Lindsey German: Ataerkillik Teorileri

BROŞÜRLER
Tipografi
  • Daha Küçük Küçük Orta Büyük Daha Büyük
  • Varsayılan Helvetica Segoe Georgia Times

Çeviri: Muhip Tezcan

Günümüz kadın hareketi içerisinde herhalde en uzun soluklu ve yaygın teori ataerkillik teorisidir. Bu teori birçok farklı şekle bürünse de arkasındaki temel fikirler, yani erkek egemenliğin ve cinsiyetçiliğin yalnızca kapitalizmin bir ürünü olmadıkları, kapitalist üretim biçiminden bağımsız oldukları ve kapitalizmden sonra da devam edeceklerine dair fikirler o kadar geniş kabul görüyor ki, teoriyi toptan reddetmek katıksız ve gerçek bir şaşkınlıkla karşılanıyor.

Bu tür teoriler kadınların ezilmesinin ve aile yapısının tarihsel olarak geçirdiği değişimleri açıklamakta yetersizler. Ayrıca bu ezilmenin sınıftan sınıfa nasıl değiştiğiyle ilgili kavramlar üretmekte de başarısızlar. Bunların yerine bize kadınların ezilmesinin nedeninin şu veya bu şekilde “ataerkillik” olduğu, tartışılmaz bir gerçek olarak sunuluyor.

Kapitalizm öncesi sınıflı toplumlarda ve Rusya, Çin, Küba, Doğru Avrupa ve benzeri ülkelerdeki sözde sosyalist toplumlarda, yani batı kapitalizmi dışında kalan toplumlarda da kadınların eziliyor olması, bu görüşü desteklemek için örnek gösteriliyor.

Ataerkillik teorisi, kadın hareketinde geniş kabul gören, mücadeleleri birbirinden ayırma fikrini meşrulaştırıyor: Sosyalizm ve işçi hareketi kapitalizme karşı savaşmaktadır, kadın hareketi ise ataerkilliğe karşı ayrı bir mücadele vermelidir. Bugün ayrı mücadele verme mantığı her iki cinsin gelecekteki sosyal gelişiminin birbirinden ayrılmasıdır. Bu mantık, ataerkillik teorisini benimseyen pek çok insanın kabullenmeyeceği bir şey. Ama eğer ataerkillik dediğimiz şey, bütün kadınların bütün erkekler tarafından ezilmesiyse, bunu aşmak için kadınların ve erkeklerin birlikte mücadele etmesi nasıl mümkün olabilir ki?

Ben tartışmayı tamamen başka bir noktadan yapmak istiyorum. Ben, en iyi ihtimalle yalnızca kadınların ezilmesi anlamına gelen (ve böylece aslında bu ezilmeyi açıklayamayan) ya da, en kötü ihtimalle, somut gerçeklikle hiçbir bağı bulunmayan ve idealist bir kavram olan ataerkillik konseptini reddetmek istiyorum. Göstermek istediğim şey, kadınların ezilmesinden “çıkarı” olanın erkekler değil, sermaye olduğu. Ailenin geçirdiği değişime ve bu değişimin aynı zamanda kadınların kendileriyle ilgili algılarını da nasıl değiştirdiğine değineceğim. Umuyorum ki bu bakış açısı, kadınların sürekli ezilmesinin erkekler tarafından kurulan bir komplo (veya erkek işçilerle kapitalist sınıf arasındaki bir işbirliği) olmadığını, dünyanın her köşesinde sınıflı toplumların varlığının devam ediyor olmasının bir sonucu olduğunu gösterir. Hemen ardından, “sosyalist” ülkelerin kadın özgürleşmesiyle bir alakaları olmadığı gibi sosyalizmle de bir alakalarının olmaması konusuna eğileceğim.

Son olarak, sosyalistlere sürekli yöneltilen bir soruyu gözden geçirmek istiyorum. Engels ve erken Maksistler proleter ailesinin (burjuva ailesinden farklı olarak) mülkiyete dayanmadığı için yok olacağını öngörüyordu. Açık ki bu iş böyle olmadı. Sonuçta bunun sebebini ataerkillik olarak görmediğimden, bugün ailenin devamını sağlayan şeyin tam olarak ne olduğunu incelemek istiyorum.

Teorinin çeşitli biçimleri 

Teorinin hoşluklarından birisi, herkes için farklı farklı anlamlara gelmesi. Materyalist bir analizden ziyade, kadın hareketinin çeşitli kesimlerinin çok sevdiği “muğlak duygular”dan güç alıyor. Sonuç olarak terimi tanımlamaya çalışmak da, çok fazla seçenek olduğundan hiç de kolay olmayabiliyor.

Örneğin patriarki, baba figürünün (“patriark”ın) ailede yalnızca kadınları değil, kendisinden genç erkekleri de yönettiği belirli bir toplum anlamına da gelebilir. Bu tip bir toplum, en azından kısmi olarak hane halkının başı çektiği köylü veya zanaatkar üretimine dayanıyordu. Patriarkın gücü, üretilen zenginliğe el koymasından ve toprak sahibi olmasından kaynaklanıyordu. Fakat çoğu zaman ataerkillikle kastedilen şey böyle bir tarihsel toplum biçimi değildir. En muğlak ataerkillik teorilerini üretenler dahi bugün böyle bir köylü toplumu içinde yaşamadığımızın farkındalar; esas uğraştıkları şey kadınların bugünkü toplumda eziliyor olmaları.

Teorinin bugün yaygın olan versiyonunun iki biçimi var. Bunların ilki, ataerkilliği salt ideolojik terimlerde görüyor. Örneğin Juliet Mitchell katı sınırlar çiziyor: “Birbirinden bağımsız iki ayrı alanla uğraşıyoruz: bir ekonomik model olarak kapitalizm ve bir ideolojik model olarak ataerkillik.”1 Sally Alexander ve Barbara Taylor da In Defense of ‘Patriarchy’ (‘ataerkillik’i savunmak) isimli makalede benzer argümanlar öne sürüyorlar.2

Ekonomi ve ideolojiyi böyle birbirinden ayırmak, sorgulanması gereken bir şey. Bir toplumun ekonomik temeliyle, o toplumda ortaya çıkan fikirler arasında her zaman bir bağlantı vardır. Bu ikisi birbirinden bağımsız alanlar olarak görülemez. Marx’ın yıllar önce ortaya koyduğu gibi, eğer tarihi yalnızca fikirlerin hakimiyeti veya birbiri ardına sıralanması olarak görürseniz, toplumun gelişimiyle ilgili hiçbir şey açık layamazsınız. Neden yalnızca bazı fikirler egemen hale geliyor? Ve egemen fikirler neden değişiyor?

Şayet kadının konumunun tanrı -kadınları hor gören erkek bir tanrı- tarafından belirlendiğini söyleyen dinsel bakışı reddediyorsak, insanların dış dünyayla ve dolayısıyla birbirleriyle ilişkilerinde belirli biçimlerde davranmalarına yol açan maddi koşulları incelememiz gerekir. Tüm sosyal fenomenlerde olduğu gibi, kadınların ezilmesinin köklerini de buralarda aramak gerekir. Ancak o zaman bu ezilmeyi meşrulaştıran fikirlerin ortaya çıkış şeklini anlayabilir ve anlamlı bir karşı koyuşa girişebiliriz.

Marx’ın 1845’te yazdıkları, toplumdaki her şey kadar kadınların ezilmesi konusunda da geçerli: “Biz etten kemikten insana ulaşmak için, ne insanın söylediklerinden, hayal ettiklerinden, algıladıklarından; ne de anlatıldığı, hakkında düşünüldüğü, hayal edildiği, algılandığı şekliyle insandan yola çıkıyoruz. Gerçek ve eylem halindeki insandan yola çıkıyoruz: Onların gerçek yaşamdaki süreçlerini temel alarak ideolojik refleksleri ve bu reflekslerin yaşam sürecine yansımalarını ortaya koyuyoruz.

Böylelikle ahlak, din, metafizik, ideolojiye dair geri kalan her şey ve bunların bilinç düzeyindeki karşılıkları, bağımsız birer görünüme sahip olmaktan çıkarlar. Bunların tarihi yoktur, gelişimi yoktur: fakat insanoğlu, maddi üretimi ve maddi dünyayla olan ilişkilerini geliştirirken, kendi gerçek varlığıyla birlikte düşüncelerini ve düşüncelerinin ürünlerini de değiştirir. Bilinç, yaşamı belirlemez; tersine, yaşam bilinci belirler.”3

Bunun tam tersi biçimde, ataerkilliği bir “ideolojik model” olarak görmek, fikirleri, kendi kendilerini ayakta tutan şeyler olarak görmektir. Bu böyle olunca, kadınların özgürleşmesi için verilen mücadele, çalışan milyonlarca kadın ve erkeğin sıradan, dünyevi dertleriyle örtüşen maddi sömürüye karşı verilen mücadeleyle olan bağını yitirir. Bunun yerine, Alexander ve Taylor’ın çağrısına dönüşür: Toplumu değiştirmekten bağımsız biçimde, insanların fikirlerini değiştirmek için verilen kültürel bir mücadele. Böylece kadın hareketinin özerkliği fikrinin nasıl geliştiği de kolaylıkla anlaşılıyor. Eğer fikirler ekonomik sömürü den bağımsızsa, neden kadınların ezilmesine karşı verilen mücadele de bağımsız olmasın ki? 

Bazı kadınlar burada bir çelişki olduğunun farkına vardılar ve bu yüzden, son zamanlarda, ataerkilliğe dair materyalist teoriler üretmeye çalıştılar. Kadınların ezilmesinden erkeklerin (tüm erkeklerin) çıkar sağladığını, bunu da temel biyolojik farklılıklar sayesinde başardıklarını söylüyorlar. Onlara göre ataerkilliğin temelinde bu yatıyor. Roberta Hamilton’ın belirttiği üzere: “Feminist analiz kendisini ataerkil ideolojiye, herhangi bir toplumdaki sistemi erkek egemenliğe ve kadının ikinci plana atılmasına yol açan ataerkil modele kenetledi. Fakat [bu ideoloji] kendisini cinsiyetler arasındaki biyolojik farklılıklara dayandırarak ona kendine has bir tarihsel temel kazandırıyordu.”4

Christine Delphy The Main Enemy’de (Esas Düşman) radikal feminizmin bakış açısıyla böyle bir materyalist argüman öne sürüyor.5 Heidi Hartmann da bunlara benzeyen ancak Marksist kategoriler kullanan bir girişimde bulunmuştu.6 Benim biraz daha detaylıca incelemek istediğim bu. Eğer bu tür argümanların yanlış olduğu kanıtlanabilirse, “ataerkillik teorisi” ile Marksizmi birleştirmeye çalışan bu tür girişimler de unufak olacaktır.

Kadınları sömürenler erkekler midir? 

Hartmann, ataerkilliği “erkekler arasında, maddi bir temeli olan ve hiyerarşik olmakla birlikte karşılıklı bir bağımlılık veya dayanışma yaratan ya da bunu pekiştiren, böylece erkeklerin kadınlara hükmetmelerini sağlayan bir sosyal ilişkiler bütünü” şeklinde tanımlıyor. Bunun üzerine şu eklemeleri yapıyor: “Ataerkilliğin üzerinde yükseldiği maddi temel, en başta erkeklerin, kadınların iş gücü üzerindeki kontrolüne dayanır... Yalnızca ailedeki çocuk doğurma rolünden değil, erkeklerin kadın iş gücünü kontrol etmesini sağlayan her türlü sosyal yapıdan kaynaklanır.” “Kontrol, kadınların gerekli ekonomik üretim kaynaklarına erişimlerinin engellenmesiyle ve kadın cinselliğinin kısıtlanmasıyla sağlanır.”7

Bu düşünceye göre erkekler, kadınların bu ekonomik üretim kaynaklarına erişimini engelleyerek, sermayeyle işbirliği içine girer. Kapitalizmin gelişimi süreci ve işçi sınıfının bu süreçte ortaya çıkan sorunlara tepki verirken ortaya koyduğu “korumacı yasalar” ve “aile ücreti” gibi talepler bunun kanıtıdır. Bu argümanın devamında, her iki talep için de mücadele edenlerin erkekler olduğu belirtilir. Erkekler bununla, kadınları eve hapsetmeyi amaçlamaktadırlar; böylece kadınların kendilerine hizmet etmelerini sağlar ve onları cinsel olarak kontrol altında tutarlar. Peki acaba bu yorum doğru mudur?

Britanya’da kapitalizmin gelişmesi, ev içi üretimin yok olmasına ve kadınlarla çocukların, ama aynı zamanda erkeklerin de, zorla fabrikalara taşınmasına neden oldu. Bu, işçi sınıfının yeniden üretimi üzerinde yıkıcı bir etki yarattı. Çocuk ölümleri feci boyutlara ulaştı, çünkü (Marx’ın Kapital’de gösterdiği üzere) anneler saatlerce evden uzakta çalışmak zorundaydılar. Çocuklar kendilerinden birkaç yaş büyük çocuklara veya onları pek umursamayan, seslerini kesmek için çocuklara cin veya afyon veren bakıcılara teslim ediliyorlardı. Makineleri çalıştırabilecek kadar büyüdüklerinde ise onlar da fabrika üretimine çekiliyorlardı. Marx’ın ortaya koyduğu üzere: “İşçi ve emekçilerin yerini alan kudretli makine, derhal işçi ailesinin her bir bireyini, yaş veya cinsiyet ayırmaksızın, sermayenin doğrudan tesiri altına alarak ücretli emekçi sayısını arttırmak için bir fırsata dönüştü.”8

Marx’ın bu alıntıda ve Engels’in de İngiliz İşçi Sınıfının Durumu’nda9 tanımladıkları koşullar erken fabrika sisteminin ne kadar korkunç olduğunu gösteriyor. Yeni sistemin etkisiyle ailenin her ferdi ücretli işçi haline geldikçe eski pre-kapitalist aile dağıldı. Öte yandan, kapitalist sömürü tüm zalimliğine rağmen mülkiyetsiz sınıfın, yani proletaryanın kadınlarının ve erkeklerinin eşitliğinin temellerini attı. Her iki cinsi yet de ücretli emeğe mahkumdu ve erkekler mülkiyetlerini yitirmişlerdi.

Engels’in burjuva ailesiyle proleter aile arasında bu kadar keskin bir ayrım yapmasının sebebi budur. Genel eğilim, işçi ailesinin varlığını yitireceği izlenimini veriyordu. Bu noktada, Engels haklıydı.

Ama dikkate almadığı bir şey vardı: fabrika sisteminin, yeniden üretim sürecinin bizzat kendisine olan etkisi. Manchester’da, yani fabrika üretiminin muhtemelen en gelişmiş merkezinde 1 yaşın altındaki her 100 bin çocuktan 26.125’i ölüyordu10; bazı sanayileşmemiş bölgelerdeki oranın üç katı. Egemen sınıfın en ileri görüşlü üyeleri, sistemin gelecekteki iş gücü kaynağının yok edildiğini görüyordu.

Bu sanayi kollarındaki koşullar gelecek işçi kuşaklarının yaratılması açısından -hamile kadınların ceninlere zarar verecek işleri yapmaları durumunda doğrudan, mesai süresince kendilerine çocuk bakımında biçilen rolü oynayamamaları sebebiyle de dolaylı olarak- tehlikeli görülüyordu. Kadınların iş gücünden dışlanmasının gerekçeleri “ataerkil erkekler”le değil, sermayenin uzun vadeli ihtiyaçlarıyla alakalıydı. Korumacılık yasası ve aile ücreti talepleri işte bu koşullarda ortaya çıkmıştı. Bu talepler kapitalizmin değişen ihtiyaçlarına tekabül ediyordu; ama aynı zamanda çalışan erkek ve kadınların daha iyi yaşam standartlarına kavuşmalarıyla, daha güvenli gebeliklerle, daha sağlıklı çocuklarla ve daha temiz evlerle alakalıydı.

Hartmann gibi ataerkillik teorisyenleri erkeklerin kadınları belli işlerden uzak tutmak için sermayeyle işbirliği yaptığını öne sürdüler. Gerçekten de böyle girişimler olmuştur. Vasıflı zanaat işçileri sendikaları aracılığıyla kadınların bazı işleri almalarını engellediler. Ama engellenen yalnızca kadınlar değildi. Vasıfsız işçilerin çocukları ve göçmen işçiler de bu tür işlerde çıraklık yapma konusunda kadınlar kadar şanssızdılar ve bu dışlama zamanla “eğitimini tamamlamamış” herkes için geçerli oldu. Ataerkilliğin kapsamını Hartmann’ın yaptığı gibi “beyaz erkek üstünlüğü”ne kadar genişletmek absürtlüğün sınırlarına dayanan bir iştir; hele bunu tarihsel gerçeklere uysun diye yalnızca bütün kadın ları ve bütün mültecileri değil, aynı zamanda “yerli” işçilerin de çoğunu kapsayacak biçimde “vasıflı beyaz erkek üstünlüğü”ne dönüştürmek absürtten de öte bir şeydir.

Dahası, kadınların dışlandığı en önemli alanların bir kısmı, sendikaların ya hiç olmadığı ya da kimseyi dışlayamayacak kadar zayıf olduğu alanlardı. Kadınların belli sanayi dallarından dışlanmaları yasalarla burjuva parlamentoları tarafından devam ettirilmişti. Peki önerilen alternatif bu muydu? Öncelikle -erkek- işçi sınıfı Hartmann’ın ima ettiği, harika biçimde organize olmuş, yekpare bir sınıf olmaktan uzaktı. İşçilerin çoğunluğu sendika üyesi bile değildi. Çartizmin gerilemesinden sonra, uzun bir süre boyunca genel talepler öne süremediler. Kadınlar hakkındaki egemen ideoloji de dahil olmak üzere, kapitalizmin fikirlerini ve genel çerçevesini kabullendiler. Başka pek az şey için mücadele verebiliyorlarken, çocuk bakımının daha fazla toplumsallaşması için mücadele vermelerini beklemek kolay değil. 

İkinci olarak, işçi kadınlar için çocuk doğurmanın tehlikeleri ve sıklığı sorunu mevcuttu. Bugün gelişmiş kapitalist ülkelerin hemen hepsinde kadınlar çok sayıda çocuk doğurmayı kabul etmiyorlar. Bugünkü doğum kontrol yöntemlerine erişim, her ne kadar yetersiz de olsa, bizim neslimize kadar hayali bile kurulamayan bir şeydi. O günün kadınları için ömür boyu sık ve genellikle istenmeyen gebeliklerle dolu bir hayatın tek alternatifi her şeyden uzaklaşmaktı. Her iki cinsiyetin işçileri için de çocuk doğurmak hayatın bir gerçeğiydi ve bu durumlarda her ikisi de kadının korunmasını isterdi. Bu, evlenince fabrikayı terk edenlerin neden kadınlar olduğunu ve neden aile ücretinin erkeklere verilen bir ücret olduğunu, erkek komplosu iddialarına dayanan herhangi bir teoriden çok daha iyi biçimde açıklıyor. 

Şu da bir gerçek ki bu hamleler, kadınların, daha aşağı bir sosyal pozisyonda kalmalarının üstesinden gelme şanslarına darbe vurdu. Kapitalizm eşitlik için bir potansiyel sundu, fakat bu eşitlik sistemin kendi içinde olgunlaşamadı. İş gücünün yeniden üretimi adına kadınlar eve kapatılarak soyutlandı ve atomize edildi. Emekleri kocalarına ve ailele rine hizmet olarak görülüyordu. Ekonomik bağımsızlıktan mahrum bırakıldılar. 

Bu “ideal” asla tüm işçi kadınlar için geçerli değildi; birçoğu her daim ücretli emekçi olarak yaşadı. Fakat egemen fikirler aile kavramını kutsal bir şey olarak sundu; üremeyi garanti altına almak için tipi burjuva ailesi örneğini işçi sınıfına dayattı. İşçi kadın ve erkekler, kendi gerçekleriyle örtüşmediği halde bu örneği normal kabul ettiler. Kapitalizmin gelişmesiyle kadınların çoğunluğunun emek pazarına çekildiği bugün bile kadınlar hakkındaki bu görüşler, önemli ölçüde silikleşmekle birlikte, yok olmuş değil. Kadınlara yönelik tutumlar, ve kadınların kendilerine yönelik tutumları, doğum kontrolün ve iş gücüne katılımın etkisi altında çok büyük oranda gelişim gösterdi. Maddi koşulların değişmesiyle kadınlara yönelik tutumların da değişiyor oluşu, ezilmeyi hiçbir zaman değişmeyen gizli bir erkek ideolojisinin ürünü olarak görenlere karşı somut bir argüman teşkil ediyor.

Hartmann erkeklerin, kadının ev içi emeğinden çıkar sağladığını iddia ediyor ve şöyle soruyor: “Kadın emeğinden çıkarı olanlar kimlerdir? Elbette kapitalistler; ama şüphesiz ki aynı zamanda evde koca ve baba olarak kişisel hizmet alan erkekler de. Bu hizmetlerin içeriği ve boyutu sınıfa, etnik veya ırksal gruba bağlı olarak değişebilir; ancak sonuçta bu hizmetleri alanlar aynıdır. Erkekler lüks tüketim, boş zaman ve kişisel hizmetler konusunda kadınlara göre daha yüksek yaşam standartlarına sahipler.”11

Kadınların evde çocuk bakımı ve ev işinin yükünü omuzlarında taşıdıkları elbette doğru. Fakat bu erkeklerin kadının emeğinden “çıkarı” olduğu anlamına mı geliyor gerçekten? Sonuçta buradaki iş bölümü sonucu erkek fabrikada ve işte farklı işler yapıyor. Ama kaynak yapmanın ev işinden daha iyi veya kötü olduğunu söylemek bu iki işe tamamen öznel ve ölçülemez değerlerle bakmaktır. Aynı şey boş vakit için de geçerli. Erkekler daha sosyal olma eğilimindeki (meyhaneler, futbol vs.) ve daha somut tarif edilmiş şeylerle vakitlerini geçiriyorlar, tıpkı çalışma saatlerinin de daha somut tarif edilmiş olduğu gibi. Ama bu boş vaktin daha fazla olduğu anlamına gelmiyor, yalnızca daha farklı kullanılıyor.

Ev işi, tanımı gereği, fabrika veya ofiste kapitalist sömürü tarafından dayatılan temponun geçerli olmadığı iştir. Yoğun efor sarfedilen belirli saatlerin ardından, tekrar belirli saatler arasında yoğun efor harcayabilmek için konulan dinlenme sürelerini içermez. Bu yüzden ev işine harcanan emek miktarıyla fabrika işlerine harcanan emek miktarının karşılaştırılması mümkün değildir. Söylenebilecek tek şey, ev işinin de fabrika işinin de yorucu olduğudur. Biri mesleki hastalıklara, korkunç kazalara, akut yorgunluğa ve genellikle erken ölüme yol açar (erkek işçilerin kronik bronşit gibi hastalıklara yakalanma oranı ev kadınlarına göre çok daha yüksektir) diğeri ise moralsizleşmeye, yalnızlaşmaya, huzursuzluğa ve doktorlar tarafından çoğunlukla görmezden gelinen rahatsızlıklara neden olur. Ev kadınlarının yaşadığı en büyük dezavantaj erkekler tarafından sömürülmeleri değildir, daha ziyade yalnızlaşmaları ve sisteme karşı mücadele etmek için gereken özgüveni sağlayan kolektif eylemden mahrum kalmalarıdır. 

Aslında, “çıkar” sorunu ancak erkeğin işçi, kadının da ev kadını olduğu eski tipik işbölümünden bir sapma olduğunda ortaya çıkar. Evli kadınlar giderek artan bir biçimde ücretli iş gücüne katılırken kadınların çoğundan bir yandan tam zamanlı işlerde çalışmaları bir yandan da ev işlerine devam etmelerinin bekleniyor. Emek güçlerini yeniden kazanabilecekleri dinlenme zamanları kocalarına göre çok daha az, çünkü fabrikadaki ve evdeki işleri bir arada götürmek zorundalar. Ama bu halde bile kocalarının bu işten önemli bir çıkarları olduğu şüpheli. Ev işinin en yorucu ve güçten düşürücü kısmı çocuk bakımıyla ilgili olanlarıdır. Kadının ev içi emeği üzerindeki en büyük “parazit” çocuktur. Ama çocuğun varlığından çıkarı olan koca değil, müstakbel bir artı değer kaynağı elde eden sermayedir. Kadın fabrika veya ofiste artı doğrudan artı değer üreterek ve aynı zamanda evde müstakbel artı değer kaynaklarını yetiştirmekle uğraşarak aynı anda iki sorumluluğun yükünü taşıyor olabilir, ancak bu erkeğin tek yükünün daha az olduğu anlamına gelmez.

Bu yüzden iddiam şudur ki, erkeklerin kadının aile içi emeğinden çıkarı yoktur (bu çıkar bir bütün olarak kapitalist sistemindir) ve erkeklerle sermayenin kadınların ekonomik üretime erişimlerini engellemek için bir komplo kurdukları da doğru değildir.

Gelişmiş ülkelerde daha önce hiç olmadığı kadar çok sayıda kadının çalıştığı bir dönemde yaşıyoruz. Çalıştıkları işler erkeklerinkinden farklı, bu bakımdan cinsiyete bağlı iş bölümü her zamanki gibi canlı. Ve ücretleri de eşit olmaktan çok uzak. Çünkü kadınların hâlâ (genellikle) doğum yüzünden -birkaç nesil öncesine göre çok daha az olsa da- çalışma yaşamları aksıyor ve çocukların bakımında en büyük bir rolü oynamaları bekleniyor.

Fakat kadınların çalıştıkları işlerin yapısı, erkek komplosuyla değil; iş gücüne katıldıkları kapitalist gelişme dönemiyle, özellikle de hizmet sektörünün genişlemesiyle ilgili. Eğer kadınların çalıştıkları işlerle, her iki cinsiyete mensup göçmenlerin çalıştıkları işleri karşılaştırırsanız bu durumu açıkça görürsünüz. Her iki grup da, döküm işleri gibi birkaç istisna hariç temizlik, taşımacılık, yeme-içme, hafif üretim, gıda işleme işlerinde toplanmış durumda, çünkü her iki grup da iş gücüne benzer zamanlarda dahil oldu. İş konusunda kadınlara ayrımcılık yapılmasının, kadının evdeki rolüyle bir alakası yok. Bazıları kadınların çalıştıkları işlerin annelik ve ev işini yansıttığını söylüyor. Ama bezelye konservelemek kadınların evde yaptıkları işlerin bir uzantısı olarak görülemez. Aynı şekilde banka memurlarının yaptığı iş, daktilo kullanmak, dosyalamak, telefonlara bakmak veya kasa da durmak da böyle. (Ofislerde yalnızca en seçkin sekreterler (erkek) yöneticilerin “metresi” olabiliyor, büro işçilerinin çoğunluğu ise olamıyor)

Mevcut resesyon kadınların iş gücünden tamamen atılmasına da neden olmadı. Hartmann’ın iddiaları şöyle: “Bizim işsizliğimizin hiçbir zaman kriz olarak görülmemesi, erkek egemenliğin belirtisidir. […] 1930’lardaki yoğun işsizlik, kadınların her türlü işten el çektirilmesiyle kısmi olarak çözüldü – her aile için bir ücretli iş yeter, bu iş de erkeğindir dendi.”12

Bu açıkça yanlış. 1930 ve 40’larda ABD’deki iş gücünü inceleyen bir araştırma, o dönemde başka hiçbir dönemde olmadığı kadar çok sayıda kadının iş gücüne katıldığını gösteriyor.13 Üstelik bu, Samuel Gompers gibi sendika bürokratlarının da dahil olduğu bazı erkeklerin söylemlerine rağmen gerçekleşti ve krizin etkisinin bir yansımasıydı. Benzer şekilde Almanya’daki büyük durgunlukta da, Komünist parti dahil tüm partiler evli kadınların işlerini bırakmalarını savunduğu halde 1928 ile 1932 yılları arasında kadınların iş gücüne katılım oranı %35.3’ten %37.3’e çıkmıştı, bu da evli kadınların çalışmasındaki artışın sonucuydu.14 Geleneksel sanayiden erkekler atılırken, kadınlar her ne pahasına olursa olsun emek pazarına itildiler.

Benzer bir eğilim bugün de gözlemlenebilir. Elbette bu, sermayenin kadın yanlısı ve erkek düşmanı olduğu anlamına gelmiyor. Ama şu anlama geliyor: sermaye kadının evinde oturması gerektiği fikrini kullanarak düşük ücretleri, güçsüz sendikal örgütlenmeyi ve berbat çalışma koşullarını dayatıyor. ataerkillik teorisyenlerinin cevaplaması gereken soru şu: eğer sermayeyle erkekler işbirliği içindelerse neden kadınlar işten atılıp yerlerine işsiz madenciler, metal ve liman işçileri alınmıyor?

Aile değişmiyor mu?

Tüm ataerkillik teorilerinin ortak görüşü, toplumdaki diğer değişimlerden bağımsız olarak erkek egemenliğin hep aynı kaldığıdır. Ataerkillik bu şekilde devam etmekte ve ona karşı verilen mücadele de kapitalizme karşı verilen mücadeleden ayrıdır. Biyolojik teorilerde sorun, erkeklerin kadınlara göre farklılıklarına indirgenir. Çözüm de doğal olarak bu yaratıkların kökünü kazımak olarak görülür. Bu argümanları savuşturmak oldukça kolay ve Britanya’da hiçbir düzeyde ciddi bir etkileri yok. 

Daha etkili olan argümanlar Hartmann ve benzeri görüşteki insanların ortaya koydukları argümanlar oluyor. Bunlar kapitalizmi ve ataerkilliği kadınlara karşı birleşen iki ayrı güç olarak görüyorlar. Hart mann şöyle diyor: “Marksistler[...] sermayenin uğraşmak zorunda kaldığı, eskiden beri var olan ataerkil sosyal güçleri ve sermayenin bu güçlere uyum sağlama ihtiyacını hafife alıyorlar.”15 Bu görüş kapitalizm öncesi ailenin hiç değişmeden aynen kapitalizme geçtiğini varsayıyor. Ve aslında bu, sınıflı toplumlarda emek ve aile şeklinde iki üretim biçimi olduğuna dair daha genel tezinin bir parçası. Bu teze göre biri bir üretim tarzı, diğeri de bir yeniden-üretim tarzı. Bu iddiayı Engels’in Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni kitabının birinci önsözünden yaptığı bir alıntıyla16 meşrulaştırıyor: “Tarihte belirleyici etken[...] dolaysız yaşamın üretimi ve yeniden üretimidir. […] Bir yandan, yaşam araçlarının, beslenmeye, giyinmeye, barınmaya yarayan nesnelerin üretimi ve bu üretim için gerekli olan araçların üretimi; diğer yandan bizzat insanların üretimi, yani türün üremesi. Belirli bir tarihsel dönemdeki insanların içinde yaşadıkları toplumsal örgütlenme bu iki tür üretim tarafından belirlenir.”

Hartmann bu iki “tarzı” eşit önemde görüyor (Marksistleri de ekonomik üretimi temel almakla eleştiriyor) ve şöyle bir iddiada bulunuyor:

 “bir üretim tarzındaki değişimle diğer üretim tarzındaki değişim arasında görülen herhangi bir bağ yok.”17 Diğer bir deyişle, her iki üretim “tarzı” diğerinden bağımsız olarak değişebilir. Kapitalizmden kurtulurken ataerkillik ilişkileri devam edebilir.

Marksistler her zaman bundan oldukça farklı bir şeyi savunmuşlardır. Engels, Ailenin Kökeni’nin önsözünde sınıflı toplum geliştikçe iki tarzın bir arada bulunmasının giderek daha seyrek görüldüğünü ve ortaya çıkan şeyin “aile ilişkilerinin tamamen mülkiyet ilişkilerine bağımlı kılındığı bir toplum”18 olduğunu söylüyor. Kapitalizm bir dünya sistemi olarak, bütünlük içinde geliştikçe aile dahil tüm kapitalizm öncesi yapıları kuşatır ve değiştirir.

Ailenin doğası dönüşüm geçirdi. Başka türlü olması da pek beklenemezdi. Feodalizmden kapitalizme geçilirken, aile de köklü bir değişim geçirmediği takdirde ayakta kalması mümkün olmazdı. Çünkü bu geçiş sakin, barışçıl bir şekilde olmadı, insanların hayatlarında ani bir devrime neden oldu. Eski yaşam tarzının, eski ev içi üretim biçimlerinin yok edilmesi; kadınların geçinebilmek için ailede erkeğe bağımlı olduğu durumun ortadan kalkması ve bunun yerine ücretli emeğin geçmesi anlamına geliyordu. Elbette yaşamın yeniden üretimi bakımından aile tarih boyunca ayakta kalmayı başardı. Biyolojik süreçler aynı kaldı. Ancak üretime bağlı sosyal ilişkiler tamamen değişti. Her yeni aile biçimi egemen sınıf tarafından kendilerine hizmet edecek şekilde düzenlendi. Dolayısıyla kapitalizm tarafından yaratılan yeni aile, kapitalist üretim tarzından bağımsız olarak var olamaz.

Bunun aksini iddia etmek, maddi koşulların toplumdaki fikirleri veya yapıları değiştirebileceğini inkar etmek olur. Sheila Rowbotham da kapitalist ailenin feodal üretim biçimlerinin unsurlarını taşıdığını ve bu yüzden “tarz içinde bir tarz”19 olduğunu söylerken aynı yanlışı yapıyor. Kapitalizm öncesi toplumun kalıntıları kapitalizm altında eskisi gibi kalmıyor. Monarşi feodal toplumun bir kalıntısıdır, ancak kapitalizm nedeniyle öyle bütünlüklü bir dönüşüm geçirmiştir ki, artık eski rolüyle pek alakası kalmamıştır. Bu aile için de geçerli. Aile aynı gibi görünüyor olabilir (ki bu bile şüphelidir) ama rolü, işlevi, temelleri sermaye tarafından dönüştürülmüştür. Aile aracılığıyla üreme ayrı bir üretim tarzı değil, kapitalizmin üst yapısının bir parçasıdır. Kapitalist sistemin yıkılması -eski toplumun devrimle ortadan kaldırılması- kapitalist yeniden-üretim sisteminin, yani ailenin değişmeden kalamayacağı anlamına gelir. 

Hartmann, “bir toplum, mesela kapitalizmden sosyalizme geçip halen ataerkil kalabilir”20 diye iddia ediyor. Fakat kalamaz. Çünkü sınıflı toplumun ortadan kalkmasıyla birlikte çocuk bakımı ve ev işlerinin toplumsallaştırılması, kapitalist ailenin maddi temelinin yok edilmesi anlamına gelir. Bunu söylemek, devrimin ertesi günü bütün sorunların hallolacağını iddia etmek değildir. Rus işçi sınıfının bu değişiklikleri yapmaya çalıştığında karşılaştıkları sorunlar çok büyüktü. Devrim ve iç savaş erkeklerin ve kadınların yaşamları üzerinde devasa izler bırakmıştı. Ve nihayetinde devrim, gelişmiş ülkelerin işçilerinin Rus işçilerinin açtığı yolda başarıya ulaşamamaları sonucu yenildi. Bu da kadınların konumunda ciddi geri adımları beraberinde getirdi. Fakat devrimin ilk yıllarında kadınlar, eski toplumun yıkılması sonucu mümkün hale gelen eşit iş, ev işlerinin toplumsallaşması ve çok daha özgür bir cinsellik olasılığının emarelerini gördüler. 

Kadınların sözde sosyalist olan ülkelerde açıkça eziliyor olduğu gerçeği ataerkillik teorisini doğrulamaz. Aksine, sosyalizmin var olmadığını doğrular. Birikime dayanan bir toplumun, çocuk bakımının toplumsallaştırılmasına para harcamaya yanaşmaması şaşırtıcı değil. Kadınlar üzerindeki yük Batı’da olduğu kadar büyük. Kreşlerin yaygın ve erişilebilir olduğuna dair söylentiler var, bu doğru, ancak Rusya’da çocuk bakımı yine de en yaygın biçimde büyükanneler veya çocuk bakıcıları tarafından sağlanıyor. Elbette bunlar da kapitalist sınıfın bu alana herhangi bir sermaye ayırmasını gerektirmeyen yöntemler, tanıdık geliyor mu? Ataerkillik teorilerinin kabul edilmesine yol açan şey, bu ülkelerin öyle veya böyle Batı kapitalizminden daha iyi olduklarına dair teoriler: eğer kadınlar orada da açık bir eşitsizlik altına yaşıyorsa, bunun suçlusu ekonomik sistemden ziyade erkekler olsa gerek.

Aile, yani yeniden-üretim sistemi tarih boyunca sabit kalan bir veri değildir, üretici güçlerin gelişmesiyle değişir. Sadece bu da değil. Kapitalizmin kendi içinde de aile aynı kalmıyor.21

Kapitalizm öncesinin ailesi, mülksüz, özgür bir ücretli emekçi sınıfı yaratan kapitalist üretim ilişkilerinin yükselmesiyle yok oldu. Böylece kadın-erkek eşitliğinin en azından olasılığı oluştu. Konu hakkındaki çok tartışılan yazılarında Engels’in işaret ettiği nokta buydu. Erken ka pitalizm döneminde, yani henüz fabrika sisteminin hakimiyeti öncesinde, parça başı ücret sistemi her iki cinsiyetin de ortak üretici olabildiği bir sistemdi. Elbette bu dönem bir altın çağ değildi, o yüzden bu dönemi idealize etmemek gerekir, ancak kadınların erkeğin cinsel ve ekonomik kontrolünde olduğu daha önceki dönemlere nazaran kadınlara görece özgürlük getirdi. Fakat fabrika sistemiyle birlikte ücretli emekçi bireylerin artık kendi emekleri üzerinde hiçbir kontrolleri kalmadı. Bunun yanı sıra, Marx ve Engels tarafından açıkça gösterildiği gibi22, işçi sınıfının yeniden-üretim sistemi de bir bütün olarak tehlikeye düştü.

Yaşam koşullarındaki iyileşmeler, koruma kanunları ve aile ücreti bu şartlarda ortaya çıktı. Bunlar sermayenin çıkarınaydılar, ama her iki cinsiyete mensup işçiler de bunu desteklediler.23

İkinci Dünya Savaşı’ndan beri aile bir kez daha ciddi değişimler geçirdi. Kadınların iş gücüne giderek artan katılımı, bedenlerimizi kontrol etme konusundaki becerilerimizin artmasıyla (doğum kontrolü, yasal kürtaj vb. yöntemlerle) bir dizi yeni özellik ortaya çıktı. Evlilik düşüşe geçmiyor, ama boşanmaların sayısı önemli ölçüde artıyor. Kadınlar ve erkekler evlilik kurumunu reddetmiyorlar, ama artık yaşam boyu sürmesi gerektiğini de düşünmüyorlar. Üreme üzerindeki kontrolün ve kadınların ekonomik bağımsızlığının artmasıyla birden fazla eş (veya, tek ebeveynli ailelerin artmasından anlaşıldığı üzere bekarlık) bir seçenek haline geliyor.24

Hemen her gelişmiş kapitalist ülkede (Doğu Avrupa da dahil olmak üzere) çocuk doğum oranları çarpıcı ölçüde düştü, bu da kadınların seçme hakkına sahip oldukları zaman yaşamlarını çocuk doğurarak geçirmeyi seçmediklerinin bir göstergesi. Göçler de geç kapitalizmin bir başka özelliği. Eski endüstriler geriledikçe, gelişmiş kapitalizm altında yaşayan işçiler iş aramak için ailelerini terk etmeye zorlanır. Belirli endüstriler genişledikçe, ucuz ve uysal emeğe olan talebi karşılamak için Güney Avrupa’dan ve Asya’dan işçiler sanayi merkezlerine getirilir. Bu hareketliliğin geleneksel fikirler üzerinde devasa etkileri vardır, buna aile de dahil. Ve aile davranışların ve rollerin öğrenildiği ve öğretildiği, önyargıların ve değerlerin nesiller boyunca aktarıldığı boğucu, sıkıcı bir yer olarak kalmaya devam eder. Kapitalizmin ihtiyaçlarına kendisini uyarlar, ancak yok olmaz. Yok olması için ailenin dışında gerçekleşen büyük bir alt üst oluş gereklidir.

Ailenin devam etmesini sağlayan nedir?

Peki ailenin bugün devam etmesini sağlayan nedir? Eğer sebebin erkeklerin maddi çıkarları olduğunu kabul etmiyorsak, sebep nedir? Pek çok ikincil sebep de olmakla birlikte ailenin varlığı iki esas etmene dayanmaktadır.

İlk önce sermayenin aileyi muhafaza etmekteki ekonomik çıkarlarına bakmak zorundayız. Varolan iş gücünün ve bir sonraki neslin işçilerinin yeniden üretiminde ailenin rolü çokça belgelendirilmiştir25 Aile ücretinin (her ne kadar bugün ailenin yeniden üretimini zar zor sağlasa, devlet yardımlarıyla ve kadınların genellikle yarı zamanlı işlerde çalışmalarıyla desteklenmek zorunda kalsa da) ve evdeki ücret ödenmeyen işçiliğin varlığı yeniden üretimin maliyetinin oldukça ucuza gelmesini sağlamaktadır.

Eğer sistem sürdürülebilir ekonomik gelişmeyi on yıllar boyunca devam ettirebilme yeteneğine sahip olsaydı, teorik olarak, ailenin ekonomik işlevleri başka bir mekanizma ile yer değiştirebilirdi. Irene Bruegel’in kesin olarak ispat ettiği gibi, ev işleri ve çocuk bakımının kapitalist bir şekilde organize edilmiş ücret ödenen işçilikle sağlanmasıyla, kadınların ‘özgürleşerek’ değer ve artı değer üretmesi, sistemin toplam artı değer üretimini arttırabilirdi.26 Fakat yeniden üretimi bu şekilde yeniden organize etmek çocuk bakımı tesislerine yatırım yapılması ve büyük ihtimalle mevcut ev yapılarının yeniden düzenlenmesi için büyük miktarlarda masraf edilmesini içerir. Bu, sistemin şu anki krizlerle ilerleyen evresinde üstlenilebilecek bir şey değildir; özellikle de mevcut işsizler ordusunun sistemin olası işçi ihtiyaçları için oldukça geniş olmasından dolayı.

Böylelikle kadınlar çocuk doğurma ve bakma sorumluluğunda kalıyorlar. Bunlar neden ailenin varlığının ve kadınların ezilmesinin devam ettiğini açıklıyor. Kadınların anne ve çocuklara bakan kişi olarak rolleri bütün hayatlarını belirliyor. Yarı zamanlı çalışma kadınların anne olarak rollerinin bir ürünüdür. Eşitsiz ve daha az ödenen işler kadınların eve ekmek getiren kişi olarak görülmemesinin bir ürünüdür. Kapitalist toplumdaki hayatlarının başlangıcından beri varsayım onların erkeklerden daha farklı olacaklarıdır. Kadınların başarılarının en üst noktası olarak evlilik ve annelik sunulur.

Teorik olarak, kadınların doğum yaptıkları için çocuk bakımından ve ev işlerinden de sorumlu olmaları için bir neden yoktur. Ama özelleştirilmiş bir yeniden üretimin ve kadınlara erkeklerle eşit ücretin ödenmeyerek katı bir cinsiyetçi ayrımcılığın uygulandığı bir dünyada, çoğu aile için gerçekte başka bir alternatif mevcut değil. ‘Mantıklı olan’ kadının evde kalacak olan olması, böylelikle döngü devam ediyor. Böyle bir dünyada ev işlerinin paylaşılması veya erkeklerin ‘ev kadını’ rolünü oynaması, kadının erkek kadar ya da daha fazla para kazanabilmesini sağlayabilen bir yeteneğe veya mesleğe sahip olduğu çok küçük bir azınlık için geçerli. Böyle durumlarda bile kadınların erkeklerle eşit olmadıkları yönündeki toplumsal fikirlerle savaşılması çok zor. İşçilerin büyük bir çoğu için böyle bir rol paylaşımı saf ütopyacılık. 

Kapitalizm için ailenin maddi önemi ideolojik yargılarla güçlendiriliyor. Bununla kapitalistlerin, kadınları erkeklerin altında tutmaya çalışan erkek şovenistleri olduklarını kastetmeye çalışmıyorum (çoğu öyle olduğu halde). Daha ziyade, aile, sistemi bir arada tutacak ideolojik bir çimentonun bir kısmını sağlamakta.

Gelişiminin her aşamasında, sistem sömürdüklerini kendisine bağlayacak yapılar oluşturmak zorundadır. Gelişimin ileri aşamalarında sistemin ekonomik dinamiği farklı yapılar gerektirdiğinde de bu devam eder. Aile bu tip yapıların karmaşık ağına dahil olmuştur. Bu, evde izole olmuş ve endüstriyel üretim çevresinde oluşan daha geniş topluluklardan mahrum bırakılmış ev kadınlarının “bireylerin toplumdaki yeri” hakkındaki değişmez fikirlere daha yatkın olmasından yararlanmaktadır; geçim konusunda kocasına bağlı olan kadınlar, her türlü sosyal değişimin ailelerine ve güvenliklerine yönelik bir tehdit olduğuna ikna edilebilir. Veya, gene, bu yapılar erkek bir işçinin kendisi kadar karısı ve çocuklarının da güvenliğini düşünerek, herhangi bir greve, işgale veya ayaklanmaya katılmadan önce iki kere düşünecek olmasına dayanmaktadır. ‘Ailenin korunması’ sloganı çalışan insanları statükonun korunması için seferber eden bir slogan haline gelir. Kapitalizm geçmişte aileyle ilişkilendirilmiş yapılar içindeki bazı unsurlara artık direkt olarak ihtiyaç duymasa bile (örneğin, artık düşmanlarına karşı kendini savunmak için milyonlarca güçlü askere ihtiyaca olmadığından kürtaj karşıtı yasalara ihtiyacı yok) bu unsurlardan ancak muazzam basınçlar altında vazgeçiyor.

Yapılara zarar vermeyi kaldıramayacağı için, ekonomik çıkarlarına aykırı olsa dahi, işçilerin günümüz toplumuna bağlanmasına yardım eder. Yine, teorik olarak, uzun bir zaman dilimi için sınırsız bir ekonomik gelişme durumunda, sistem şimdiki ailenin korunmasıyla tanımlanan yapıların yerini alması için yeni ideolojik yapılar oluşturabilir. Fakat bu sistemin kendisini içinde bulduğu durum değil. Bugün sistem bulabildiği her çeşit desteğe sarılıyor, Güney İtalya ve Kuzey İrlanda’daki mafya ve Orange Order gibi arkaik yapılardan vazgeçememesinin sebebi bu. Aile gibi belli ekonomik hizmetler sağlamaya devam eden bir yapıdan vazgeçme niyetinde olması ise daha da az mümkün.

Marksist teori kadınların ezilmesinin devam etmesini kadınların “çocuk bakan ve yetiştiren” rolleri bağlamında açıklamaya çalışır. Hartmann Marksizm’in “cinsiyet körü” olduğunu, başka bir deyişle niye bazı insanların bazı durumlarda olduğunu açıklayabildiğini, ama niye bu insanların kadın olduklarını açıklayamadığını iddia eder. Ama Marksist teori tam olarak bunu açıklar. Kadınların ezilmesini tarihsel olarak konumlandırır, başka bir deyişle bu ezilmenin varlığını sonuç olarak kadınların tüm yaşamını yapılandıran, yeniden üretimdeki bireysel sorumlulukları çerçevesine oturtur. Ayrıca bu sorunu ortadan kaldıracak bir çözüm de ortaya koyar: hem kadınların ezilmesini yaratan maddi koşulları kırmaya başlayacak, hem de bu koşullardan doğan fikirlerin (o çok aşina olduğumuz, ailenin ve çocuk bakımının doğal olduğu, kadınların eve kapanmasının doğal olduğu yönündeki fikirlerin) kırılmasını sağlayacak bir sosyalizm anlayışı. Sosyalizm bunu, çocuk bakımında sorumluluğu bireyden alıp tüm topluma aktararak gerçekleştirebilir. Böylece milyonlarca kadın için yeni bir dünyanın kapıları aralanacak ve bu yeni toplumda eşit bireyler olarak davranma imkanına sahip olacağız. 

Sonuç 

Ataerkillik teorileri, kadınların özgürleşmesinin teorileri değildir. Kapitalist toplumda kadının maddi konumunun yerine, kadın ve erkeğin saf biyolojik pozisyonlarını değerlendirerek işe başlarlar. Kadınların kurtuluşuyla ilgili hiçbir ilerleme noktası göstermezler. O zaman bu teoriler neden bu kadar popülerdir? Bunu anlamak için, kadın hareketinin 1960’ların sonundan beri gelişimine kısaca bakmak gerekiyor.

Kadın hareketi, 60’ların sonunda, kadının toplumdaki rolünün değişmeye başlamasının sonucu olarak ortaya çıktı. Kadınların işgücüne katılmaya başlaması ve doğum kontrolü denetimindeki artış, kadınların kendi rolleri, kariyerleri ve istekleri üzerine yeni fikirler geliştirmeleri anlamına geliyordu. Bu fikirler, her ne kadar eğitim alanında da kadınlar bir dizi ayrımcılığa tabi tutulsalar da, kadınların ilk kez yüksek gelirli profesyonel işlere girmelerini sağlayan eğitimin yaygınlaşmasın dan besleniyordu. Birçok kadın için bu, annelerinin ve büyükannelerinin hayatlarına kıyasla büyük bir gelişim anlamına geliyordu.

Kadınlar hakkındaki eski fikirler, gerçeğin gerisinde kalıyorlardı. Cinsiyetler ve cinsellik üzerine fikirlerin değiştiği doğruydu, ancak eş ve anne olarak kadınlar hakkındaki eski görüş sürüyordu.

Yasal anormalliklerin tamamı gösteriyordu ki, iş taksitli alışverişlere veya mortgage edinmeye geldiğinde, kadınlara çocuklardan yalnızca biraz daha iyi davranılıyordu. Reklamlarda hâlâ, kadınların evde oldukları ve gerçeklikle çok az ilişkileri olduğu resmediliyordu.

Kadın hareketi, ekonomik ve sosyal gerçekliklerle kadınlarla ilgili eski görüşler arasındaki bu çelişkinin içinden doğdu. Kadınlar bir yandan erkekler kadar iyi olduklarını hissediyorlardı, bir yandan da gerçekten –evin yükünü de taşıdıkları için- erkeklerden daha çok iş yapıyorlardı. Kadın hareketinin ilk yıllarında, her şeyin yalnızca değiştirilebilir olduğu değil, değişmekte olduğu hissi belirgindi. 1968’in sonunda, radikalleşmiş geniş bir kitle, kadın hareketinin fikirlerine açık olarak kaldı.

Hareketin içindeki kadınlar (çoğunlukla eğitimli uzmanlar) tarafından ileri sürülen görüşler, emekçi kadınların da ilgisini çekiyordu. Bilinçteki değişiklikleri ölçmek zordur; ancak kadın dergilerinin 15 yıllık süreçteki içeriğine bakıldığında dahi, film yıldızları ve kraliyet ailesiyle ilgili her zamanki konuların yanında artık cinsellik, işsizlik, çatışmalar ve daha birçok sosyal meselenin de ele alındığını görürsünüz.  

Kadın hareketiyle emekçi kadınlar arasında her zaman büyük bir mesafe oldu, ancak en azından kadın hareketi işçi sınıfının içinde örgütlenmekten bahsediyordu.

Bugün işler biraz farklı. Genel olarak son yıllarda ekonomik mücadelelerin azalması, işçi sınıfının politik olarak özgüvenini yitirmesi, 60’larda ve 70’lerde radikalleşen kitlelerin büyük kesiminde bir demoralizasyona neden oldu. Kadın hareketi de bundan keskin bir şekilde etkilendi.  

Artık Spare Rib’in sayfalarında kadınların da katıldığı grevler hakkındaki son gelişmelerden daha çok, bekaret hakkındaki tartışmaları görüyorsunuz. Corrie’ye karşı son yapılan kürtaj kampanyası, sosyalistlerin ve genellikle erkeklerden oluşan sendikal hareketin desteği olmaksızın sürdürülemezdi. Lee Jeans’deki 200 kadının işgal eylemi, kadın hareketi tarafından görmezden gelindi.

Hakim olan duygu, hiçbir şeyin yapılamayacağı, bu yüzden tek yapabileceğimizin kendi fikirlerimizi gözden geçirmek olduğu yönünde. Dolayısıyla, toplumu bir bütün olarak değiştirmekle ilgili argümanların yerini, kendi hayat tarzlarımızı değiştirmek üzerine tavsiyeler aldı.

Toplumu değiştirmeye yönelik eylemlerin yerine, kadınların kurtuluşu fikrini kabul eden az sayıdaki erkeğin (ve kadının) kendilerini değiştirmesinin ikame edildiği soyut bir ahlakçılıkla karşı karşıya kaldık. Bu mantık, sorun kapitalizm değilmiş de erkeklermiş gibi, erkeklerin davranışları değiştirildiğinde dünyayı değiştirebileceğimizi öngörüyordu. Ataerkillik teorileri bu fikirler üzerinden geliştirildi ve şimdi de bu fikirleri güçlendiriyor.  

Daha önce dediğim gibi, bu, kendimizi özgürleştirmemiz konusunda bize hiçbir şekilde yol göstermiyor. Onun yerine, azınlığın teorik doğruluğunu, çoğunluğun ataleti pahasına kabul ediyor. Günümüzde bazı kadınlar bu teoriyi sonuna kadar götürüp, kapitalizm içinde ayrı hayat tarzları –ayrı evler, cinsiyetlere göre ayrı okullar, ayrı sosyal hayatlar- sahibi olmayı tartışıyor. Son derece elitist olan bu ‘çözümler’, aynı zamanda maddi varlıkla bilinç arasındaki bağlantıyı ve bilincin nasıl değişeceğini gözden kaçırıyor. Belli bir seviyede gelire, dolayısıyla ikamet konusunda serbestlik, çocuklarını hangi okula göndereceğini seçebilme gibi fırsatlara sahip olunduğunu varsayıyor. Çoğu kadın bu seçeneklere sahip değil. Hartmann sınıflar arasında boşanma oranının eşit duruma geldiğinden bahsederken, kuşaklar boyunca boşanma hakkına sahip olmayan emekçi sınıflar için hayatın ne kadar mutsuzluk verici olduğunu hesaba katmıyor. Bugün, boşanma göreli olarak kolayken bile, maddi baskılar yüzünden (ev kredisini ödeyemeyecek durumda olmak vs.) birlikte yaşamak zorunda kalan yüz binlerce çift olmalı. İşçi sınıfına mensup kitleler için, bu çözümler ütopiktir ve biz de onlara bu gözle bakarız.

Sadece ataerkillik teorilerini ve onlara eşlik eden idealist söylemleri reddetmekle kalmamalı, Marksistler olarak kadınların kurtuluşuna dair başarılabilir –ve hatta, başarıldığı takdirde bütün insanlığın kapitalizmin sömürü ve yabancılaşma düzeninden kurtulmasını sağlayacak- bir teorimiz olduğu konusunda ısrar etmeliyiz. Bunu yapabilmek için ataerkillik teorilerinin temelindeki kavramları reddetmemiz gerekir. Bunlardan biri, Joan Smith’in tarif ettiği gibi “aile ocağında kadınlar, savaş alanında erkekler” görüşünü resmeden “küçük kadın” analizidir.27 Bu durum işçi sınıfının geniş kesimleri için hiçbir zaman geçerli olmadı; aslında “sıradan emekçiler, ustalar ve göçmen işçiler”den ziyade “bankacı, orta düzey yönetici, sanayici ve onların memurlarıyla vasıflı işçileri”nin aileleri için geçerliydi.28 

Eğer bu o günler için geçerli değilse, bugün kadınlara yönelik iyice absürt bir bakış açısını temsil ediyor. Bugünkü tipik kadın erişkin yaşamının büyük bölümünde ücretli emekçi olarak çalışıyor. Genelde çocukları okul çağına gelene kadar işi bırakıyor ve sonra tam zamanlı çalışmaya geri dönüyor. Hatta 5 yaşından küçük çocukları olan kadınların bile yüzde 20’si yarı zamanlı çalışıyor. İş gücünün yüzde 40’ını kadınlar oluştururken ve kadınlar iş gücüne erkeklerden daha hızlı bir oranla katılırken tam zamanlı ev kadını bir efsaneden ibaret. Kadınların sendikalara üye olma oranı da erkeklere göre daha hızlı artıyor.

Tam zamanlı ev kadını efsanesi sermaye için bir dizi avantaj taşıyor. Düşük ücretler, kötü çalışma koşulları ve daha uzun çalışma saatlerini kadınlara dayatmalarını sağlıyor. Kadınların, çalıştıkları işin onların “gerçek” işleri olmadığını düşünmelerine neden olarak işyerinde daha örgütsüz olmalarına ve işsizliğe daha kolay boyun eğmelerine yol açıyor.

Kadınlara hem ücretli iş hem de ev içi emeği bir arada götürmelerini tavsiye ederek eziyeti ikiye katlıyor. Yine de, sonuç olarak bu bir efsane. Kadınlara izole edilmiş ev kadınları olarak değil de işçiler olarak baktığımızda vereceğimiz tepki farklı olacaktır. İşyerinde örgütlenmiş sınıfın bir parçası olarak kadınlar, kapitalizmi sarsacak ve eninde sonunda da yıkacak birliği ve özgüveni geliştirebilirler. Bizim amacımız bu olmalı, ve sınıfa kapitalizmin yıkılması yolunda önderlik edecek bir devrimci partinin inşa edilmesi sürecinde tahayyül ettiğimiz sınıf kavramı kadınların da iş gücünün birleşik bir parçası olduğu bir sınıf olmalı. Genellikle bunun, erkeklerin parti içinde ve devrimden sonra bile cinsiyetçi olmaları sorununu çözmediği ileri sürülür. Elbette, kimse bunun doğruluğunu reddedemez. Ama bizim buna getirdiğimiz çözüm, cinsiyetçilikle mücadeleyi sınıf mücadelesinden ayrı bir şey mi yoksa onun bir parçası olarak mı gördüğümüze göre değişir. Eğer ikincisiyse, o zaman stratejimiz partiden ayrı, otonom bir hareket inşa etmek olamaz. Partinin ve sosyalist devrimin, kadınların hayallerini ve taleplerini sınıfın taleplerinin bir parçası olarak benimsemesini sağlamalıyız. Bu, kadınların ezildiği gerçeğini kabullenmek anlamına gelir. Bu ezilme kadınların politik yaşama tüm boyutlarıyla katılmalarını zorlaştırmaktadır; onları çocuk bakımı ve ev işinin yanı sıra ücretli emeğe de mecbur bırakarak eziyeti iki katına çıkarır.

Tüm kadınların yaşadığı bu dezavantajın üstesinden gelmek için özel mekanizmalara ihtiyacımız var; partinin kadın üyelerinin çalışmalarımızın tümünde aktif ve öncü bir rol oynamaları için kadın makalelerine, toplantılarına ihtiyacımız var. Tüm bunlar kadınların yaşadığı gerçek sorunları kabul etmeli ve bunların vaazlarla değil somut, maddi yöntemlerle üstesinden gelmeye çalışmalıdır. Şu açık ki ataerkillik teorilerine veya erkeklerin düşman olduğu düşüncesine verilecek tavizler, yalnızca işe yaramamakla kalmaz; aynı zamanda yanlış soruna işaret eder, toplumun köklerine değil bunun yansımalarına dikkat çeker. Sosyalist devrim, sınıflı toplumun ortadan kaldırılması, özgürlüğü nasıl kazanacağımıza dair soruya cevap vermek için tek başına yeterlidir.    

Bu broşür ilk olarak International Socialism dergisinin 1981 yılındaki 12. sayısında yayınlanmıştır.

Dipnotlar

1 Juliet Mitchell, Psychoanalysis and Feminism, Londra 1975.

2 Sally Alexander & Barbara Taylor, ‘In Defence of Patriarchy’, New Statesman Ocak 1980.

3 Alman İdeolojisi, Moskova 1964, sf. 35

4 Roberta Hamilton, The Liberation of Women, Londra 1978, sf 1.

5 Christine Delphy, The Main Enemy, WRRC, 1977.

6 Heidi Hartmann, ‘The Unhappy Marriage of Marxism and Feminism’, Capital and Class, no 8, 1979 Yazı.

7 Ibid

8 Marx, Kapital cilt 1, Londra 1976, sf. 517.

9 Engels, İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu, Moskova 1973.

10 Marx, Kapital cilt 1, Londra 1976, sf. 521.

11 Hartmann, op. cit.

12 Ibid.

13 Ibid.

14 Ruth Milkman, ‘Women’s work and economic crisis: some lessons of the Great Depression’, Review of Radical Political Economy, 1976.

15 Helen Brak, Bessel and Feuchtwanger Social Change and Political Development in Weimar Germany, Londra 1981, sf. 62-3.

16 Hartmann, op. cit.

17 Engels, Ailenin Kökeni, Moskova.

18 Hartmann, op. cit.

19 Engels, op. cit. Bu Hartmann tarafından görmezden gelinen bir nokta. Aynı zamanda, iki “tarz”a dayanan bir analiz ortaya koymaya çalışırken Joan Smith tarafından da görmezden gelindi. (IS eski seri sayı 100).

20 Sheila Rowbotham, Woman’s Consciousness, Man’s World, Londra 1973.

21 Hartmann, op. Cit.

22 Sunduğum argümanların büyük bir kısmını Johanna Brenner’in harika makalesine borçluyum: ‘Women’s Self-Organisation, A Marxist Justification, Against the Current, New York, Güz 1980.

23 Marx, Kapital cilt 1, Londra 1976. Engels, İşçi Sınıfının Durumu, op. cit.

24 Hartmann boşanma oranının artmasını sınıflar arasında bir eşitlenme olarak reddediyor. Bu doğru olsa bile niye şimdi gerçekleşiyor? Çünkü işçi sınıfına mensup kadınlar ilk kez daha üst sınıflardan kadınların yapabildiği bir şeyi yapmak konusunda daha şanslılar: bir dereceye kadar ekonomik bağımsızlığa sahipler (ne kadar sefalet içerisinde olsa da), çocuk doğurma ve hamilelik korkusuyla dolu bıktırıcı bir yaşama bağlanmış değiller. (Hatırlanması gereken ilginç bir nokta da şu: Son dönemde gerçekleşen kürtaj kampanyalarında en büyük ve önemli başarı elde eden argümanlarımızdan biri, zengin kadınların her zaman sahip olduğu şeyi, yani güvenli yasal kürtaj hakkını emekçi kadınların 1967 Kürtaj Yasası sayesinde aldıklarıydı).

25 Özellikle IS eski seriden 100 ve 104. sayı ve IS yeni seriden 1 ve 3. sayılarda Joan Smith ile Irene Bruegel arasındaki tartışma.

26 Irene Bruegel, ‘What Keeps the Family Going?’, IS yeni seri sayı 1.

27 Joan Smith, ‘Women’s oppression and Male Alienation’ IS yeni seri sayı 3.

28 Ibid.

SON SAYI