cevaplar 

Hayır. Büyük sanayi, dünya pazarını yaratarak çoktan dünya halklarını, özellikle uygar halkları bir araya getirdi ve hiçbirini bir diğerine olanlardan bağımsız kalamayacak kadar yakın bir ilişki içine soktu.6

Lenin bu noktayı pek çok sefer vurgulamıştır. Örneğin Ocak 1918'de: 

Sosyalizmin tek ülkede son zafere ulaşması elbette imkansızdır. Sovyet iktidarını muhafaza eden işçi ve köylü birliğimiz büyük bir dünya ordusunun birliklerinden biridir.7

Kasım 1920'de, devrimin 3. yıldönümünde:

O zaman (Ekim 1917) bizim zaferimizin kalıcı olmasının tek yolunun, davamızın dünya çapında zafere ulaşması olduğunu biliyorduk ve bu yüzden amacımız için çalışmaya başladığımızda yalnızca dünya devrimine bel bağladık. Her zaman biliyoruz ve asla unutmamalıyız ki bizim davamız uluslararasıdır, en zengin ve en uygar ülkelerde dahil her yerde devrim gerçekleşene kadar, bizim zaferimiz yalnızca yarım bir zafer belki daha azı olarak kalacaktır.

Daha sonraları, enternasyonalizmin ve dünya devrimi amacının savunulması, Troçki'nin "tek ülkede sosyalizm" doktrinini savunan Stalinizme karşı mücadelesinde temel mesele haline geldi. Bugünün küreselleşmiş dünyasında tek bir ülkede sosyalizmi kurmayı başarma düşüncesi akla yatkın olmaktan hiç olmadığı kadar uzaktır.  

Tüm bu nedenlerden ötürü uluslararası dayanışmanın, uluslararası sosyalist örgütün ve ırkçılığa, milliyetçiliğe ve işçi sınıfını bölen gündelik önyargılara karşı mücadelenin yükseltilmesi sosyalizmin merkezinde yer alır.

Ulusal Baskı ve Ulusal Özgürlük

Sosyalistlerin milliyetçiliğe karşı çıkmaları, onların ulusal baskı meselelerine kayıtsız kaldıkları anlamına gelmez. Aksine sosyalistler nasıl ki kadınların ezilmesinin, LGBT bireylerin ezilmesinin ve dinsel baskının kararlı muhalifleri olmak zorunda iseler, aynı şekilde tüm ulusal baskı biçimlerine de karşı çıkmalıdırlar.

Bu durum belirgin bir paradoksa yol açar. Tarihsel olarak ulusal baskının en önemli şekli, ulusların ya da halkların ulusal bağımsızlık veya devlet olma hakkının reddedilmesidir. 

Kapitalizmin gelişmesiyle birlikte, bir dizi imparatorlukta bu durumla karşılaşılmıştır. İspanya, Portekiz, Hollanda, Belçika, Fransa, Rusya, Almanya, Avusturya, Japonya, İtalya, ABD, Türkiye ve hepsinden önemlisi Britanya, bağımsızlığını reddettiği sayısız sömürgeye sahipti; Hindistan, İrlanda, Kenya, Cezayir, Vietnam, Nijerya, Batı Hint Adaları, Angola, Kongo, Sırbistan, Gürcistan vb. Eğer sosyalistler ulusal baskıya karşı mücadelelerinde böyle ulusların veya muhtemel ulusların özgürlük mücadelelerini desteklerlerse, dolayısıyla milliyetçiliği desteklemiş veya en azından ona taviz vermiş olmazlar mı?

Büyük Polonyalı-Alman devrimci sosyalist Rosa Luxemburg'un 20.yüzyılın başlarında özellikle Polonya'ya ilişkin olarak öne sürdüğü görüş buydu. Bu dönemde Polonya Rusya'nın bir sömürgesiydi ancak tam bir enternasyonalist olan Luxemburg, Polonya'nın bağımsızlığını desteklemeye karşı çıktı. Çünkü Polonyalı milliyetçilerin gerici ve işçi sınıfı karşıtı olduğu düşünüyor ve bunun yerine Polonyalı işçilerin Çar' a karşı -Bu Rusya' da 1905 devriminin olduğu dönemdi- mücadelede Rus erkek ve kadın kardeşleriyle birleşmeleri gerektiğini savunuyordu. Buna karşı Lenin sosyalistlerin Rus imparatorluğu içindeki ezilen ulusların -Polonya, Gürcistan, Letonya, Kazakistan vb- isterlerse ayrılma hakkı da dahil olmak üzere, kendi kaderlerini tayin hakkını savunmasının olmazsa olmaz olduğunu savundu.

Luxemburg bunun milliyetçiliğe verilen bir taviz olduğunu ve küresel kapitalizmde küçük ulusların "bağımsız" bir şekilde gelişebileceğine dair yanılsamalar yarattığını düşünüyordu. Lenin milliyetçiliğe herhangi bir taviz verdiğini reddederek kendi kaderini tayin hakkını savunmanın yalnızca demokratik ilkelerin ulusal soruna uygulanması olduğunu savundu. Dahası, sosyalizmin amacı olan işçi sınıfının uluslararası birliğinin, yalnızca gönüllü bir birlik olabileceğinden ötürü, bunun tam da enternasyonalist bir görev olduğunu ileri sürdü. Bu kapitalizm ya da emperyalizm tarafından dayatılamazdı. Lenin eğer sosyalistlerin fetih ve sömürgeciliğe karşı çıkmakta başarısız olup, ulusların kendi kaderini tayin hakkını inkar ederlerse, enternasyonalist olmaktan çıkıp ulusal baskının suç ortağı haline geleceğinin altını çizdi. 

Rosa Luxemburg büyük bir sosyalist ve kendini adamış bir enternasyonalistti ama tarihin bu konuda Lenin'i haklı çıkardığına şüphe yoktur. Geride bıraktığımız yüz yılda, emperyalizm var olduğu her yerde, ulusal özgürlük hareketi şeklini alan direnişlerin ortaya çıkmasına neden oldu. Bu hareketler son derece önemli ve genel olarak ilerici bir rol oynadılar. Sosyalistlerin Hindistan, Gana, Kenya, Zimbabve ve İrlanda'nın Britanya İmparatorluğu'na, Cezayir'in Fransız emperyalizmine, Vietnam'ın Amerikan emperyalizmine, Angola ve Mozambik'in Portekiz emperyalizmine karşı yürüttükleri ulusal bağımsızlık mücadelesini desteklemeleri gerektiği açıktır. Lenin sömürgelerdeki ulusal özgürlük isyanlarının ve mücadelelerinin emperyalist ülkelerdeki egemen sınıfları nesnel olarak zayıflatacağını ve böylece bu ülkelerde devrimin gelişimine destek olacağını düşünüyordu. Bu düşüncenin doğruluğu pek çok olayda kanıtlandı: Örneğin 1960'larda, Vietnamlıların direnişinin ABD'de içindeki direnişin -siyah hareketinin, savaş karşıtı hareketin ve öğrenci isyanının- gelişimi üzerinde muazzam bir etkisi oldu. Ulusal özgürlük hareketleri gerçekten 60'lardaki uluslararası isyanda önemli bir faktördü. Mayıs 68'deki Paris olaylarını etkilemişti. Portekiz'deki faşist rejimin, 1974'te Portekiz Devrimi ile devrilecek kadar zayıflamasını sağlayan Angola, Gine-Bissau ve Mozambik'teki ulusal özgürlük hareketleriydi.

Ancak anti-emperyalizm ve ulusal özgürlük hareketlerine destek sosyalist solda (ana akım sosyal demokrasi ve İngiltere'deki İşçi Partisi, bunun aksine genelde emperyalizm yanlısıydı)9 yaygın hale gelse bile bu çoğu zaman Marksistlerin veya sosyalistlerin milliyetçilikle birleşmeleri ya da kendilerinin milliyetçi hale gelmeleri eğilimini de beraberinde getirdi. Bu eğilime çoğunlukla eskiden Üçüncü Dünya diye adlandırılan ülkelerde rastlansa da, Üçüncü Dünya milliyetçiliğine sempati duyan pek çok batılı solcu da bu eğilimden etkilendi. Tarihsel olarak bu durumun temel sorumlusu Stalinizmdir. 1924'ten sonra Stalin, tek ülkede sosyalizm teorisinin peşinden, Komünist Enternasyonali tüm dünyadaki Komünist partileri Rus dış politikasının bir aracı haline getirmek için kullandı. Bu partilerin görevi devrimlere önderlik etmek yerine güçlü müttefiklere edip onları Sovyetler Birliğinin "dostu" haline getirmek ve onu dış müdahaleye karşı korumak haline geldi. Pek çok durumda bu müttefikler şu veya bu şekilde milliyetçilerdi ve Komünist partilerin kendileri de milliyetçileşmeye başladılar. Bunun yanı sıra Stalinizm azgelişmiş ülkelerin tümünde bir "aşamalı devrim teorisi" benimsedi. Bu teoriye göre bu ülkeler yalnızca "yurtsever burjuvazi" ile ittifak kurularak yapılacak bir "ulusal demokratik devrim" için hazırlardı, ancak bu tamamlandıktan sonra sosyalizm mücadelesi başlayacaktı.10 Bu "komünistlerin" veya sosyalistlerin radikal milliyetçilere dönüşmesini pekiştirdi. Bu dönüşüme örnek olarak Ho Chi Minh ve Ulusal Kurtuluş Cephesi, Küba'daki Fidel Castro ve İrlanda'daki sol cumhuriyetçilik verilebilir. 

Özetlemek gerekirse: Marksistler ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını ve ezilen ulusların ulusal özgürlük mücadelelerini desteklerler ama bunu kendi başına bir amaç olarak görmez, bu desteği işçi sınıfının uluslararası birliğini güçlendirmeyi amaçlayan enternasyonalistler olarak verirler.

Haydut Rejimler ve Teröristler

Soyut bir sorun olarak konulduğunda, çoğu solcu ve demokrat ulusların kendi kaderini tayin hakkını canı gönülden destekler. Dahası, somut birkaç örnek vermek gerekirse, soldan çok az kişi Hindistan, Vietnam, Küba ve İrlanda'nın bağımsızlık hakkına veya Güney Afrika'da çoğunluğun yönetimine karşı çıkar. Bunun bir nedeni bu ulusal hareketlerin liderliklerinin (Gandhi, Ho Chi Minh, Castro, Pearse ve Connolly, Mandela) yaygın bir şekilde ilerici ve kahraman şahsiyerler olarak görülmesidir. Diğer bir neden ise bu hareketleri itibarsızlaştırmak için kullanılan ideolojik aracın, yani onların "komünist" olduğunu söylemenin, gücünü büyük oranda kaybetmiş olmasıdır. Ulusal rejimin veya hareketin daha az çekici veya ilerici göründüğü yerlerde, örneğin Libya'daki Kaddafı rejiminde veya Taliban'ın Afganistan'ında işler çok farklı olabilir. 

Emperyalistler ve onların paralı propagandacıları bunu çok iyi bilirler. Eğer bir ülkeye, kendi yağmacı amaçları için saldırmayı, onu fethetmeyi, işgal etmeyi, sömürgeleştirmeyi istiyorlarsa, önce onun "rejimini" veya liderliğini şeytanlaştırmaya özen gösterirler. Uzun bir zaman boyunca bu amaçlar için kullanılan ana ideolojik silah açık ırkçılık oldu; yerliler "çocuk gibi" veya "yabani" idiler ve kendilerini yönetmek için uygun değillerdi. Daha sonra ise bu silah, yukarıda belirtildiği gibi "komünizm tehdidi" oldu. Son yıllarda bu motifiler yerini, her ikisi de her zaman olmasa da sıkça İslamofobi tarafından desteklenen, "haydut devletler" ve "terörizm" konseptlerine bıraktı. Bu iddiaya göre A rejimi o kadar zalimdir ki, emperyalist müdahale/ele geçirme "insani" ve özgürleştiricidir, ona maruz kalan insanların iyiliği için yapılmaktadır. Söz konusu rejimlerin (Saddam Hüseyin, Kaddafı, Suriye'de Esad, Kuzey Kore vb) gerçekten de zalim olması yüzünden bu iddia insanlara akla yatkınmış gibi geliyor.

Geçtiğimiz birkaç on yılda "terörizm" başta ABD hükümeti olmak üzere pek çok hükümetin yaptığı her şeyi meşrulaştıran, her amaca uygun bir etiket haline geldi. Verili bir ülke açıkça ABD, Britanya veya Fransa'ya yönelik herhangi bir tehdit oluşturmuyor olabilir ama onlar "teröristlerdir" veya terörizmi, özellikle Müslüman terörizmini "finanse ediyor" ya da onu "barındırıyorlardır" ve bu yüzden onları bombalamak veya işgal etmek meşrudur. Nitekim ne Afganistan, ne İran, ne Irak ne de herhangi bir Arap ülkesi, son birkaç yüzyıldır ne Amerika'yı veya bir Avrupa ülkesini işgal etmiş ya da ona karşı savaş açmıştır ve açıkça bunu yapmaktan acizdir. Ama onlar "teröristtirler" bu yüzden ABD askerlerine söylemeleri öğretildiği gibi "Onlarla vatanımızda savaşmak zorunda kalmamak için, onlarla orada savaşıyoruz" 

Sosyalistler emperyalizmin bu iki meşrulaştırma şeklini de reddetmelidir. Eğer bir ülkede, çoğu zaman o rejim emperyalizm tarafından silahlandırıldığı ve desteklendiği için, korkunç bir rejim varsa, onun üstesinden gelmesi gereken -diğer ülkelerin işçi sınıflarının da dayanışmasıyla- o ülkenin halkıdır. (Elbette kapitalist basın ve siyasetçiler, bu aşağıdan değişim olasılığını her zaman ya önemsiz gösterir ya da onun üstünü çizerler) Bu hiçbir şekilde o ülkenin kendi kaderini tayin hakkını reddetmez. Sahte terörizm meselesi de bunu yapamaz. Siyasi bir strateji olarak "terörizm" soldan veya sağdan eleştirilebilir. Sol eleştiri, onun amaçlarına ulaşmaktaki başarısızlığına ve kitlelerin mücadelesi yerine küçük "kahraman" gruplarının eylemlerini ikame etmeye çalışmasına odaklanır.11 

Sağcı eleştiri ise egemen sınıfın ve devletin uyguladığı şiddet dışında kalan siyasal şiddetin suç, ahlak dışı ve her zaman söyledikleri gibi korkakça olduğu düşüncesine dayanır. Halbuki kapitalist devletin ve onun silahlı kuvvetlerinin çok daha büyük ölçekteki şiddeti -Hiroşima, Vietnam ve lrak'ı düşünün- sadece meşru ve "cesur" değil olarak görülmekle kalmaz, daha önemlisi her zaman "ülkemiz için savaşmak" , "barışı korumak" veya "düzeni sağlamak" olarak tasvir edilerek, şiddet olarak bile görülmez. Dahası, terörizmin varlığının emperyalist müdahaleyi mazur gösterdiği veya meşrulaştırdığı düşüncesi, gerçekte -kötü ünlü 11 Eylül saldırıları da dahil olmak üzere- terörizmin %95'inin veya daha fazlasının, emperyalizme ve baskıya bir tepki olduğu gerçeğini alt üst eder. Bu yanlış bir tepki, ama yine de bir tepki. 

Bazı zorluklar

Kendi kaderini tayin hakkına ve emperyalizm karşısında ulusal özgürlük hareketlerine enternasyonalizm temelinde verilen Marksist desteğin, 19. yüzyılda Marx tarafından İrlanda ve Polonya ile ilişkili olarak belirlenip daha sonra Lenin, Troçki ve diğer Marksistler tarafından geliştirilmesinde bugüne genel olarak geçerli bir tutum olduğu görüldü. Ancak bu durum, bu konunun basit mutlak bir kural olduğu ve incelikli, karmaşık ve arada kalan vakalar olmadığı anlamına gelmiyor. Hayatta her zaman arada kalan ve karmaşık vakalar vardır. Her şeyden önce, bir grup insanın bir ulus teşkil edip etmediği ve bu yüzden ulusal kendi kaderini tayin isteğinde bulunmanın uygun ve gerekli olup olmadığı bazen tartışmalı olabilir. Bazı vakalarda durum açıktır; Fransa bir ulustur, Pimlico değildir.12 Peki, ABD'deki siyahlar, uluslararası anlamda Yahudiler, Cornwall, Kuzey İrlanda Loyalistleri ve diğerleri? Stalin 1913 'te yazdığı Marksizm ve Ulusal Sorun kitabında belirli bazı özelliklerin birleşimi üzerinden bir ulus "tanımı" öne sürer.

Ulus, tarihi olarak oluşmuş, dil, toprak, iktisadi yaşantı birliği ve kültür birliğinde ifadesini bulan ruhi şekillenme birliği temelinde oluşmuş istikrarlı bir insan topluluğudur.13

Yazarının fikrine göre bu tanımlama, uluslararası komünist harekette etkili olacaktı, ancak bu yanlış ve mekanik bir yaklaşımdı. Sorun şu ki uluslar da tüm diğer sosyal ve siyasal fenomenler gibi sabit oluşumlar değildir ve tarihsel olarak şekillenirler. Bu yüzden bir "halkın" ulus olup olmadığının ya da kendi kaderini tayin hakkının tartışıldığı bir dönemde, bu özelliklerin bazılarına sahip olurken bazılarına sahip olmaması kuvvetle muhtemeldir. Bu konudaki belirleyici kriteri, söz konusu halkın çoğunluğunun kendisini bir ulus olarak görüp görmediği ve (bu tanımlamanın ekonomik ve sosyal şartlarının olduğunun farkında olarak) bir ulus olma arzusunda olup olmadığı olarak koymak daha iyidir.  1939'da Troçki, ABD'deki siyahların kendi kaderlerini tayin hakkını tartışırken şöyle der: 

Bir parti olarak bu konuda tamamen tarafsız kalabiliriz. Bunun gerici olacağını söyleyemeyiz. Bu gerici değil. Onlara bir devlet kurmalarını, çünkü bunun emperyalizmi zayıflatacağını ve bunun da biz beyaz işçiler için iyi olacağını söyleyemeyiz. Bu enternasyonalizmin kendisine aykırı olur. Şunu söyleyebiliriz: "Karar verecek olan sizlersiniz. Ülkenin bir parçasını almak isterseniz sorun değil, ama biz bu kararı sizin yerinize vermek istemiyoruz." Yoldaş Johnson üç fiil kullandı: kendi kaderini tayin fikrini "desteklemek" "savunmak" ve "enjekte etmek" Partinin bu fikri savunmasını, partinin bu fikri enjekte etmesini teklif etmem. Yalnızca eğer zencilerin kendisi bunu isterse kendi kaderini tayin hakkı mücadelesini destekleme yükümlülüğümüz beyan edilebilir. Bu zenci yoldaşlarımızın cevaplayacağı bir soru değildir. Bu 13 ya da 14 milyon zencinin cevaplayabileceği bir sorudur.14  

Ezen uluslar ve ezilen uluslar ayrımına tam olarak uymayan ulusları ele alınca başka zorluklar ortaya çıkar. Lenin her zaman ezen ulusların tümüyle gerici olan milliyetçiliği ile içinde demokratik ve ilerici bir unsur barındıran ezilen ulusların milliyetçiliği arasında ayrım yapılmasının gerekli olduğunda ısrar etti. Pek çok tarihsel deneyim bu yargının doğru olduğunu gösterdi. İngiliz, Fransız ve Alman milliyetçilikleri sağı; UKIP'i, BNP'yi, Le Pen ve Ulusal Cephe'yi, Hitler'i ve neo-nazizmi işaret ederken, İrlanda, Hindistan ve Güney Afrika milliyetçilikleri solu; Pearse ve Connoly'yi, Gandhi ve Komünist Partileri, Nelson Mandela'yı ve Steve Biko'yu işaret etmektedir. ABD'deki siyah milliyetçiliği Malcolm X ve Kara Panterleri ortaya çıkarır.

Peki ya İskoçya gibi bir uluslar? İskoçya İrlanda -veya Hindistan, Kenya, Cezayir, Filistin vb- gibi ezilen bir ulus değildi ve bugün de değil. İskoçya ve İrlanda'nın tarihsel gelişimleri arasında yapılacak bir karşılaştırma bunu çok açık bir şekilde gösteriyor. İskoç sanayileşmesi İngiliz sanayileşmesiyle birlikte ilerlerken İrlanda sanayisi zapt edildi. İskoç hayat standartları yaklaşık olarak İngiltere' ye ayak uydururken İrlanda çarpıcı şekilde yoksullaştı. İskoç burjuvazisi Britanya emperyalizminde İngilizlerin ortağı olurken, İrlanda burjuvazisi tecrit edildi ve dışlandı. O zaman tüm bunların, İskoç milliyetçiliğine ve İskoçya'nın bağımsızlığına yönelik sosyalist tutumu nasıl etkileyecektir? Ulusal kendi kaderini tayin hakkını desteklemeye son mu vereceklerdir? 

Hayır, çünkü sosyalistlerin Britanya emperyalist devletinin birliğini savunmaktan hiçbir çıkarı yoktur. Ayrıca eğer İskoçların çoğunluğu bağımsızlık isterse, bu hakkın Britanya devleti tarafından reddedilmesi hem demokrasinin ihlal edilmesi olur hem de İskoçya'yı gerçekten ezilen bir ulusa dönüştürebilir. İskoçya'nın Britanya emperyalizmin bir ortağı ve dolayısıyla bir ezen olduğu doğrudur ama İskoç milliyetçiliği ve bağımsızlık talebi Britanya emperyalizmine karşı yöneltilmiştir ve Britanya emperyalizminden belli miktarda kopuşa yönelik bir harekettir.15 Aynı zamanda, İskoçya'nın bağımsızlığının kendi başına İskoç işçi sınıfının karşılaştığı önemli sorunlardan hiçbirini çözemeyeceğini ve sendikalar gibi kurumlar aracılığıyla zaten var olan, İskoç işçilerle Britanya'daki diğer işçilerin birliğini ve dayanışmasının güçlendirilmesi gerektiğini vurgulamak önemlidir. 

İskoçya vakası sadece bir örnek ama açık ki, bu vakadan Katalonya ve Wales gibi diğer uluslar için de çıkartılabilecek dersler var. 

Milliyetçi veya kendisini milliyetçi olarak sunan bir hareket, gerçekte emperyalizmin (bazen rakip bir emperyalizmin) bir aracı haline geldiğinde bu durum daha büyük bir zorluk yaratır. Marksist gelenekte genel olarak böylesi durumlarda, o ulusal harekete daha fazla destek verilmemesi gerektiği kabul edilir. Bu yüzden -Osmanlı İmparatorluğu ve Avusturya-Macaristan'a karşı olarak gelişen- Sırp milliyetçiliği Rus emperyalizminin bir aracı haline gelmiş ve savaşa karşı enternasyonalist bir tutum takınan devrimci sosyalistler -Sırbistan'daki enternasyonalistler de dahil olmak üzere- bu hareketi desteklemeye son vermişlerdi. Patrice Lumumba yönetimindeki Kongo 1960'da Belçika'dan bağımsızlığını kazandığı zaman Katanga bölgesinde derhal bir ayrılık gerçekleşti, ancak bunu yönlendiren açıkça emperyalizm, özellikle de Kongo'yu zayıflatmak ve bölgedeki zengin mineral kaynaklarını denetim altında tutmak isteyen Belçika emperyalizmiydi.

Sorunlar her zaman bu kadar basit değildir ve bazen solda tartışmaya neden olurlar. Örneğin Uluslararası Sosyalizm geleneğinin kurucusu olan Tony Cliff, Kore Savaşı (1950-53) konusunda, bu savaşın ABD emperyalizmine karşı bir ulusal özgürlük savaşı değil, her ikisi de savaşta emperyalist amaçlar güden Sovyetler Birliği ve ABD arasındaki bir vekalet savaşı olduğunu savundu. Bu görüş hem Stalinistler hem de "Ortodoks" Troçkistler16 tarafından kınansa da tarihsel gerçeklere dayanıyordu. Ancak konu Vietnam savaşı olduğunda solun geri kalanı ile birlikte IS'in (Uluslararası Sosyalistler; İngiltere Sosyalist İşçi Partisi'nin [SWP] öncülü) görüşü de, Sovyetlerin desteğine rağmen, bunun tam destek verilmeyi hak eden gerçek bir ulusal özgürlük mücadelesi olduğuydu. 1979'da Afganistan'ın Sovyetler tarafından işgal edilmesi konusunda İngiliz SWP'si içinde Afgan mücahitlerinin gerçek bir ulusal direniş hareketi mi yoksa sadece (onları o dönemde açıkça destekleyen) ABD emperyalizminin bir aracı mı olduğu konusunda bir tartışma vardı. Daha sonra yaşananlar ilk pozisyonun doğru olduğunu ortaya koydu.17

Bu örneklerin açıkça ortaya koyduğu şey, belirleyici olanın tek başına emperyalist bir gücün askeri desteği olmadığıdır. Sovyetler Birliği pek çok ulusal harekete -kendi emperyalist amaçları için- askeri destek verirken, diğer pek çok harekete de karşı çıktı. Belirleyici olan, emperyalist gücün ulusal hareketin kontrolünü gerçekten ele geçirip geçirmediğidir.18 Spesifik her örnekte durumun bu olup olmadığını açıkça saptamak için soyut ilkeler yeterli değildir, somut durumun somut analizinin yapılması gerekir. Ancak bu bir bütün olarak ulusal sorun için geçerlidir ve bu somut analizleri yaparken -IMR'ın bu sayısında bu analizlerden dördünü sunuyoruz19 - Marksizm ve sosyalizmde ulusların kendi kaderini tayin hakkı lehine yer alan varsayımların, uluslararası işçi sınıfının birliği amacı için bir araç olduğu ve onların son tahlilde, uluslararası işçi sınıfı devriminin çıkarlarına tabi olduğu daima hatırlanmalıdır. 

 

Dipnotlar

1 Milletlerin ve milliyetçiliğin gelişmesinin geniş kapsamlı, mükemmel bir analizi için, ki makale bundan çok daha fazlasını da içerir, bkz Chris Harman, 'The return of the national question', lnternational Socialism 56  

2 Marx'ın işaret ettiği gibi bu egemenlik şekilleri genelde birlikte uygulanmaya eğilimlidirler ve bunlara çoğu zaman kültürel hegemonya da eşlik eder.

3 Buna örnek olarak Büyük Fransız Devrimi'nin Fransız halkının ve bütün Avrupa solunun sosyal hafızasında 19.yüzyıl boyunca bıraktığı etki, ya da 1913'deki Lokavt ve 1916'daki Paskalya Ayaklanması'nın bugün İrlanda işçi sınıfının bilinci üzerindeki etkisi verilebilir. Aynı zamanda Marx'ın "Tüm göçüp gitmiş kuşakların oluşturduğu gelenek, yaşayanların beyinlerine bir kabus gibi çöker." yorumunu da hatırlamalıyız.

4 Marx, Kapital, Yordam Kitap.

5 Marx and Engels, The Communist Manifesto, [Komünist Manifesto], Sol Yayınları, 1976.

6 http://www.maıxists.org/archive/marx/works/1847 /11/prin-com.htm.

7 Lenin, Toplu Eserler, Moskova 1962, Cilt 26. sf.470-1.

8 Üsteki kaynak, Cilt 31 sf.397-98. Troçki elbette bu konuda, 1924'te Marksist hareketin tarihinde ilk kez sosyalizmin tek ülkede inşa edilebileceğini söyleyen Stalin ile bir ölüm kalım mücadelesine girişmiştir.

9 Ağustos 1914'te Avrupalı sosyal demokratların çoğunun emperyalist Birinci Dünya Savaşı'nı desteklemesinden beri durum buydu.

10 Bu aşama teorisi, Rusya'nın sadece bir demokratik devrime hazır olduğunu iddia eden ve Troçki'nin, devrimci sosyalistlerin anti-emperyalist ve demokratik talepleri savunmasını ancak diğer yandan demokratik devrimin liderliğinin işçi sınıfında olması için mücadele edip, bu devrimin sosyalist bir devrime dönüştürülmesini savunan sürekli devrim teorisine karşı çıkan, Rus Menşeviklerinden alınmıştı.

11 Bu sol eleştirinin klasik bir anlarımı için Bkz Lev Troçki, Marksistler Bireysel Terörizme Neden Kariıdır, http://www.marxists.org/archive/trorsky/ 1911/11/tia09.htm.

12 Pimlico, Londra'nın bir Ealing fılm stüdyolarının yaptığı komedi fılmi Passport to Pimlico'ya (1949) konu olan semtidir. Filmde semt bağımsızlığını (!) ilan eder.

13 J.V.Stalin, Marksizm ve Ulusal Sorun, http://www.marxists.org/reference/archive/ stalin/works/1913/03a.htm#s 1

14 Leon Trocsky, Self- determinacion for ehe American Negroes, http://www.marxiscs.org/hiscory/ etol/ newspape/isj/1970/ no043/ ırotsky2.htm

15 Bu durum abartılmamalıdır, çünkü bağımsız kapitalist bir İskoçya pekâlâ AB üzerinden Avrupa emperyalizminin bir parçası olabilir.

16 Ancak ilginç bir şekilde Natalia Sedova Troçki de Dördüncü Enrernasyonal'den istifa mektubunda Cliff' in görüşünü paylaşıyordu. hnp://www.marxim.org/history/etol/ newspape/ socialisrvoice/nacalia38. hcml.

17 Bkz Jonathan Neale, 'The Afghan Tragedy', lnternational Socialism 12,(1981). http://www.marxists. org/hiscory/etol/newspape/isj2/ 1981/isj2-012/neale.hcm

18 Bu noktayı vurgulayan Troçki Marksizmi Savunurken kitabında çarpıcı bir örnek verir. "Hitler yarın ayaklanan Hintlilere silah göndermek zorunda kalsa, Alman işçileri bu somut eyleme grevler ve sabotajlarla karşı çıkmalı mıdır? Tam aksine, ayaklananların silahları bir an önce almalarını sağlamalıdırlar. Umuyoruz ki Stanley bunu anlamaktadır. Ancak bu örnek tamamen hipotetiktir. Bunu, faşist bir finans kapital hükümetinin bile belirli koşullar altında bir ulusal devrimci hükümeti (ertesi gün boğmaya çalışmak üzere) desteklemek zorunda kalabileceğini göstermek için kullandık. http://www.marxisrs.org/archive/ırotsky/idom/drn/09-pbopp.htm [Marksizmi Savunurken, Kardelen Yayınları, 1992]

19 Bu makale İrlanda Sosyalist İşçi Partisi'nin (SWP) teorik yayın organı olan lrish Marxist Review'in Sonbahar 2013 sayısından alınmıştır. Derginin bu sayısında, bu makalenin giriş yazısı olduğu "Günümüzde Ulusal Sorun" dosyasında Kürdistan, lskoçya, Katalonya ve Kuzey lrlanda'daki durum incelenmiştir.     

SON SAYI