Tony Cliff: Devrim ve Karşı Devrim - Endonezya için dersler

BROŞÜRLER
Tipografi
  • Daha Küçük Küçük Orta Büyük Daha Büyük
  • Varsayılan Helvetica Segoe Georgia Times

Tony Cliff

Bu yazı, İngiltere'deki Socialist Workers Party'nin teorik yayın organı olan International Socialism dergisinin 80. (Sonbahar, 1998) sayısından Şeref Işıldak tarafından tercüme edilmiştir.

Endonezya'da patlak veren devrim, canalıcı teorik meseleleri de yeniden gündeme getirdi. Bir devrimin zafere ulaşmasının önkoşulları nelerdir? Devrim ve karşı devrim arasındaki dengede zaferi belirleyecek olan nedir? Devrimci partinin sendikalarda oynadığı rol nedir? İşçi sınıfı kapitalistlere ve burjuva entellektüellerine karşı nasıl bir tavır almalıdır? Bu makale bu canalıcı konular üzerine Marksist geleneğin dayandığı deneyimleri ele alacak.

Devrimin zafere ulaşmasının önkoşulları

Lenin'in tekrar tekrar belirttiği gibi, savaşlar ve devrimler çağında yaşıyoruz. Tarih Lenin'i haklı çıkarmıştır. Yüzyıl boyunca yüzden fazla irili ufaklı savaş yaşandı. Rastgele seçtiğimiz birkaçından bahsedersek: Birinci ve İkinci Dünya Savaşları, Japonya'nın Çin'e saldırısı, İtalya'nın Habeşistan'daki savaşı, İran ile Irak arasındaki sekiz yıllık savaş, ABD emperyalizminin Irak ve Vietnam'a saldırıları, Arap ülkeleriyle İsrail arasındaki üç savaş, Hindistan ile Pakistan arasındaki iki savaş, Güney Atlantik savaşları sayılabilir. Ve bunun yanı sıra birçok devrim de yaşandı. Yine, bunların sadece bir kısmından bahsedersek: 1905 ve 1917 Rus, 1918-1923 Alman, 1936 İspanya, 1919 ve 1956 Macaristan, 1925-1927 Çin, 1974 Portekiz Devrimleri ve İran'da Şah'ın devrilişi sayılabilir. Peki, işçi devrimlerinin doğası nedir? İşçi devriminin doğası, işçi kitlelerinin baskının, sömürünün edilgen nesneleri ve kurbanları olmaktan çıkıp tarih sahnesine çıkarak, yazgısına yön vermeye ve özgürlüğünü kazanmaya çalışmasıdır. İşçiler yeni duygular ve fikirlerle birlikte geçmişin pisliklerini de hala yanlarında taşırlar. Marks'ın dediği gibi: “Ölü kuşakların geleneği, yaşayanların beyinlerinde bir kabus gibi asılı durur”. Devrimin yüreğindeki çelişki, yeni ile eski arasındadır ve bu çelişki çok zorlu ve acımasız bir süreçle aşılabilir.

İlki 1917 Rus Devrimi olmak üzere bazı örneklere göz gezdirelim. 18 Şubat 1917'de Petrograd'ın en büyük fabrikası Putilov'da çalışan 30 bin işçi, ücretlerinin yüzde 50 artırılması talebiyle greve başladı. Gıda kıtlığı nedeniyle ekmek ayaklanmaları patlak vermişti. Fırınlar ve yiyecek dükkanları basılıyordu. Bu sahne ertesi günlerde de defalarca tekrarlandı:

23 Şubat sabahı saat 9'da, Vyborg bölgesindeki fabrika ve işletmelerde çalışan işçiler fırınlardaki ve dükkanlardaki siyah ekmek kıtlığını protesto etmek için greve başladılar; grev Petrograd, Rojdestvenski ve Liteinyi bölgelerindeki bazı fabrikalara sıçradı ve o gün 87.534 işçinin greve başlamasıyla 50 sanayi işletmesinde üretim durdu.

Ertesi gün, işçi hareketi geri çekilmemişti. Gizli polis örgütü Okrahna'nın 24 Şubat akşamı derlemiş olduğu notta şunlar ifade ediliyordu:

'İşçilerin ekmek kıtlığı ile ilgili olarak dün gerçekleştirdikleri grev bugün de devam etti; gün boyunca toplam 158.583 işçinin çalıştığı 131 işletme kapandı.'

Ertesi gün, 25 Şubat'ta, Okhrana raporları askerlerin ve hatta Kazakların bile işçileri bastırmaya hazır olmadıklarına dikkat çekiyor, daha da olumsuz bir tablo çiziyorlardı… 26 Şubat'ta ilk kez bir Okhrana raporunda askerlerin ayaklanmasının doğrudan bir tarifi vardır.

Dürüst bir görgü tanığı ve devrimin mükemmel bir tarihçisi olan N N Sukhanov'a göre, kışlalarını terkederek kalabalığa katılanların sayısı 25 bin dolayındaydı ve garnizonda kalan toplam 160 bin civarında asker de işçileri fiili olarak bastırmaya hazır değillerdi. Bir başka kaynakta, 27 Şubat'ta grev yapan 385 bin işçiye 70 bin askerin katıldığı belirtiliyordu.

28 Şubat Çarcı güçlerin nihayet çözüldüğü gün oldu: ‘sadık’ askeri birliklerin son kalıntıları da kuşatıldı; Peter ve Paul Kalesi tek bir kurşun dahi atılmaksızın teslim oldu; Çar'ın bakanları ya tutuklandı ya da yeni yetkililere teslim oldular.

Devrim tamamen kendiliğinden ve plansız olarak gerçekleşti. Troçki'nin haklı olarak belirttiği gibi, 'hiç ama hiç kimse, 23 Şubat'ın mutlakiyete karşı kesin ve nihai bir hareketin başlangıcına işaret ettiğini düşünmemişti; eldeki tüm verilere dayanarak bunu kesin olarak söyleyebiliriz.’

Sukhanov’un gözlemine göre: ‘Büyük bir ayaklanmaya hazırlanan tek bir parti bile yoktu.’

Aynı şekilde, Okhrana'nın eski bir yöneticisi de, devrimin 'parti ajitasyonunun bir ürünü değil, bütünüyle kendiliğinden gelişmiş bir olgu olduğunu’ ifade etmiştir. (1)

Petrograd'da yeni bir siyasal iktidar doğmuştu: sovyet. Doğrusu, sovyet 1905 devriminde doğmuş olan kurumun yenilenmiş haliydi. Sovyet, grevde olan fabrikaların bütün işçilerinin delegelerinden oluşuyordu ama, birleşik bir grev komitesi olmanın ötesine geçmişti. 1906'da Lenin geriye bakarak, sovyet hakkında şunları söyler:

İşçi Vekilleri Sovyetleri, dolaysız kitlesel mücadele organlarıdır. Grev mücadelesinin organları olarak oluşmuşlardır. Sovyetler , yaşananların etkisiyle hızlı bir şekilde hükümete karşı verilen genel devrimci mücadelenin organlarına dönüşmüştür. Olayların gidişatı ve grevden ayaklanmaya geçis, sovyetleri önlenemez bir şekilde ayaklanma organlarına dönüştürdü.

Şubat 1917 Devrimi, heyecan verici yeni bir durum yarattı: Çar tahtını terketmiş; yüzyılların monarşisi çökmüştü. Polis dağıtılmış, her fabrikada işçi komiteleri kurulmuştu. Birçok ordu biriminde asker komiteleri ortaya çıkmıştı. Her yerde işçi ve asker sovyetleri çıkıyordu. Petrograd Sovyeti'nin başkanlığını yapmış olan Troçki, daha 1905 Devrimi sırasında bu kurumlar hakkında şunları yazabiliyordu:

Sovyet gerçekten de bir işçi hükümetinin nüvesiydi… Sovyet başından beri proletaryanın örgütüydü ve hedefi devrimci bir iktidar için mücadele etmekti... Sovyetle beraber çağdaş Rusya tarihinin ilk demokratik iktidarın ortaya çıktığını görüyoruz... Bu demokrasi, alt ve üst yasama meclisleri, profesyonel bir bürokrasi olmaksızın, ama seçmenlerin istedikleri anda vekillerini geri çekme hakkına sahip oldukları gerçek bir demokrasidir. Doğrudan doğruya işçiler tarafından seçilmiş vekillerden oluşan üyeleri yoluyla sovyet, bir bütün olarak proletaryanın tüm toplumsal oluşumlarına ve tek tek gruplarına doğrudan önderlik eder, eylemlerini örgütler ve bir sloganla bir bayrak sunar. (2)

Fakat Şubat 1917 devriminden sonra sovyetlere paralel olarak eski kuruluşlar da varlığını sürdürdü. Fabrikaların eski sahipleri ve yöneticileri konumlarını korumaya devam ettiler. Orduyu hala generaller yönetiyordu: Ordunun tepesindeki komutan, Çar tarafından atanmış olan General Kornilov'du. Sovyet iktidarına paralel olarak, Çarlık döneminden kalan, başında liberal politikacıların bulunduğu bir burjuva hükümet vardı. Lenin ve Troçki'nin 'ikili iktidar' olarak adlandırdığı bu durum çelişkilerle doluydu.

Her ne kadar sovyetin doğası Troçki'nin yukarıda ana hatlarıyla belirttiği gibi olmakla birlikte, sovyet liderleri burjuvaziye iktidarda kalması için yalvarıyordu. Sovyet delegelerinin çoğunluğu sağ kanat sosyalistler, Menşevikler ve Sosyalist Devrimcilerden oluşuyordu. Toplam 1500-1600 delegenin sadece 40 tanesi Bolşevik'ti. Bu tesadüfi bir durum değil, sola doğru kayan milyonlarca insanın hala Çarlık döneminin pisliklerini taşıyor olduğu bir durumun kaçınılmaz sonucuydu. O güne kadar Çar'ı ve savaşı destekleyen milyonların sola yönelmesi, hemen Bolşevikler gibi en aşırı partiye katılacakları anlamına gelmiyordu. Burjuva geçici hükümette İçişleri Bakanı olan Menşeviklerin güçlü ismi I G Tseretelli, burjuvazi ile uzlaşmanın gerekliliğini şöyle açıklıyordu: 'Devrim için başka bir yol olamaz. Bütünüyle iktidarın sahibi olduğumuz ve istersek parmağımızı oynatarak bile hükümeti devirebileceğimiz doğrudur ama, bu, devrim için bir felaket olur’.

Devrimimizde Proletaryanın Görevleri başlıklı broşüründe Lenin ikili iktidar üzerine şunları yazar:

Bu ikili iktidar, ortada iki hükümetin var olmasıyla kendini göstermektedir: biri, bütün iktidar organlarını elinde tutan, burjuvazinin asıl, gerçek ve güncel hükümeti, Lvov ve şürekasının ‘Geçici Hükümeti’dir; diğeri ise devletin iktidar organlarına sahip olmayan ama açık ve tartışmasız bir halk çoğunluğunun, silahlı işçilerin ve askerlerin doğrudan desteğini alan Petrograd İşçi ve Asker Vekilleri Sovyeti biçimine bürünmüş tamamlayıcı, diğerine paralel ve 'denetleyici' bir hükümettir.

Bu istikrarsız durum uzun süre devam edemezdi:

İkili iktidar, devrimin gelişimi sürecinde ancak bir geçiş aşamasını ifade eder; devrimin, sıradan bir burjuva demokratik devrimin ötesine geçtiği, ancak henüz proletarya ve köylülüğün 'saf' diktatörlüğüne ulaşmamış olduğu bir aşama.

Ancak günler, haftalar ve ayların fırtınalı olayları sonrasındadır ki, Bolşevikler işçilerin çoğunluğunu kazanmayı başardı. 9 Eylül'de Petrograd Sovyeti Bolşeviklerin saflarına geçti ve Troçki sovyet başkanı seçildi. Aynı gün Bolşevikler Moskova Sovyeti'nde de çoğunluğu kazandılar. Bu andan sonra, 7 Kasım 1917'de işçi iktidarının gerçekleşmesine sadece küçük bir adım kalmıştı.

Fransa'daki Mayıs 1968 olayları, farklı bir sonuçla biten tümüyle farklı bir hikaye anlatır. Mayıs-Haziran 1968 Fransa'sında derin bir toplumsal ve siyasal kriz vardı. 10 Mayıs'ı 11 Mayıs'a bağlayan gece Paris'in Latin semtinde, devrimci öğrencilerle çevik kuvvet (CRS) arasında kanlı çatışmalar yaşandı. Binlerce genç işçi öğrencilere katıldı. Ertesi gün, ana sendika federasyonu CGT, bir protesto gösterisi çağrısında bulundu. Gösteriye bir milyon kişi katıldı. 13 Mayıs'ta sendikalar bir günlük genel grev çağrısı yaptı ve sendikalarda örgütlü işçi sayısının dört katı büyüklüğünde, on milyon kişi genel greve katıldı. Tüm Fransa'da yaşam felç oldu. CGT ve Fransa Komünist Partisi (FKP) liderleri bir günlük grev ve gösterinin bir emniyet supabı işlevi göreceğini, yani mücadelenin bundan sonra sona ereceğini umuyordu. Fakat kendi adına sahneye çıkan tabanı hesaba katmadıkları için evdeki hesap çarşıya uymadı.

14 Mayıs'ta Nantes'taki Sud Aviation [uçak sanayii] işçileri süresiz grev kararı aldığını duyurdu, fabrikaları işgal ederek fabrika müdürünü bürosuna hapsettiler. FKP'nin yayın organı L'Humanité, dokuzuncu sayfada sadece yedi satırla verdiği haberle bu grevi önemsiz bir şeymiş gibi göstermeye çalışıyordu. Ertesi gün grev ve işgal hareketi Renault fabrikalarına sıçradı. Bunun ardından bütün metal, otomobil ve uçak fabrikaları greve çıktı ve işçiler tarafından işgal edildi. 19 Mayıs'ta tramvayların yanı sıra posta ve telgraf hizmetleri durdu. Bunu Paris'teki metro ve otobüs hizmetleri izledi. Grev madenlere, tersanelere, Air France'a ve başka işyerlerine sıçradı.

Grev 20 Mayıs'ta genel greve dönüştü. 10 milyon civarında işçi grevdeydi. Daha önce hiç grev yapmamış olan gruplar, Folies Bergére dansözleri, futbolcular, gazeteciler, tezgahtar kadınlar, teknisyenler de greve katılmıştı. Tüm işyerlerinden kızıl bayraklar sallanıyordu. CGT ve FKP liderlerinin ‘Bayrağımız hem üç renklidir [mavi, beyaz, kırmızı Fransız bayrağı], hem de kızıldır’ demesine rağmen, ortalıkta tek bir tane bile üç renkli bayrak gözükmüyordu. (3)

Tüm bunlar çok yeniydi ve geleceği temsil ediyordu, fakat eski, ‘ölü kuşakların geleneği’ hala varlığını sürdürüyordu. 15 Mayıs'ta bir milyon insanın Paris'te gösteri yaptığı doğru. Bu yeniydi. Ama, devrimci öğrencilerin işçilerin arasına karışacağından korkan sendika bürokrasisi, 20 bin işçi temsilcisinin ele ele tutuşarak oluşturduğu kordonla kitleyi ikiye bölmekte ısrar ediyordu. 10 milyon kişinin greve katıldığı doğru… ama grev komitesi seçilmemiş, sendika bürokratlarınca atanmıştı. Milyonlarca işçinin fabrikaları işgal ettiği doğru… ama işgallerin başından beri sendika bürokrasisi işçilerin sadece küçük bir kısmının fabrikalarda kalması gerektiğinde ısrar etmişti ve büyük kısmını evlerine göndermişti. Bütün işçiler işgal edilen fabrikalarda kalsa, grev daha aktif bir eylem olacaktı. Ama pasif hale geldi.

Trajiktir ki, bürokrasiyi aşıp geçebilecek büyük bir devrimci örgüt yoktu. Rusya'da 1917 Mart’ında Bolşevik Partisi’nin sadece 23.600 üyesi vardı ve bu rakam Ağustos'ta 250 bine ulaşmıştı. Fransız sanayi işçileri 1917 Rusya'sındaki işçi sınıfından önemli ölçüde daha kalabalıktı. Fransa'da birkaç on bin üyeli bir devrimci örgüt bulunsaydı, eylemdeki işçi kortejlerinin öğrencilerden ayrı tutulmaması gerektiğini savunabilirdi. Grev komitelerinin demokratik bir şekilde seçilmesi çağrısı yapabilirdi. Fabrikaları işgal eden milyonlarca işçiyi fabrikalarda kalmaya ikna edebilirdi ve böylece bu işçilerin tek tek bireyler toplamı olarak oluşturdukları güçten kat kat daha güçlü kollektif bir güç yaratılabilirdi. Ne var ki, Fransa’daki devrimcilerin toplam sayısı yüzleri aşmıyordu.

Dolayısıyla, hükümetin, sendikaların ücret artışı konusunda işverenlerle uzlaşmasını sağlaması uzun sürmedi. İşgaller sona erdi, grevler durduruldu, başkan General De Gaulle'ün dönüşü için gerekli koşullar hazırlandı. Fabrikalar işgal edilince De Gaulle’ün morali öylesine bozulmuştu ki, ülkeyi terkederek Batı Almanya’daki Fransız askeri birliklerinin yanına sığınmıştı. Şimdi yeniden dönüp yönetimi eline alıyordu. 30 Mayıs’ta Paris’te yarım milyon kişinin katıldığı sağcı bir gösteri düzenlendi. Polis radyo ve TV istasyonlarını yeniden ele geçirdi, işgalci işçileri fabrikalardan attı, devam eden bütün gösterilere saldırdı, hatta iki işçi ile bir okul öğrencisini öldürdü. 1968 boyunca, çok daha ileriye gidebilecek olan devrimci potansiyel zafere ulaşmadan çok önce tekrar tekrar durdu. Ve bu başka devrimlerde de gözleyeceğimiz bir olgu oldu.

Almanya’da Kasım 1918 devrimi Kaiser'i devirmiş, Birinci Dünya Savaşı’nı sona erdirmişti. Ne var ki, hem Krupps ve Thyssen gibi büyük işverenler, hem Freikorps adlı sağcı askeri birlikler oluşturan generaller ve gerici ordu subayları, yerlerinde duruyordu. Rusya’daki gibi Almanya’da da ikili iktidar sürüyordu: parlamentonun yanı sıra işçi konseyleri vardı. Sosyal Demokrat hükümetin şemsiyesi altında Freikorps subayları devrimci önderler Rosa Lüksemburg ve Karl Liebknecht’i katlettiler. Devrimci gelişmeler inişli çıkışlı bir sekilde 1923’e kadar sürdü, fakat kapitalizmin zaferiyle sonuçlandı. Nazi hareketi 1919 yılında doğmuştu. Naziler 1923’te Bavarya’da ‘başarısız’ bir darbe girişiminde bulundu, fakat bir kenarda beklemeye devam etti. İşçiler için bir fırsat daha kaçırılmıştı ve Hitler iktidara geldiğinde bunun bedeli ağır ödendi.

1930'lar Fransa'sı, 1934 Şubat'ında başlayan ve 1936'da Halk Cephesi'nin kesin zaferiyle sonuçlanan müthiş bir işçi sınıfı mücadelesine sahne oldu. Halk Cephesi, Komünist Parti, Sosyalist Parti ve yanlış bir biçimde Radikal Sosyalistler olarak adlandırılan ama gerçekte ne sosyalist ne de radikal olan Liberallerin ittifakından oluşuyordu. Milyonlarca işçi kendi kendine ‘Hükümet artık bizim hükümetimiz, haydi fabrikaların yönetimini elimize alalım’ diyordu. Ancak, Komünist Parti ve Sosyalist Parti liderleri, işverenlerle uzlaşma sağlanmasının ardından hareketin geri çekilmesine önayak oldular. Bunun ardından Komünist Parti'si Halk Cephesi'nden atıldı. Hitler'le 1938'de Münih’te anlaşma imzalayan kişi Radikal Sosyalist Daladier oldu ve 1940'dan itibaren Nazillerle işbirliği yapan Vichy rejiminin başı Mareşal Petain'i destekleyen parlamento 1936’da Halk Cephesi'nin zafer anında seçilmiş olan aynı parlamentoydu.

Orta Doğu, mevcut düzeni sarsan fakat temel bir zaferle sonuçlanmayan muazzam çalkantıların görüldüğü bir diğer alandır. Irak kralı Faysal 1951'de bir kitle hareketi ile devrildi. Irak Komünist Partisi çok güçlü bir parti, hatta Arap dünyasının en güçlü Komünist Partisiydi. Bu parti burjuva milliyetçisi Baas partisi ile bir ittifak kurdu. Stalinist denetim altındaki Komünist Parti, gelen devrimin işçi sınıfı ve burjuva partileri arasında bir ittifakı gerektiren demokratik bir devrim olacağına inanıyordu. Böylesi bir ittifak, pratikte işçi sınıfını burjuva partilere tabii kılmak anlamına gelir. Komünist Parti üyeleri ve işçiler bu ittifakın bedelini çok ağır ödediler. General Saddam Hüseyin'in başında bulunduğu Baas, CIA'nın yardımıyla komünistleri kitlesel bir kıyımdan geçirdi.

İran'da 1979'da bir genel grev Şah'ın devrilmesine yol açtı. Şuralar (işçi konseyleri) ülkenin her yanında mantar gibi bitiyordu. Ne var ki, çoğunluğu Moskova yanlısı Tudeh Partisi’nden ve Halkın Fedayileri'nden oluşan şura önderlikleri bir proleter devrim olarak değil, burjuva demokratik bir devrim olarak gördü ve bu yüzden İslami Cumhuriyet’in kurulmasına destek verdi. Ayetullah Humeyni iktidara geçer geçmez Tudeh'e ve Halkın Fedayileri'ne şükran göstermeksizin sola karşı kanlı bir kıyıma başladı.

Yukarıda anlatılan bütün olaylar, 1789 Fransız Devrimi'nin liderlerinden biri olan St Just'un sözlerini tamamen teyid eder niteliktedir: ‘Devrimi yarıda bırakanlar kendi mezarlarını kazarlar’. Devrimi tamamlamak ve tam zafere ulaştırmak için, proleteryaya devrimci bir partinin önderlik ediyor olması gereklidir. Devrimi parti değil işçi sınıfı yapar, fakat parti işçi sınıfına rehberlik eder. Troçki'nin ifadesiyle:

Kılavuz bir örgüt olmazsa, kitlelerin enerjisi pistonlu bir silindir içinde bulunmayan buhar gibi uçup gider. Bununla birlikte, hareket silindir ya da pistondan değil, buhardan gelir. (4)

Başarı ve başarısızlık arasındaki fark, 1917 Rusya'sı ile bütün diğer örnekler arasındaki fark, Rusya'da etkili bir şekilde önderlik eden kitlesel bir devrimci partinin varlığıdır. Sosyalistler, devrimci krizin ne zaman oluşacağını tayin edemezler, fakat güçlü bir devrimci parti inşa ettikleri ölçüde nihai sonucu belirleyebilirler.

Devrimci parti ve işçi sınıfı

İşçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır sözü, marksizmin canalıcı noktasıdır. Komünist Manifesto’da şöyle denir:

Daha önceki bütün tarihsel hareketler azınlıkların hareketleri ya da azınlıkların çıkarlarına uğruna hareketlerdi. Proleter hareket, ezici çoğunluğun, ezici çoğunluk yararına bilinçli ve bağımsız hareketidir.

Manifesto aynı zamanda şunu da vurgular: ‘Her çağın egemen fikirleri, her zaman o çağın egemen sınıfının fikirleridir’. Bu iki ifade arasında bir çelişki vardır, fakat bu çelişki Marks ve Engels’in kafalarında değil, gerçekte mevcuttur. Bu ifadelerden sadece biri doğru olsaydı, işçi sınıfının kurtuluşu ya kaçınılmaz ya da imkansız olurdu. Eğer işçiler bencillik, diğer işçilere karşı aldırmazlık, ırkçılık, cinsiyetçilik gibi kapitalist düşüncelerden etkilenmeseydi, sosyalizm kaçınılmaz olurdu. Devrimciler parmağını bile oynatmadan devrim gerçekleşirdi. Eğer işçiler egemen sınıfın fikirlerini tamamen kabul etmiş olsaydı, sosyalizm bir hayal olurdu ve sonsuza kadar hayal olarak kalırdı. Bu iki unsur – işçi sınıfının kendi eylemi ve egemen sınıfın fikirlerine tâbi olması – arasındaki denge statik değildir, sürekli değişir. Bu, bazen uzun bir döneme yayılmış yavaş ve farkedilmez değişiklikler şeklini alır, fakat bazen de çok kısa bir süre içinde çarpıcı bir şekilde değişebilir.

Sınıf mücadelesinin keskinleşmesi ve buna bağlı olarak işçilerin kendilerine olan güveninin artması burjuva fikirlerin ayağını kaydırır. Ya da tam tersine, işçilerin ardarda ciddi yenilgiler yaşaması veya uzun bir dönem süren kitlesel işsizlik (ve bunun işçilerin kendilerine olan güvenlerini aşındırması) sonucu işçilerin mücadeleciliğinin gerilemesi işçileri gerici fikirlere daha açık hale getirir.

Ancak, bu iki unsur arasındaki dengenin değişmesi, sadece işyerinde, ekonomik cephede olan bitenlere bağlı değildir. Engels sınıf mücadelesinin üç alanda gerçekleştiğini yazar: ekonomik, politik ve ideolojik alanlar. Kuşkusuz bu üç alan, ekonomik alanın temel, politik ve ideolojik alanların ise üstyapı oluşturduğu, birbirleriyle içbağlantılı alanlardır. İşçilerin mücadeleciliği, sadece işten atılmalara ya da ücret artışlarına karşı verilen mücadelelerin zaferiyle değil, politik alandaki gelişmeler nedeniyle de yükselebilir, hatta patlayabilir.

Şubat 1917 Rus Devrimi, grevlerin sayısındaki büyük bir artışın değil, savaşa karşı doğrudan bir tepkiydi. Dört milyon Rus askeri ölmüştü. Açlık tüm ülkeye yayılmıştı. Devrimi Şubat başlarında Petrograd'daki ayaklanmalar ve gösteriler ateşlemişti, ama bu gelişmelerin sanayi işletmelerinde yükselen mücadeleyle pek az bir bağlantısı vardı.

İki unsur (işçilerin kendi eylemlerinden doğan yeni düşünceler ve kapitalist fikirlerin yükü) arasındaki denge, sadece genel durumdaki değişikliklerle başkalaşmaz, ayrıca farklı işçileri farklı şekillerde etkiler. Verili bir durumda işçilerin bir kesiminin burjuva fikirleri tümüyle kabul ettiği söylenebilir – bunlar muhafazakar işçilerdir. Diğer bir kesim burjuva fikirleri tümüyle reddeder – bunlar devrimci işçilerdir. Bu iki kesim, iki farklı parti tarafından, muhafazakar parti ve devrimci işçi partisi tarafından temsil edilir. Bu iki kesim arasında bir üçüncü grup işçi vardır ve bunları temel alan üçüncü türde bir işçi partisi, yani reformist parti vardır. Bunun bir örneği, İngiltere’deki İşçi Partisi’dir. Komünist Enternasyonal'in 1920'deki İkinci Kongresi'nde Lenin İngiltere İşçi Partisini ‘kapitalist bir işçi partisi’ olarak tanımlar. Kapitalist der, çünkü bu partinin politikaları kapitalizmden kopmamıştır. Peki neden aynı partiyi işçi partisi olarak da görür? Bunun nedeni, bu partiye işçilerin oy veriyor olması değildir. O dönemde işçilerin çoğu muhafazakar partiye oy vermişti ve bu parti tam olarak kapitalist bir partiydi. Lenin İşçi Partisi’ne işçi partisidir diyordu, çünkü bu parti kapitalizme karşı işçilerin kendilerini savunma güdüsünü yansıtıyordu.

Kuşkusuz kaba bir sınıflandırma bu. Devrimci partiler ile reformist partiler arasında başka türden bir parti, merkezci bir parti de olabilir. Merkezci partinin başlıca özelliği, kayganlık ve sağ ile sol arasında bocalamadır. Ne devrimcidir, ne de reformist. Merkezci bir parti bazen sağdan sola, bazen da soldan sağa kayar. Bu parti çok kısa bir süre içinde yön değiştirebilir; tıpkı bukalemun gibi duruma göre rengini değiştirir, fakat hiçbir zaman tutarlı değildir.

Bir devrimci parti için büyük bir tehlike, merkezci parti reformistlerin kuyruğunda, reformist parti de kapitalistlerin kuyruğunda iken, kendini merkezci partiye uyarlamaktır. Bir örnek vermek gerekirse: İngiltere’de 1926 genel grevi süresince Komünist Parti liderliği, merkezci sendika liderlerini cezbetmek için kendi kilit politikalarını yumuşattı ve uyarladı. Sonuç olarak, sendikalar konfederasyonu TUC genel konseyinin A J Cook, George Hicks ve Alfred Purcell gibi sol kanat liderlerinin kuyruğuna takıldılar. Cook, Hicks ve Purcell de TUC'nin sağ kanat liderliği Jimmy Thomas, Arthur Pugh ve Ben Turner'ın kuyruğuna takıldı. Bu üçü de Ramsay MacDonald'ın liderliğindeki İşçi Partisi'nin peşine takıldı ve dönemin Muhafazakar Parti’li başbakanı Stanley Baldwin'in politikalarını aslen destekler duruma düştü. Komünist Partisi'nin kendisini merkezcilere uyarlaması İngiltere işçi sınıfının korkunç yenilgisi ile sonuçlandı. Bocalayan merkezci liderlerle karşı karşıya kalan bir devrimci parti, net ve kararlı olmalıdır; sendeleyenleri sağlam hale getirmek için kararlılık göstermek gereklidir.

Tarih işçi sınıfı tarafından yapılır, dolayısıyla devrimci parti kendisini iki tür tehlikeden uzak tutmalıdır. Birincisi, partinin sınıf adına hareket edebileceği düşüncesi, yani ikameciliktir. İkincisi, kendisini işçi sınıfında yaygın olan geri görüşlere uyarlamak, yani oportünizmdir. Bir örnek verelim: bir devrimci grev gözcülerinin arasında bulunabilir ve ırkçı yaklaşımlar sergileyen bir işçi ile karşılaşabilir. Bir devrimci bu durumda şu üç tavırdan birini alabilir. İlki, ‘Grev yerinde ırkçılarla bir arada duramam, ben eve gidiyorum’ demektir. Bu sekter bir tavırdır, çünkü eğer işçi sınıfının kurtuluşu kendi eseriyse, söz konusu işçi birey olarak ne kadar geri olursa olsun, işçilerle birlikte işverene karşı durmak gerekir. Diğer bir olasılık, ırkçılıkla yüzleşmekten sakınmaktır. İşçi ırkçı bir yorum yaptığında onu duymamazlıktan gelmek ve ‘Bugün hava çok güzel, değil mi?’ diye cevap vermektir. Bu da oportünizmdir. Üçüncü olasılık ise, bu işçi ile tartışmaktır. Eğer ikna olabilirse ne âlâ, yok hala ırkçılıkta direnirse, grev kırıcılar geldiğinde onlara karşı kollar birbirine kenetlenecektir – çünkü işçi sınıfının kurtuluşu kendi eseridir. Bir devrimci ne ikameciliğe ne de işçi kuyrukçuluğuna ödün verebilir.

Başarılı bir devrim, aynı zamanda devrimci partinin işçi sınıfının üniversitesi gibi hareket etmesine de bağlıdır. İşçi sınıfının burjuvazi karşısındaki konumu, erken dönem burjuvazisinin feodal beylere karşı isyan ettiği sıradaki konumundan bütünüyle farklıdır. Kapitalistler, çok genç bir sınıf oldukları dönemde bile, entellektüel açıdan soylulardan bağımsızdılar. Doğrudur, aynen işçi sınıfı bugün kapitalistleri devirmek zorunda olduğu gibi, kapitalistler de soyluluğu devirmek zorundaydılar. Fakat burjuvazinin devrim yaparken elinde bulunan avantajlardan işçi sınıfı yoksundur. Kapitalistlerin düşmanı soyluluk, bugün kapitalistlerin sahip olduğu gibi toplumdaki bütün servetin sahibi değildi. Dahası, soyluluk kapitalistler kadar zengin değildi. Kapitalistler soylulara dönüp ‘Tamam, siz toprağın sahibisiniz, ama bizim de paramız, bankalarımız var. Siz iflas ettiğinizde kendinizi nasıl kurtarmaya çalışıyorsunuz? O mavi kanınızla bizim altınlarımızı karıştırmaya, kızlarımızla evlenmeye çalışıyorsunuz’ diyebiliyordu. Entellektüel alandaki savaşa gelince, kapitalistler soylulara dönüp ‘Tamam, sizin kiliseleriniz, papazlarınız, kutsal kitaplarınız var, ama bizim de üniversitelerimiz, profesörlerimiz, ansiklopedilerimiz var. Haydi, çekilin kenara!’ diyebiliyordu.

Kapitalistlerin soyluluk üzerindeki nüfuzu, soyluların kapitalistler üzerindeki nüfuzundan çok daha fazlaydı. Fransız Devrimi, Genel Sınıflar'ın (yani üç katmanın: soyluluk, papazlar ve orta sınıflar) bir toplantısıyla başladı. Oylamaya gelince, birçok soylu ve papaz kapitalistlere oy verdi, kapitalistler soylulara değil. İşçilerin bugünkü konumu bu duruma benziyor mu? Benzemiyor elbet. İşçiler kapitalistlere dönüp ‘Tamam, sizin Ford, General Motors, ICI vs. şirketleriniz var, bizim de… var’ diyemez. Milyonlarca işçi kapitalist propagandanın etkisi altındayken, sosyalist basın tarafından etkilenen kapitalist yok denecek kadar azdır.

Devrimci parti işçi sınıfının üniversitesidir derken, işçi sınıfının tarihsel ve uluslararası deneyimlerinden, zaferlerlerinden ve yenilgilerinden dersler çıkarmamız gerektiğini kastediyoruz. Devrimci parti işçi sınıfının belleği olmalıdır. Dolayısıyla, bugün Endonezya’ya baktığımızda, 74 günlüğüne iktidarı elinde tutan dünyanın ilk işçi hükümeti 1871 Paris Komünü’nün deneyimini de aklımızda tutmalıyız. 1905 Devrimi'nden ve daha da önemlisi Ekim Devrimi'nin zaferinden öğrenmek zorundayız. Aynı zamanda 1918-1923 Alman Devrimi'nin yenilgisinden; 1926’da İngiltere’deki genel grevin yenilmesinden; Lenin’in ölümü sonrasında Stalin tarafından Bolşevik Partisi’nin tüm liderlerinin katledilmesinden, sovyetlerin imha edilmesinden ve sosyalizmin başlangıcını temsil eden proletarya rejiminin yerine devlet kapitalizmini dönüştürülmesinden dersler çıkarmak zorundayız. Almanya’daki 1933 felaketinden; dünyanın en güçlü, en iyi örgütlü işçi hareketinin, biri sağcı reformist diğeri stalinist iki partinin önderliğinde olduğu için tek kurşun atmaksızın Nazilere teslim olmasından dersler almalıyız. Çin’in niye, en derin fakirlik koşullarında yaşayan milyonlar varken, tepede çok büyük sayıda milyonerin bulunduğu bir toplum haline geldiğini anlamak zorundayız.

Devrimci parti, işçilerin mücadelesine güven verebilmek için, teorik netliğe sahip olmalıdır. Aksi durum, yani teorik şüphecilik devrimci eylemle uyuşmaz. Lenin’in dediği gibi, ‘Önemli olan, seçilmiş olan yolun doğru olduğuna güvenmektir, bu güven mucizeler yaratabilecek devrimci gayreti ve devrimci enerjiyi yüz kat artıracaktır.’ (5) Tarihsel gelişimin yasaları anlaşılmadan ısrarlı bir mücadele sürdürmek mümkün değildir. Yorgunluk ve hayal kırıklığı, yalnızlık ve acı yıllarında, eylemlerinin tarihsel ilerlemenin gerekliliklerine uygun olduğuna inanmayan devrimciler ayakta kalamazlar. Uzun yolun dolambaçlı dönemeç ve virajlarında kaybolmamak için ideolojik olarak sağlam durmak gerekir. Teorik şüphecilik ve devrimci kararlılık birbirleriyle bir arada duramaz. Lenin’in gücü, insanlığın gelişme süreçleri ile teoriyi daima ilişkilendirebilmiş olmasıydı. Lenin, her teorik kavramın önemini pratik ihtiyaçlarla olan ilişkisine göre yargılıyordu. Keza, her pratik adımı marksist teoriye uygunluğu ile sınıyor, teori ile pratiği kusursuz bir şekilde birleştiriyordu.

Lenin doğaçlamaya inanırdı. Ama bunun basitçe günün izlenimleri durumuna dejenere etmemesi için, doğaçlamanın iyi düşünülmüş teoriye dayalı bir genel perspektif içinde harmanlanması gerekir. Teorisiz pratik kaçınılmaz olarak belirsizliklere ve hatalara yol açar. Öte yandan, marksizmi mücadeleden uzak bir şekilde okumak ve öğrenmek, marksizmin esas kaynağı olan eylemle bağlarını kopartmak ve işe yaramaz kitap kurtları yaratmak anlamına gelir. Devrimci teori pratiğe ışık tutar, teori de pratik tarafından doğrulanır. Marksist gelenekler, insanların beyinlerine ve kanlarına ancak mücadele içinde işler.

Devrimci bir partinin inşası

Devrimci partinin işlevini ve eylemlerini anlamak açısından en önemli marksist Lenin’di. Lenin’in 1903’ten itibaren sürdürdüğü Bolşevik Partisi’nin inşa çabası çok öğreticidir. Devrimci partinin nüvesi tartışma/okuma grubudur. Bu, ‘kadroların ilkel birikimi’ için gerekli bir aşamadır, ama sadece bir aşama. Grup kafa yapısı ciddi zaaflara sahiptir. Amatördür ve gerçek bir devrimci partinin gelişimesinin önünde bir engel oluşturabilir.

1902’de yayınlanan Ne Yapmalı? adlı parlak kitapçığında Lenin, Rus devrimcilerinin grup kafa yapısının sona erdirmeleri gerektiğini; devrimcilerin, merkezi, tüm Rusya çapında bir örgüt inşa etmeleri gerektiğini savunur. Bunu başarmak için her şeyden önce, Lenin’in Kustarichestvo diye adlandırdığı ilkel ‘el yordamıyla örgütlenme’ anlayışına karşı savaşmak gerekiyordu. Profesyonel devrimcilerden oluşan güçlü bir örgüt kurmak zorundaydılar; bu, Çarlığın illegal, insafsız koşulları altında özellikle gerekliydi. Ama örgütün bir sekt olmasını engellemek için, işçi sınıfı ve sınıfın mücadeleleri ile güçlü bağlar kurmak gerekiyordu. Bunu sağlayacak anahtar, parti gazetesidir. Gazete, tüm Rusya’nın merkezi örgütünün inşa edilmesinde bir silah olarak kullanılmalıdır. Lenin ‘Nereden Başlamalı’ adlı makalesinde ‘gazetenin işlevi’ der,

…sadece fikirlerin yayılması, siyasal eğitim ve siyasi müttefiklerin kazanılması ile sınırlı kalmamalıdır. Bir gazete sadece kollektif bir propagandacı ve kollektif bir ajitasyoncu değil, aynı zamanda kollektif bir örgütleyicidir. Bu son anlamıyla gazete, inşaat halindeki bir binanın çevresindeki iskeleye benzetilebilir: yapının ana hatlarını belirler, inşaat işçileri arasındaki iletişimi kolaylaştırır ve böylece işi paylaşmalarını ve örgütlü emeklerinin başardığı ortak sonuçları görmelerini sağlar. Gazetenin yardımı ve aracılığıyla, sadece yerel faaliyete değil, düzenli genel faaliyete girişecek, üyelerini siyasi olayları dikkatli bir şekilde izlemek, bu olayların toplumun çeşitli katmanları üzerindeki etkilerini ve önemini değerlendirmek ve bu olayları devrimci partinin etkileyebilmesi için etkin yöntemler geliştirmek konusunda eğitecek kalıcı bir devrimci örgüt doğal olarak şekillenecektir. Gazeteye düzenli olarak yazı temin etmek ve gazetenin düzenli dağıtımını sağlamak gibi basit teknik görevler bile birleşik partinin, birbirleriyle daimi ilişkileri sürdürecek, olayların genel gidişatını bilecek, tüm Rusya çapındaki faaliyet çerçevesinde ayrıntılı görevlerini düzenli bir şekilde yerine getirmeye çalışacak, çeşitli devrimci eylemler örgütlemedeki güçlerini sınavdan geçirecek bir yerel ajanlar ağının oluşturulmasını gerektirecektir.

Bu ajanlar ağı tam da bizim ihtiyacımız olan örgütün iskeletini oluşturacaktır: sıkı ve ayrıntılı bir işbölümü uygulayabilecek kadar geniş ve çok yönlü, her türlü koşul altında, her 'ani yön değişikliğinde' ve her beklenmedik olay karşısında kendi faaliyetini istikrarla yürütebilecek kadar azimli, ezici düşman tüm güçlerini bir noktada topladığı zaman bu güçlü düşmana karşı açık savaştan uzak durabilecek ama, öte yandan da düşmanın hantallığından yararlanabilecek ve hiç beklemediği bir anda hiç beklemediği bir yerden ona saldırabilecek kadar esnek bir örgüt. (6)

Parti gazetesi partinin örgütleyicisidir.

Ama 1905 Devriminin patlak vermesiyle birlikte Lenin savını değiştirdi: parti profesyonel devrimcilerden değil, kitlesel üye kazanma üzerine temellendirilmeliydi. İlkbahar 1905'te, parti kongresinde, Lenin partinin kapılarının işçilere sonuna kadar açılması ve bu işçilerin partide öncü bir konuma gelecek şekilde öne sürülmeleri gerektiği doğrultusunda bir önerge verdi. Lenin'e göre, parti:

proleterlerin ve yarı proleterlerin daha da geniş kesimlerini tam [devrimci sosyalist] bilince ulaştırarak, bunların devrimci … eylemlerini geliştirerek, partimize bağlı azami sayıda işçi sınıfı örgütünün yaratılmasını sağlayıp harekete ve parti örgütlerine önderlik etme yeteneğine sahip en çok sayıda işçinin işçi kitlelerinin içinden öne fırlayarak yerel merkezlerin ve parti merkezinin üyeliğine gelmesini temin ederek, partiye katılmak istemeyen veya katılamayan işçi sınıfı örgütlerinin en azından parti ile ilişki içinde olmasını sağlayarak, parti ile işçi kitleleri arasındaki bağları güçlendirmek için tüm çabaları sarfetmelidir. (7)

Lenin, Kasım 1905'te yazdığı 'Partinin Yeniden Örgütlenmesi' adlı bir makalede açıkça şöyle der: "İşçi sınıfı içgüdüsel ve kendiliğinden bir şekilde" devrimci sosyalisttir. (8) Bu yeni yönlendirme sonucunda parti üyeliğinde bir patlama oldu. Üye sayısı 1903'te birkaç yüz iken, Ekim 1906'ya gelindiğinde Bolşevik Partisi'nin üyeleri 33 bin idi. (9) Partinin gelişmesinin, örgütün boyuna, üyelerinin bileşimine ve genel olarak toplumdaki güç dengelerinin partinin önüne koyduğu görevlere bağlı olarak çok çeşitli taktikler ve örgütlenme biçimleri gerektirdiğini Lenin anlıyor olmasaydı, partinin böylesine büyümesi mümkün olamazdı.

Devrimci parti ve sendikalar

Devrimciler, işçilerin mücadelelerinin her yönüne katılırlar. Bu nedenle, sendikaların mücadelesine de derinlemesine bir şekilde katılırlar. Reformistler, işçi sınıfı hareketini ayrı ve farklı kompartımanlara ayırırlar: bir yanda sendikaların görevi olan ekonomik mücadele, öte yanda parlamento ve belediye seçimlerinden oluşan ve reformist partilerin ilgi alanı olan politik mücadele. Buna karşılık, marksistler işçi sınıfına bir bütün olarak bakarlar; sınıfı mücadelede iki kolunu – ekonomik ve politik – kullanan bir sınıf olarak görürler.

Ekonomik ve politik mücadelenin ikiye bölünmesi genel olarak Marks’a yabancıdır. Bir ekonomik talep eğer sınıfın bir kesimine aitse, Marks tarafından ‘ekonomik’ olarak tanımlanır. Fakat aynı talep devletten talep ediliyorsa politiktir de:

Belirli bir fabrikada, hatta belirli bir işkolunda grevler vs. yoluyla kapitalistleri çalışma saatlerini düşürmeye zorlama çabası, katıksız bir ekonomik harekettir. Buna karşılık, sekiz saatlik iş günü için vb. bir yasa çıkarılmasını zorlamayı amaçlayan bir hareket siyasi bir harekettir. Başka bir deyişle, sınıfın bir hareketidir, sınıfın çıkarlarını genel bir biçimde (genel, toplumsal olarak zorlayıcı güç sahibi olan bir biçimde) dayatmaya çalışan bir harekettir… işçi sınıfının sınıf olarak egemen sınıfa karşı çıktığı ve dışarıdan basınç uygulayarak zorlamaya çalıştığı her hareket siyasi bir harekettir. (10)

Birçok durumda, ekonomik (bir kesime ait) talepleri olan mücadeleler politik (sınıf çapında) talepleri olan mücadelelere yol açmaz, ama ikisi arasında da mutlak bir ayrılık yoktur ve ekonomik talepli birçok mücadele politik talepli mücadelelere dönüşür. Kitle grevlerinin devrimin motoru işlevini gördüğü 1905 Rusya deneyimi, ekonomik ve politik mücadeleler arasındaki sıkı bağın daha iyi anlaşılmasını sağladı. Rosa Lüksemburg, devrimci bir dönemde ekonomik mücadelenin politik mücadeleye, politik mücadelenin de ekonomik mücadeleye dönüştüğünü belirtir:

Hareket sadece bir yönde, ekonomik mücadeleden siyasi mücadeleye değil, fakat aynı zamanda ters yönde de gelişir. Her önemli siyasi kitle hareketi doruğa ulaştıktan sonra bir dizi ekonomik kitle grevleri ile sonuçlanır. Ve bu kural, sadece tek tek kitle grevlerine değil, bütünüyle devrim için de geçerlidir. Siyasi mücadelenin yayılması, netleşmesi ve yoğunlaşması ile, ekonomik mücadele sadece geri çekilmemekle kalmaz, tam tersine yaygınlaşır ve aynı zamanda daha örgütlü ve daha yoğun hale gelir. Bu iki mücadele arasında karşılıklı etkileşim vardır. Siyasi mücadelenin her yeni atağı ve zaferi, ekonomik mücadele üzerinde güçlü bir etki yapar, çünkü siyasi mücadele genişledikçe işçilerin kendi koşullarını düzeltme olanaklarını artırır ve bunu gerçekleştirme dürtülerini güçlendirir, savaşçı ruhlarını artırır. Siyasi eylemin yükselen her dalgasından sonra, geriye binlerce ekonomik mücadelenin filizlendiği bereketli bir tortu kalır. Bunun tersi de aynen geçerlidir.

Kitle grevinin mantıksal ve gerekli zirve noktası "açık ayaklanmadır. Bu ayaklanma ancak, zemini hazırlayan ve dolayısıyla bir süre için kısmi 'yenilgiler' olarak görülebilecek durumlarla sonuçlanması muhtemel olan ve her biri 'erken girişilmiş' olarak görülebilen bir dizi kısmi ayaklanmanın birikiminin sonucunda gerçekleşir". Ve kitle grevlerinden ne müthiş bir sınıf bilinci doğar!

Devrimci dalganın keskin gelgitleri içerisinde, proletaryanın manevi gelişimi en değerli olan şeydir, çünkü bu gelişim en kalıcı olanıdır. Proletaryanın entellektüel düzeyindeki büyük sıçramalar, geleceğin kaçınılmaz ekonomik ve siyasal mücadelelerinde düzeyin daha da gelişeceğinin kesin güvencesini verir. (11)

Yukarıdaki alıntıdan, parti ve sendikalar arasında önemli bir nitelik farkı yoktur sonucunu çıkarmak büyük bir hata olur. Bu, Endonezya gibi sendikaların henüz nispeten yeni olduğu ve parti ile sendika arasındakı sınırın çok zaman epey belirsiz olduğu ülkeler için özellikle büyük öneme sahiptir. Sendikaların sloganı 19. yüzyılda İngiltere'de belirlenen slogandır: 'Adil bir iş günü karşılığı adil bir ücret'. Devrimcilerin, sosyalistlerin amacı ücret sistemini ortadan kaldırmak; bazılarının emek gücünü satmak zorunda olduğu, bazılarının da satın aldığı toplumsal yapıdan kurtulmaktır. Kuşkusuz, kapitalizm varolduğu sürece yüksek ücreti tercih ederiz, ama amaçlar yine de farklıdır.

Sendikalar üyelerini bir devrimci partiye kıyasla tümüyle farklı bir temelde devşirirler. Devrimci parti, ilkeleriyle ideolojik uyuşma içindeki kişileri üye yapar. Sendikalar ise, devrimci, reformist veya muhafazakar ayrımı gütmeksizin her işçiyi üye yapmayı amaçlar. Muhafazakar işçilerin sendikaya katılması ve tüm diğer işçilerin ideolojik baskısı altında kalması sendikaları güçlendirir. Devrimci partiler ise, tersine, politikalarını benimsemeyen kişileri partiye alarak üyeliğini sulandırmamalıdır. Sendikal hareket büyük ama kör bir baltadır. Devrimci parti ise göreli olarak küçük de olsa keskin bir baltadır. Lenin, sendika sekreteri ile devrimci marksistin rollerini şöyle karşılaştırır:

Herhangi bir işçi sendikasının, mesela bir İngiliz sendikasının sekreteri ekonomik mücadeleyi sürdürmeleri için işçilere her zaman yardımcı olur, fabrikadaki suistimalleri teşhir etmek için işçilere yardım eder, greve çıkma ve grev gözcüsü bulundurma (yani belli bir fabrikada grev başlatıldığı konusunda herkesi uyarmak), özgürlüğünün önündeki yasaların ve yasal önlemlerin adaletsizliğini anlatır, iş mahkemelerinin yargıçlarının burjuva sınıfı üyesi taraflılığını anlatır vb. vb. Kısacası, her sendika sekreteri 'işverenlere ve hükümete karşı ekonomik mücadeleyi' yürütür ve yürütülmesine yardımcı olur... Sosyal demokratların ideali, bir sendika sekreteri olmak değil, nerede ortaya çıkarsa çıksın, hangi halk katmanını veya sınıfını etkileyecek olursa olsun zorbalığın ve baskının her türlü tezahürüne tepki gösterebilen, bütün bu tezahürleri genelleştirip polis şiddetinin ve kapitalist sömürünün tek bir tablosunu çizebilen, sosyalist inançlarını ve demokratik taleplerini herkesin önüne koyabilmek için ve proletaryanın kurtuluş mücadelesinin dünya tarihsel önemini herkese açıklayabilmek için ne kadar küçük olursa olsun her olaydan yararlanabilen bir halk önderi [tribune of the people] olmaktır. (12)

Devrimci parti ve demokratik devrimde liberal hizipler

Endonezya gibi, burjuvazinin genç olduğu ve siyasi rejimin ya otokratik ya da daha yeni demokratikleşmiş olduğu pek çok ülkede proletaryanın, burjuva demokratların kuyruğuna takılması tehlikesi vardır. Fransız burjuvazisi 1789-1793 devrimini başarıyla sonuçlandırdı, fakat ondan sonra durum farklı olmuştur. Örneğin, 1848’de Alman burjuvazisi kendi devrimine ihanet etmiş ve toprak sahibi Junker'lere ve monarşiye teslim olmuştur. Alman burjuvazisi, gelişen işçi sınıfından korkuyordu. Bugün dünyanın her yerinde işçi sınıfı var ve bu sınıf her yerde 1789 ve 1848’de olduğundan çok daha büyük işyerlerinde çalışıyor. Proletarya korkusu kaçınılmaz olarak burjuvaziyi ve burjuva aydınlarını felce uğratıyor. Mart 1850’de Marks, Alman işçi sınıfının kendisini liberal burjuvaziye ve küçük burjuva aydınlarına tabi kılmaması gerektiğini söylüyordu:

Devrimci işçi partisinin küçük burjuva demokratlarla ilişkisi şöyledir: parti, devrilmesi hedeflenen hizibe karşı küçük burjuva demokratlarla birlikte yürür; küçük burjuva demokratların kendi çıkarları doğrultusunda kendi konumlarını sağlamlaştırmak için yaptıkları her şeyde onlara karşı çıkar.

Toplumun tümünü devrimci proleterler için dönüştürmeyi istemek bir yana dursun, küçük burjuva demokratlar, varolan toplumu kendileri için mümkün olduğunca katlanılabilir ve rahat kılacak şekilde toplumsal koşullarda bir değişiklik için çabalarlar…

Küçük burjuva demokratlar devrimin mümkün olduğunca çabuk sona ermesini arzu ederken… bizlerin çıkarı ve görevi, şu veya bu ölçüde mülk sahibi tüm sınıflar toplumdaki egemen konumlarından kovulana ve proletarya devlet iktidarını ele geçirene kadar devrimi sürekli kılmaktır… Bizim için mesele özel mülkiyetin değiştirilmesi değil, yok edilmesidir, sınıf çelişkilerinin yumuşatılması değil, sınıfların ortadan kaldırılmasıdır, varolan toplumun iyileştirilmesi değil, yeni bir toplumun kurulmasıdır…

Açıktır ki, önümüzdeki kanlı çatışmada da, her zaman olduğu gibi, zaferi kazanacak olan, aslen, işçilerin cesareti, kararlılığı ve özverisi olacaktır. Öncekilerde olduğu gibi, bu mücadelede de, küçük burjuva kitleler olabildiğince uzun süre tereddütlü, kararsız ve pasif kalacaklar, sonra, sonuç belli olur olmaz, zaferi kendilerine maledecekler, işçilere sükuneti koruma ve işlerine dönme çağrısı yapacaklar, aşırılık olarak gördükleri her şeyi engellemeye çalışacak ve proletaryayı zaferin meyvelerinden mahrum edeceklerdir... işçiler kendi nihai zaferleri için ellerinden gelen her şeyi kendileri yapmalıdır: kendi sınıf çıkarlarının neler olduğunu açıkça bilmelidirler, mümkün olan en kısa sürede bağımsız bir parti olarak konumlanmalıdırlar, ve küçük burjuva demokratların ikiyüzlü lafazanlığına bir an için bile olsa kanmamalı, proletarya partisinin bağımsız örgütlenmesinden geri durmamalıdır. İşçilerin savaş narası şu olmalıdır: Sürekli Devrim. (13)

Bu sözlerin edilmesinden bir buçuk yüzyıl sonra, burjuvazi ve burjuva aydınları bugün daha da ödlek, daha da gerici. Devrimci parti, kırmızıya kaçan bir renk de alsalar, bunlarla arasındaki mesafeyi korumalıdır. Endonezya’da bugün öne çıkan liderler Megawati ve Amien Rais. Megawati, Endonezya’nın ilk başkanı Ahmed Sukarno’nun kızı. Endonezya 1949’da Hollanda’dan bağımsızlığını kazanınca bu burjuva miliyetçisi tarafından yönetilmeye başlanmıştı. Sukarno’nun ideolojisi, ana dayanakları tanrıya inanç ve ulusal birlik olan pancasila ilkelerini temel alıyordu. Ne yazık ki, Endonezya Komünist Partisi Sukarno’ya meydan okumadı, aksine, ulusal birliğin gerekliliği konusunda onunla tamamen anlaşıyordu. Sonuç, St Just’un sözlerinin gerçekleşmesi oldu: ‘Devrimi yarıda bırakanlar kendi mezarlarını kazarlar’.

Endonezya Komünist Partisi, devrim zamanındaki Bolşevik Partisi'nin sahip olduğundan daha fazla üyeye sahipti: 250 bin üyeye karşılık 3 milyon üye! Endonezya işçi sınıfı devrim arifesinde Rusya’daki işçi sınıfından daha büyük, köylüler Rusya’dakinden daha fazlaydı. Sukarno tarafından 1965’te göreve atanan General Suharto, ABD, İngiltere İşçi Partisi hükümeti ve Avustralya’nın desteği ile bir darbe gerçekleştirdi. Yarım milyon ila bir milyon arasında insan katledildi. Megawati, babasının anlayışından bir santim ötesine geçmiş değil.

Endonezya’da burjuva milliyetçiliğinin önde gelen diğer bir lideri Amien Rais de Megawati'den daha solda değil. Rais, 28 milyon üyesi olduğu ileri sürülen müslüman hareket Muhammediye'nin başkanı ve yıllardır Endonezya'daki Çinli azınlıklara karşı en iğrenç ırkçı ajitasyonları yapan, esas olarak çok yoksul olan insanların kurban edildiği kitlesel soykırımlara sebep olan bir lider. Rais, Çinlilere karşı çok acımasız, fakat başkan Suharto'ya karşı oldukça yumuşak. Suharto'nun devrilmesinden iki gün önce, 19 Mayıs'ta Amien Rais radyo ve televizyonlarda halkın gösteri yapmaması, sakin olmaları çağrısını yapıyordu.

Megawati ve Amien Rais, Robespierre veya Danton'la karşılaştırıldıklarında cüce kalır. Endonezya burjuvazisi de, Marks'ın 1848'de lanetlediği ödlek Alman burjuvazisinden hiçbir şekilde daha militan değil.

Birçok üçüncü dünya ülkesi gibi, Endonezya da siyasal demokrasinin kazanılması, tarım sorununun çözüme kavuşturulması, ülkenin parçalanmışlığının aşılması, ulusal ve dini azınlıklara ve aynı zamanda kadınlara ve eşcinsellere yönelik baskıların sona erdirilmesi gibi ciddi burjuva demokratik görevlerle karşı karşıya. Ancak proletarya muzaffer bir devrim gerçekleştirdikten sonradır ki bu demokratik görevler tümüyle hayata geçirebilir. Devrimci parti işçi sınıfının iktidarı için mücadele ederken, aynı zamanda, ezilenlerin önderi olarak hareket etmeli, köylülerin, ulusal ve dinsel azınlıkların, kadınların ve eşcinsellerin enerjisini seferber etmelidir.

--------------------------------------------------------------------------------

Dipnotlar

(1) T Cliff, Lenin, cilt 2 (Londra, 1976) s. 76-82.

(2) L Trotsky, 1905 (New York, 1972) s. 251, 253-254.

(3) C Harman, The Fire Last Time, 1968 and After (Londra, 1998) s. 2-6.

(4) L Trotsky, History of the Russian Revolution (London, 1997) s. 19.

(5) V Lenin, Collected Works, cilt IX, (Moskova, 4. baskı) s. 103.

(6) V Lenin, Collected Works, cilt VII, s. 363.

(7) V Lenin, Collected Works, cilt VIII, s. 409-410.

(8) V Lenin, Collected Works, cilt X, s. 334.

(9) T Cliff, Lenin, Cilt 1, (Londra, 1975) s. 179.

(10) K Marx, F Engels, V Lenin, Anarchism and Anarcho-Syndicalism (Moskova, 1972) p.57.

(11) Tony Cliff, Rosa Luxemburg, (Londra, 1983) s. 35-36.

(12) V Lenin, Collected Works, cilt V, s. 423.

(13) K Marx ve F Engels, Collected Works, cilt X, (Londra, 1981) s. 280-282, 287.

SON SAYI