Kürt sorunu, her şeyden önce, bir demokrasi, insan hakları ve barış sorunudur.
Demokrasi sorunudur, çünkü bir ülkede nüfusun önemli bir kısmı, yaklaşık %15'i temel demokratik süreçlere dahil olamıyorsa, demokratik haklardan yararlanmıyorsa, o ülkede demokrasi olduğunu söylemek mümkün değildir.
İnsan hakları sorunudur, çünkü Kürtler "yaşama hakkı" da dahil olmak üzere, en temel insan haklarından mahrum edilmektedir. Her zaman, her yerde değil belki, ama çok zaman, çok yerde.
Barış sorunudur, çünkü siyasi bir çözüm uygulanana kadar Türkiye topraklarında savaş sürecektir, her iki tarafta genç insanlar ölmeye devam edecektir.
Dahası, Kürt sorunu sadece Kürtler için ve Kürtlerin çoğunlukta olduğu bölgeler için değil, tüm Türkiyeliler ve tüm Türkiye için bir demokrasi, insan hakları ve barış sorunudur; çünkü bir bölgede insan haklarının ihlal edilmesi tüm ülkede ihlal edilmesini kolaylaştırır, bir bölgedeki antidemokratik uygulamalar ülkenin geri kalanına yayılır, bir bölgedeki savaş ülkenin tümünde demokrasi ve insan haklarının ayaklar altına alınmasının bahanesini oluşturur.
Kısacası, Kürt sorununun barışçıl bir şekilde çözüme ulaştırılmasını talep etmek için Marksist veya devrimci olmak gerekmez; demokrasi, insan hakları ve barışa değer veriyor olmak yeterlidir. Nitekim, sol ile ilişkisi olmayan pek çok kişi tam da bu nedenlerle sorununun çözülmesinden yanadır.
Barışçıl çözüm için bu kişiler ile birlikte çaılşmak, bu kişilerin daha da çoğalması için gayret sarfetmek gerekir elbet. Barış mücadelesi sosyalistler ile sınırlı değildir. Ama sosyalistlerin ulusal soruna yaklaşımının temeli farklıdır. Sadece barış arzusundan değil, daha geniş bir siyasi çerçeveden kaynaklanır.
Barış talebi
Her şeyden önce, bugün Türkiye'de barış talebinin öne çıkmış olması ve bizim bu talebi destekliyor olmamız, Kürt hareketinin bu talebi öne sürmüş olmasından kaynaklanıyor. Hareket bu talebi gündeme getirmiş olmasaydı, bizim barış talep etmemiz ve sadece barış talep etmemiz yanlış olurdu. Yanlış olurdu, çünkü sadece "barış" demek, "mevcut koşullarda barış" demek anlamına gelir, mevcut baskı ve sömürü koşullarının devamını talep etmek anlamına gelir. Devletin istediği de zaten bu değil mi? Devlet de zaten "PKK silah bıraksın, ortadan kalksın, ben de her zaman yaptığımı yapmaya devam edeyim" demiyor mu?
Ama Kürt hareketi barış talep ettiği sürece, bu talebin doğru veya yanlış olduğunu, iyi veya kötü olduğunu Kürtlere telkin etmek biz Türk sosyalistlerine düşmez. Bize düşen, ezilen ulusun taleplerini desteklemektir. Barış istiyorsa, barış talebini destekleriz; başka bir şey istiyorsa, başka bir şeyi.
Yaklaşımımızın temelinde çünkü, ulusların kendi kaderini tayin etme hakkı yatar. Biz sosyalistler uluslara, ulus-devletlere meraklı olmadığımıza göre, yeni yeni devletler kurulması gibi bir derdimiz olmadığına göre, "Bir ulusu ancak kendi devleti sömürmelidir, başkaları sömürmemelidir" gibi bir inancımız olmadığına ve sömürünün tümüyle ortadan kalkmasını istediğimize göre, ulusların kendi kaderini tayin etme hakkını niye destekliyoruz? Üstelik, ayrılmak yeni ve ayrı bir devlet kurmak hakkı dahil olmak üzere, niye destekliyoruz?
Ayrılma hakkı
Destekliyoruz, çünkü yeni devletler kurulmasına meraklı olmasak da, her türlü baskıya karşı olduğumuz gibi ulusal baskıya da karşıyız. Destekliyoruz, çünkü Türkiye'de işçi sınıfının Kürt olmayan kesimi ulusal sorunda "kendi" devletinden yana olmaya ve ulusal baskıyı desteklemeye devam ettiği sürece kendi kurtuluşunu kazanamaz. Ve en önemlisi, destekliyoruz, çünkü desteklemediğimiz takdirde ayrı bir devlet kurulacağı kesindir. Birlikte yaşamanın, ortak düşmana (Türkiye egemen sınıfına) karşı ortak mücadele verebilmenin ön koşulu, ezilen ulusun güvenini kazanmaktır. Güven kazanmanın tek yolu ise, her koşulda tüm haklarını destekliyor olduğumuzu kanıtlamaktır. Bu güven kazanılmadığı durumda, ayrılık için mücadele edeceği kesindir, kaçınılmazdır. Ayrılmasını istemiyorsak, ayrılma hakkını tanımamız gerekir.
Çelişkili gibi görünen bu iddiayı, Lenin şöyle açıklar: Boşanma hakkını savunuyoruz, değil mi? Kuşkusuz. Ama herkes boşanmalıdır demiyoruz.
Cumhuriyet kurulduğundan beri yoğun bir baskı altında yaşayan bir ulusa, "Ben senin tüm haklarını savunuyorum, ama ayrılamazsın, çünkü birlikte mücadele etmeliyiz" demek, on yılların baskısını yok saymak, yine koşullar dayatmak, yine tepeden ve dışarıdan emir vermek anlamına gelir. Amiyane tabiri ile, yemez.
Ulusların hapishanesi
Biz bunları Lenin'den öğrendik. "Ulusların hapishanesi" olarak anılacak kadar çok sayıda ulusu barındıran (ve ezen) Rus İmparatorluğu'nda devrimclik yapan bir kişinin ulus sorununu enine boyuna düşünmüş, tartışmış olması doğal. Söz konusu kişi Lenin olunca, konuyu herhangi bir ulusun değil, uluslararası işçi sınıfının çıkarları açısından ele almış olması da doğal.
Lenin, Rusya'nın binbir parçaya bölünmesini, bir yığın yeni devlet doğmasını istediği için değil, tam tersine, işçi sınıfının uluslararası birliğini amaçladığı için ulusların kendi kaderini tayin etme hakkını, ayrılma hakkı dahil olmak üzere, savunur. (Bu konuda Bolşevik Partisi'nin geri kalanını ne ölçüde ikna edebilmiş olduğu başka, Stalin dönemindeki uygulamalar daha da başka meseledir). Ulusların haklarını savunurken, Lenin milliyetçiliğe zerre kadar ödün vermez. Ezilen ulusun hakları ve özellikle de ayrılma hakkı savunulduğunda, ezen ulus sosyalistlerinin arasına milliyetçilik bulaşmasının önü tamamen kesilimiş olur.
Ezilen ulusun sosyalistlerininin ulusal haklar için mücadele etmesini ise "milliyetçilik" olarak yorumlamaz. Lenin'in Polonyalı devrimci Rosa Luxemburg ile yaptığı tartışmalar konuya özellikle ışık tutar, bugüne kadar hâlâ aşılmamış açılımlar getirir. Polonya'nın Rusya topraklarına dahil olduğu dönemde, Luxemburg ve arkadaşları (Polonya Sosyal Demokrat Partisi) Polonya'nın bağımsızlığı talebine şiddetle karşı çıkar. Rus ve Polonyalı işçilerin yakın ilişkisini ve ortak kaderini vurgular, demokratik bir Rusya'da Polonya'nın özerkliğini savunur; Lenin'in yanıldığını, Bolşeviklerin de bağımsız Polonya talebine karşı çıkmasını gerektiğini iddia eder. Lenin ise, ısrarla, Bolşevik Partisi'nin Polonya'nın bağımsızlık hakkını savunması gerektiğini vurgular.
Lenin haklıdır. "Özerk bir ulus egemen ulusla eşit haklara sahip değildir" der. Eşitlik olmadan, ayrılma özgürlüğü olmadan, iki ulus arasında özgür ve gönüllü bir birliktelik, ortaklık, işbirliği ve uzun vadede belki de birleşme olması söz konusu olmayacaktır. Eşitliğin ve birlikteliğin ön koşulu, ayrılma özgürlüğüdür.
Enternasyonalizm
Lenin haklıdır, Luxemburg yanılmaktadır. Ama Luxemburg'un yanılgısı, tabiri caizse, olumlu ve sağlıklı bir yanılmadır. Milliyetçiliğe ödün vermeme kaygısından, enternasyonalist bir hat tutturma amacından kaynaklanmaktadır.
Önemli olan şunu kavramaktır: Bir Polonyalı'nın Polonya'nın bağımsızlığına karşı çıkması, birlikten yana olması başka şeydir; bir Rus'un bunları savunması başka şeydir. Bir Rus bunları savunduğunda, kendi ulusunun egemen konumunun devamını talep etmiş olur, Rus milliyetçiliğine teslim olmuş olur. Bir Polonyalı ise, aynı şeyleri söylediğinde, Polonya milliyetçiliğine karşı çıkmış, enternasyonalizmi savunmuş olur.
Ezen ulusun sosyalistleri ile ezilen ulusun sosyalistleri farklı şeyler mi söylemiş olur bu durumda? Hayır. Birbirine doğru yürüyen 2 kişi farklı yönlerde yürüyordur, ama aynı yere varacaktır.
Roni Margulies
(Bu yazı ilk olarak Sosyalist İşçi'nin eki olan Antikapitalist'in Aralık 2007 tarihli sayısında yayınlanmıştır)