Joseph Choonara: İngiltere’nin Krizi

BROŞÜRLER
Tipografi
  • Daha Küçük Küçük Orta Büyük Daha Büyük
  • Varsayılan Helvetica Segoe Georgia Times

Çeviri: Arife Köse

İngiltere siyasal sistemi birkaç aydır, giderek artan bir krizin içinde. Muhafazakar Partili Başbakan Boris Johnson, göreve geldikten kısa bir süre sonra, İngiltere Parlamentosu’nun alt meclisi olan Avam Kamarısı’ndaki çoğunluğunu kaybetti. Parlamentodaki önemli bütün oylamaları kaybetti. Önde gelen Avrupa yanlısı Muhafazakar Parti milletvekilleri bilfiil partiden uzaklaştırıldı. 

Johnson’ın, milletvekillerinin anlaşmasız Brexit’i (bu, İngiltere’nin 31 Ekim’de Avrupa Birliği ile tüm bağlarını koparması anlamına geliyor) engellemesini önlemek için parlamentoyu askıya alma kararı hemen herkes tarafından mahkum edildi. Bu karar ile ilgili, yasamayı yürütme ile karşı karşıya getiren çeşitli davalar var. Olayların yarattığı gerilim, İngiltere’nin çok eski, yazılı olmayan anayasasının çatırdamasına yol açıyor.

Görünüşte bu olaylar ve yaşanan kriz İngiltere’nin Avrupa Birliği’nden (AB) ayrılma sürecini ifade eden Brexit ile ilgili tartışmaları yansıtıyor. Ancak aslında bu kriz yıllar öncesine dayanan daha derin bir ekonomik ve politik süreçten kaynaklanıyor. 

Lenin’in söylediği gibi siyaset, “yoğunlaşmış ekonomidir”. Sınıflar arasındaki gerilimler gibi ekonomik çelişkiler siyasette yoğunlaşır. Ancak ekonomi siyasete birebir tercüme edilmez. Özellikle gelişmiş parlamenter demokrasilerde siyasi partiler, nadiren doğrudan sınıf çıkarlarını ifade eder. Büyük ve önemli kapitalist partiler, bir ulus devlet içinde faaliyet gösteren kapitalistlere güvenilir ve inandırıcı bir strateji önermek ve aynı zamanda seçimlerde kendilerine oy verecek kitle desteğini muhafaza etmek isterler. Kısa bir süre için neoliberal politikalar, 1970’ler ve 1980’lerin başındaki ekonomik krizin ardından bir çıkış yolu önererek bunu başardı. Margaret Thatcher’ın Muhafazakar hükümetleri, 1970’lerin sonundan itibaren bu politikalara öncülük etti. Thatcher, 1980’lerin başında sendikaların gücünü kırdı, geniş çaplı bir özelleştirme politikası izledi ve finans piyasalarını sınırlandıran koşulları ortadan kaldırdı.

Tony Blair’ın ilk İşçi Partisi hükümeti 1997’de büyük bir destekle seçildi. Bu, kısmen Thatcherizmin reddiydi, ancak Blair benzer politikaları izlemeye devam etti. İşçi Partisi ile çok sayıda solcu aktivist arasındaki bağın kopmasının nedeni Blair’in, 11 Eylül 2001’den sonra ABD’nin öncülük ettiği “Teröre Karşı Savaş” politikasını desteklemesiydi. Fakat, İngiltere siyasetinin zorla itildiği dar kalıba dair hoşnutsuzluk daha o zaman artmaya başlamıştı. Sosyalist Tarık Ali bu kalıbı, “aşırı merkez” olarak adlandırıyor.

Bu dönemde anaakım partilere olan destek bütün Avrupa’da azaldı ve radikal sol ve sağ alternatifler yeniden dinleyici bulmaya başladı. Bu süreç, 2008-9 ekonomik kriziyle daha da hızlandı. Eğer neoliberal politikalar büyümeyi ve finansal istikrarı bile sağlayamayacaksa kime ne faydası vardı ki? Avrupa’nın diğer yerlerinde bu süreç radikal ve sağ ve sol partilerin ortaya çıkmasına yol açtı. İngiltere’de ise, aksine, kutuplaşma anaakım partilerde ifadesini buldu ve bu partiler merkezden uzaklaştı.

Muhafazakar Parti açısından bu, aynı zamanda, İngiltere’nin egemen sınıfının çıkarları ile olan bağlantısının kopması anlamına geliyor. Avrupa meselesi bunun güzel bir örneği. Muhafazakar Parti tabanında ve seçmenlerinde Avrupa’ya yönelik şüpheciliğin giderek artması ile kapitalist sınıfın çekirdeğinin AB üyeliğinin kendi çıkarlarına uygun olduğuna ikna olması aynı zamana denk geldi. İngiltere sermayesi, bir zamanlar, ABD’ye ve eski kolonilerine yönelmişken, tek bir Avrupa pazarının İngiliz sermayesi için daha avantajlı olduğu 1990’larda iyice belirginleşti. Hiçbir büyük banka, kapitalist kuruluş ya da çok uluslu şirket son referandumda AB’den ayrılmayı savunmadı – AB bütçelerine yapılan ödemelerden ya da AB mevzuatından şikayet edenler küçük işletmeler ve bazı finans şirketleriydi. Buna rağmen Muhafazakar Parti giderek Brexit’in partisi haline geldi. 

Bu krizin her aşamasında Muhafazakar Parti liderliği ile merkez kapitalistler arasındaki boşluk ortaya çıktı ve giderek arttı. Dolayısıyla istikrarsızlık da arttı.

Cameron’ın hatası

Bu sürecin ilk aşaması 2015’de yaşandı. O tarihte, Muhafazakar Parti’nin Liberal Demokratlar (son derece neoliberal ve Avrupa yanlısı bir parti) ile birlikte kuruduğu koalisyon hükümetinin başbakanı olan David Cameron, AB üyeliği konusunda kendi partisi içinde yaşanan gerilimi “akılıca” bir taktik ile çözmeye karar verdi. Bir sonraki seçimde Muhafazakar Parti’nin çoğunluğu kazanması durumunda İngiltere’nin AB üyeliğinin devam edip etmemesi konusunda bir referendum yapmayı önerdi. Beklenmedik bir şekilde Muhafazakar Parti seçimi kazandı ve referendum, beklendiği gibi, Haziran 2016’da gerçekleşti. Cameron, iyi bir neoliberal olarak, parlamentoda yer alan bütün partilerin – Muhafazakar Parti, sosyal demokrat ana muhalefet partisi olan İşçi Partisi, Liberal Demokrat Parti; ve sol eğilimli İskoç Milliyetçi Partisi - liderliklerinin yaptığı gibi AB’den çıkılmamasını savundu.

AB’den çıkmayı savunan kesime iki güç liderlik etti. Birincisi, o tarihte Nigel Farage’ın başkanlığını yaptığı bir protesto partisi olan, birçok konuda Muhafazakar Parti’nin sağ kanadı ile örtüşen fakat İngiltere’nin oy çoğunluğuna dayalı seçim sistemi nedeniyle parlamentoda temsil edilmeyen Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi (UKIP). İkincisi ise parlamentoda yer alan Muhafazakar Parti’nin, Brexit konusunda Cameron’dan farklı düşünen kesimi. Boris Johnson, bazı tereddütlerin ardından, bu grubun bir parçası oldu.

İşçi Partisi milletvekillerinin çoğu Blair zamanında seçilmiş neoliberallerdi. Bazıları, parti liderliği ile ters düşerek Brexit’i destekledi. Şaşırtıcı bir şekilde, parlamenter İşçi Partisi’nin solcu çeperinin dışına çıkmayı başararark partinin lideri olan Jeremy Corbyn de çok da hevesli olmayan bir şekilde AB’de kalınması yönünde kampanya yaptı. Corbyn’in kökleri partinin geleneksel sosyal demokrat sol kanadına dayanıyor. Bu sol AB’yi, kendisi tarafından savunulan ve ulusal bir endüstriyel stratejiye dayanan toplumsal reform önünde bir engel olarak gördüğü için ona karşıydı.

Corbyn’in, İşçi Partisi’nin AB’de kalmayı destekleme kararına uyma kararının nedeni İşçi Partisi içindeki gençlerdi. Bu gençler, yanlış olsa bile, içgüdüsel olarak AB üyeliğini enternasyonalizm ile ilişkilendirdi.

Bu bağlamda, AB’den ayrılmayı savunan kampanyaya sağ hakim oldu. Referandumda ırkçılık her iki kesim tarafından da kullanılmış olsa da AB’den ayrılmayı savunan kampanyada bu vurgu daha fazlaydı. [Bu kampanya içinde bir kesim] AB yurttaşlarının “seyahat özgürlüğü”ne son verme olasılığını vurguladı. Sonuçta, katılım oranının oldukça yüksek (72%) olduğu referendum sonucunda AB’den ayrılalım diyenler az bir fakla kazandı (52%’ye 48%). Birçoğu bu sonucu radikal sağ politikacıların seçimleri kazanması yönündeki uluslarası eğilim ile bir tutarak ırkçılık ve milliyetçiliğin yükselişi olarak gördü ve hala öyle görmeye devam ediyor. Fakat bu sonuç aynı zamanda mevcut düzene yönelik memnuniyetsizliği de yansıtıyordu. İnsanlar, neden seçkinlerin arzu ve amaçlarını desteklemek zorunda olduklarını sorguladı. Sonuçta AB onları eşitsizlik, kemer sıkma politikaları ve kamu hizmetlerinin azalmasına karşı korumak için ne yapmıştı ki?

İşçi sınıfı Brexit konusunda bölündü, fakat ayrılma yönündeki oylar yoksulluk derecesiyle ilişkiliydi. Bunun ırkçılık ve milliyetçilik ile iç içe geçmesi hiç de şaşaırtıcı değildi; göçmen karşıtlığı, ne yazık ki, insanların hayatlarındaki sorunların bir tür şifresi haline geldi. Bunun alternatifi – işçilerin karşı karşıya kaldığı saldırılara karşı farklı ırklardan işçilerin bir araya geldiği bir hareket – geçtiğimiz yıllarda ortaya çıkamadı. Bunu söylemek ırkçılığı maruz göstermek anlamına gelmiyor; ırkçılık ve daha geniş toplumsal memnuniyetsizlik arasındaki bağı koparmak için hem bir sınıf hareketinin hem de ortak bir ırkçılık karşıtı mücadelenin gerekli olduğu anlamına geliyor. 

Sol da bölündü. İşçi Partisi içindeki ve çevresindeki sosyalistler, ya AB konusundaki yanılsamadan ya da AB’den çıkmayı savunan kampanyaya domine eden siyasetin yarattığı korkudan dolayı AB’de kalmayı savundu. Sosyalist İşçi Partisi de dahil olmak üzere örgütlü devrimci sosyalistlerin çoğu, AB’den enernasyonalist ve ilerici bir kopuşu savunmaya çalışarak solcu bir AB’den ayrılma pozisyonu benimsedi ve aynı zamanda AB’li göçmenleri savundu. AB’nin demokratik olmayan bir kurum olduğunu, tüm Avrupa’da neoliberalizmi desteklediğini ve ırkçı bir sınır kontrol sistemi yoluyla Avrupalı olmayan göçmenleri dışladığını anlattık. İngiltere Komünist Partisi ve birkaç küçük sendika da benzer bir tutum aldı. Ne yazık ki bu tutum referendum kampanyasında bastırıldı. Ayrıca, referandumdan bu yana bu mesele etrafında oluşan sol birlik, solun bazı bölümlerinin, seyahat özgürlüğüne son vermeyi savunan argümanları teşvik etmeye istekli oluşu yüzünden yıpratıldı.

May’in sıkıcı başbakanlığı

Referandumun sonucu krizin ikinci aşamasının başlangıcı oldu. İlk kazazede Cameron’dı. Johnson ve diğer önemli Brexit’çiler arasındaki bölünme bu aşamada başbakanlığı ele geçirmelerini engelledi. Onun yerine, Cameron hükümetinin bir üyesi olarak sessizce AB’de kalmayı savunan Theresa May’in liderliği devralacak kadar AB’den çıkma pozisyonuna yakın olduğu düşünüldü. May, kısa süre sonra AB’nin Lisbon Anlaşması’ndaki “Madde 50”yi harekete geçirdi ve böylece İngiltere’nin AB’den ayrılışının ilk işaretini vermiş oldu.

Corbyn de referandumun sonucunu yerine getirme sözü verdi ve bu durum, Corbyn’den kurtulma fırsatını değerlendirmek isteyen çok sayıda İşçi Partisi milletvekili tarafından öfkeyle karşılandı. Parti üyeleri, sağdan gelen tehdide karşı liderlerini desteklediler. May, İşçi Partisi içindeki gerilimleri görerek ve kendi pozisyonunu güçlendirmek için Haziran 2017’de genel seçim çağrısı yaptı. Bu karar çok yıkıcı oldu. 

Öncelikle May’in kendisi sönük bir figür, bir başbakanda olması gereken niteliklerin çok azına sahip. 

May, 2000’lerde kısa bir süre içim Cameron gibi partiyi “arındırma” (partinin özünde bulunan kapitalizm yanlısı politikaları korurken onu daha şovenist pozisyonlar ile bağını koparmak) çabalarının içinde yer aldı. 2010’da İçişleri Bakanı oldu ve bu dönemde, May’in liderliğini ayırıcı özelliği haline gelen otokratik ve yabancılaşan liderlik tarzını geliştirdi ve yakın zamanın en ırkçı göçmen karşıtı politikalarının uygulanmasını yönetti. May, bu liderlik tarzını başbakanlığı boyunca da sürdürdü ve sadece küçük bir grup danışmanlar grubuna dayanarak gücü giderek kendisinde topladı. Başbakanlığı sırasında, iş dünyasının çıkarlarını işçiler ile uzlaştırmaya çalışarak (söz konusu iş insanlarının ve işçilerin İngiliz olması koşuluyla) bir tür kapitalizm yanlısı milliyetçilik önerdi. 2016’daki Muhafazakar Parti konferansında “eğer dünya vatandaşıysanız, aslında, hiçbir yerin vatandaşı değildisniz demektir” dedi. Bu cümle, hem küreselleşme yanlısı kapitalist çıkarları hem de göçmenleri savunan sol politikaları hedef alıyordu. 

May, Muhafazakar Parti’nin seçim kampanyasının odağının kendisi olabileceğine karar vererek kendi sorunlarını iyice abarttı. Giderek büyüyen bir boşluğa (bu boşluğu, bir karizmanın doldurması gerekiyordu) sahip olan bir politikacı için bu hiç de akıllıca bir karar değildi. Seçimi AB referandumunun yenilenmesine çevirilmesi taleplerini görmezden gelen Corbyn ise, tersine, solcu ve işçi yanlısı kampanya yürüttü. Savaştan hemen sonraki dönemden sonra İşçi Partisi’ne yönelik ilginin en çok arttığı dönemi yönetti. May, Muhafazakar Parti’nin parlamentoda tek başına sahip olduğu çoğunluğu kaybetti ve kendi hükümetini kurabilmek için Kuzey İrlanda’dan şovenist sağcı bir parti olan Demokratik Birlikçi Parti’ye (DUP) bağımlı olmak zorunda kaldı.

Avrupa’da da işler kötüye gitti. May başlangıçta, tuhaf bir şekilde, AB’den ayrılma anlaşmasında AB üyeliğinin sağladığı avantajların çoğunu koruma sözü verdi. AB, beklenildiği gibi, işleri kolaylaştırma eğiliminde olmadı; aslında İngiltere örneğini izlemeyi düşünen diğer Avrupa Birliği üyelerine açık bir mesaj vermek istedi. Aylarca süren görüşmelerin ardından May, en azından, ülkeyi ve parlamentoyu birleştirmeyi başardı – önerdiği anlaşmaya karşı. Anlaşma için Parlamentoda yapılan ilk oylamada, İngiltere tarihinde bir hükümetin aldığı en kötü yenilgiyi aldı.

Anlaşma ile ilgili tartışmaların çoğunun nedeni “backstop” meselesi idi. AB’nin kendi sınırlarını denetleme politikası, Kuzey İrlanda’nın (Birleşik Krallık’ın parçası) AB’den ayrılması ve İrlanda Cumhuriyeti’nin AB’de kalması durumunda sınırdan geçen mallar üzerinde gümrük kontrolü olmasını gerektiriyor. İrlanda adası boyunca “hard border” [sıkı bir şekilde kontrol ve denetim altında tutulan sınır] fikri orada yaşayanların çoğunu ve İrlanda hükümetini dehşete düşürüyor. Backstop, eğer AB ile İngiltere arasında şu anda bilinmeyen bir mekanizma yoluyla açık sınır olmasının sağlanamaması durumunda, İngiltere ile AB arasında süregiden bir gümrük birliği olmasını güvence altına alıyor. Bu, Muhafazakar Parti ve DUP içindeki Brexit taraftarları için kabul edilemezdi. Büyük siyasi partilerin hiçbirinin en mantıklı ve en ilerici çözümü – birleşik bir İrlanda – üretmeye hazır olmadıkları göz önüne alındığında bu çelişkinin çözülmesine imkan yok. 

May’in önerdiği anlaşma oldukça küçük düşürücü bir şekilde reddedildi ve milletvekilleri sürecin kontrolünü yürütmenin elinden aldı. Parlamentoda, her biri bu içinden çıkılmaz duruma dair bir çözüm öneren bir dizi sıradışı oylama oldu.

Johnson’ın yükselişi

Sonuçta May’in başbakanlığı sona erdi ve krizin üçüncü aşaması başladı. May’in ardından başbakan olmak için birkaç Muhafazakar Parti milletvekili yarıştı. Oylama sistemi milletvekillerine adayları iki üyeye indirme olanağı tanıyor. Daha sonra, Muhafazakar Parti’nin yaşlı ve aşırı sağcı tabanı bu iki aday arasından bir sonraki başbakanı seçiyor. Johnson bu yarışı ezici bir çoğunluk ile kazandı.

Johnson garip bir figür. Cameron ile birlikte, İngiltere’nin iki büyük “devlet” (yani seçkin, paralı okul) okulundan biri olan Eton’da ve daha sonra Oxford Üniversitesi’nde eğitim gördü. Sağ görüşlü bir gazeteci olarak çalıştıktan sonra hicivli TV yarışma programlarının düzenli demirbaşı oldu ve burada görünenin hemen altındaki iğrenç elitizmini ve hırsını saklamaya çalışırken soytarıca kişiliği iyice ortaya çıktı. Politik şöhreti ise 2008’de Londra belediye başkanlığı seçimini kazandığında arttı. Londra belediye başkanlığı sırasında ise, çokkültürlü ve toplumsal dokusu itibariyle liberal bir şehri yönetmek için gerekli olan genel politikaları uyguladı. 

Johnson’ın referandumda AB’den ayrılma yönünde kampanya yapması da benzer şekilde hesaplanmış bir karardı – ilkelere değil hırsına dayalı bir karar. Partinin Avrupa’ya şüpheyle yaklaşan sağ kanadının sempatisini kazandı ve bu yeni ittifakları ile dolu bir kabine kurdu. Fakat Johnson da May gibi olayların akışının mahkumu. Johnson’ın Brüksel’deki muhatapları dikkate değer bir taviz vermeyecekler ve Johnson’ın AB’den anlaşmasız ayrılmak dışında başka herhangi bir seçenek için çaba harcadağına dair hiçbir işaret yok. Johnson kendisinde Winston Churchill ve Donald Trump’ın daha zeki versiyonunun bir karışımını görüyor olabilir, ancak aslında kendisi aptal bir figür. Trump’ın, korkunç olsa bile, en azından, anlaşılabilir bir gündemi var ve istediği önlemleri kabul ettirme konusunda bir başarıya sahip. Johnson ise Muhafazakar Brexit taraftarlarının fantazilerinin yansımasından ve kendisinden başka hiçbir şey düşünmeyen güvenilmez bir oportünistten başka bir şey değil. Önümüzdeki günlerde gerçekleşecek Muhafazakar Parti konferansında bir takım toplumsal olarak muhafazakar önlemler ile savurgan harcama vaatlerinin (ki bunları gerçekleştirmeye hiçbir niyeti ya da yetisi yok) karşımını önerecek. 

AB’den anlaşmasız ayrılmaya karşı olan Muhafazakar Parti milletvekilleri de dahil olmak üzere milletvekilerinin uzlaşmaz muhalefeti ile karşı karşıya kalan Johnson genel seçim yapılmasını istiyor. Erken genel seçim yapmanın en kolay yolu parlamentodaki milletvekillerini üçte ikisinin desteğini almak ve Johnson Eylül ayında bunu yapmaya çalıştı. Fakat bu girşiminde başarısız oldu çünkü İşçi Partisi Ekim’de genel seçim yapılmasına karşı çıktı. Bunun nedeni Johnson’ın seçim sürecinin ortasında İngiltere’nin AB’den anlaşmasız bir şekilde ayrılmasını sağlama olasılığı idi. İşçi Partisi, uzun zamandan beri Muhazakar Parti’yi devirmeyi bekleyen ve bunun için, tıpkı Corbyn gibi genel seçim talep eden solcu destekçilerinin kafasını karıştırmaktan başka bir işe yaramayan bu kararında hatalıydı.

Buna rağmen, bu yılın sonunda, muhtemelen Kasım ayında bir seçim olma olasılığı yüksek. Johnson’ın seçimden önce el çabukluğu ile AB’den anlaşmasız ayrılmaya çalışıp çalışmayacağı belirsiz. Ayrıca genel seçimin sonucunun ne olacağı da belirsiz.

Brexit’in henüz gerçekleşmediğini göz önüne alırsak, muhtemelen Muhafazakar Parti Brexit’in partisi olarak kampanya yapacak. Bunu yaparak Brexit Partisi’ni bertaraf etmeye çalışacak. Bu parti, referandumdan sonra oyları düşen UKIP’in ardından Nigel Farage tarafından kuruldu. Ocak 2019 gibi yakın bir tarihte kurulan Brexit Partisi, sadece dört ay sonra yapılan Avrupa Parlamentosu seçimlerinde İngiltere’nin kazanan partisi oldu. Brexit Partisi’nin yükselişi Muhafazakar Parti’nin sağa kaymasına ve AB’den anlaşmasız ayrılma konusunda Johnson üzerinde bir baskı oluşmasına neden oluyor.

Bu arada, İşçi Partisi’nin sağ kanadından ve ayrıca AB yanlısı Muhafazakarlardan birkaç milletvekili alan Liberal Demokratlar, AB’de kalma yanlısı kampanyayı temsil edecekler ve keyfi bir şekilde referendum sonucunu tersine çevirmeyi vaad edecekler. İskoç Milliyetçi Partisi de ayrıca AB’de kalma yönünde kampanya yapacak ve bunu İskoçya’nın bağımsızlığı talebi ile ilişkilendirecek. 

Corbyn, AB ile yeniden görüşülmesini öneriyor ve AB ile varılan her tür anlaşmayı referanduma götüreceği ve bu referandumda halka yeni bir anlaşma ve AB’de kalma seçeneklerini sunacağı sözünü veriyor. Böyle bir oylama Haziran 2016’da yapılan rferandumun sonucunu hiçe saymak anlamına geleceği için sağa sunulmuş bir armağan olacaktır. Ayrıca Corbyn’i destekleyenler arasında tehlikeli bir ayrışmaya yol açabilir çünkü Corbyn’in en yakın müttefiklerinden bazıları AB’de kalmayı savunuyor. Bu uzlaşmacı pozisyon bile İşçi Partisi konferansında büyük bir basınç ile karşı karşıya kalacaktır, çünkü dediğim gibi, bazı delegeler AB’de kalmayı savunacaklardır. Böyle bir pozisyon İşçi Partisi’nin önceden en çok oy aldığı yerlerde, özellikle İngiltere’nin kuzeyinde (bu bölgede İşçi Partisi’ne oy verenler referandumda AB’den ayrılma yönünde oy kullandılar) kötü sonuçlar verecektir.

Elbette bu kördüğümden çıkmanın bir yolu var. Bu yol, parlamenter manevra mantığından uzaklaşmak ve sokağa ve iş yerlerine bakmak ve işçileri bölen değil birleştiren konulara odaklanmak. Böyle bir stratejiye dahil olacak güçler hiç de az değil. İşçi Partisi’nin yarım milyon üyesi var ve bunların çoğu Corbyn’i ve solu destekliyor. Sendikalar, çoğu parlamentonun askıya alınmasını darbe olarak gören ve Muhafazakarların iktidardan gittiğini görmeyi çok isteyen ve Johnson’dan nefret eden milyonları örgütleyebilir. Tüm bunlara ek olarak ekolojik yıkıma karşı hareketin canlılığı da var – büyük kalabalıklar halinde okulu kıran öğrenciler, onları destekleyen işçiler, birkaç gün Londra’yı tamamen kapatan ve bunu Ekim ayında yeniden yapmayı planlayan Yokoluş İsyanı hareketi.

Dolayısıyla, bu açıdan bakıldığında, mevcut durumu dönüştürecek ve işçi sınıfını birleştirecek türde taleplere odaklanacak bir sol mobilizasyonu öngörmek hiç de zor değil. Bunlar, 2017’de olduğu gibi, solun önderlik ettiği bir İşçi Partisi seçim kampanyasından ilham alan güçlerle aynı güçler. Ancak, kampanyanın tek odak noktasının Brexit’in geri çevrilmesi olmamalı. Corbyn şu anda seçim anketlerinde geride görünüyor ama 2017’de de böyleydi. Durumu değiştiren, dışa dönük ve radikal bir seçim kampanyası yoluyla parti ile kitle tabanı arasındaki bağı yeniden kurmak oldu – ve İşçi Partisi’nin Muhafazakar Parti iktidarını devirme olasılığı da bunu başarabilmeye bağlı. Böyle bir zafer, İngiltere siyasetindeki krizi yaratan gerilimleri çözmeyecektir. Hatta muhtemelen kapitalist çıkarlar ile yeni hükümet arasında daha bile büyük bir çatışmaya neden olacaktır. Fakat, böyle bir çatışma etrafında mobilize olmak ve mücadele etmek Brexit etrafında bitmek tükenmek bilmez bir didişme etrafında mücadele etmekten çok daha iyidir.

SON SAYI