Tony Cliff: Aksayan Sürekli Devrim

BROŞÜRLER
Tipografi
  • Daha Küçük Küçük Orta Büyük Daha Büyük
  • Varsayılan Helvetica Segoe Georgia Times

Çeviri: Umut Çalışkan - Redaksiyon: Ozan Tekin - Yayına hazırlayan: Onur Devrim

Giriş

1917’den önce, çoğu marksist, en gelişmiş ülkelerin dışındaki ülkelerde bir işçi devriminin mümkün olduğuna inanmıyordu. Rus devrimi deneyimi aksini ispatladı ve bunun ışığında, Troçki, marksist teoriyi “Sürekli Devrim” üzerine düşünceleriyle güncelleştirdi. O günden beri, Çin ve Küba gibi birbirinden olabildiğine farklı ve uzak ülkelerde devrimlerin yaşandığına tanık olduk.

Marx “Filozoflar dünyayı yorumladılar, ancak asıl olan onu değiştirmektir” diye yazmıştı. Marksistler, düşmanları tarafından sıkça dogmatik ve kuramsal teorisyenler olmakla suçlanırlar. Hiçbir şey, gerçekten bu kadar uzak olamaz. Eğer asıl olan dünyayı değiştirmek ise, o hâlde sosyalist teori her zaman deneyimin ışığında değiştirilmeli ve yenilenmelidir. Troçki bunu yapmıştır ve Tony Cliff de Troçki’nin teorisini bu yeniden ele alışında bunu yapmaya çalışmaktadır.

Sürekli Devrim

Troçki’nin marksizme en büyük ve en özgün katkısı Sürekli Devrim teorisiydi. Bu çalışmada, bu teori ilk olarak yeniden ifade edilecek. Daha sonra ise geçtiğimiz yaklaşık on yıllık süreçte yaşanan sömürge devrimlerinin ışığında düşünülecek. Teorinin büyük bir bölümünü reddetmeye mecbur kalacağız. Ancak varılan sonuçlar Troçki’nin düşüncelerinden oldukça farklı çıksa dahi, çalışma ağırlıklı olarak onun düşüncelerine yaslanmaktadır.

Üç devrim anlayışı

Troçki, teorisini 1905 devriminin deneyimlerine dayanarak geliştirdi. Kautsky’den Plekhanov’a ve Lenin’e kadar, zamanın neredeyse bütün marksistleri, sadece gelişmiş sanayi ülkelerinin sosyalist devrime hazır olduğuna inanıyorlardı. Genel hatlarıyla söylemek gerekirse, işçi iktidarının kurulabilmesinin bir ülkenin teknolojik gelişmişlik düzeyi ile orantılı bir şey olduğunu savunuyorlardı. Geri kalmış ülkelerin, kendi geleceklerini gelişmiş ülkelerde görmeleri mümkündü.

Böyle ülkelerde, işçi sınıfı, ancak uzun bir endüstriyel gelişme süreci ve parlamenter burjuva düzenindeki geçişin ardından sosyalist devrim sorununu ortaya koyabilecek olgunluğa erişebilirdi.

Tüm Rus Sosyal Demokratları -Bolşevikler olduğu gibi Menşevikler de- Rusya’nın, bir tarafta kapitalizmin üretici güçlerinin diğer tarafta ise otokrasinin, toprak ağalığının ve varlığını sürdüren diğer feodal yapıların bulunduğu bir çatışmadan kaynaklanan bir burjuva devrimine doğru gittiğini kabul ediyorlardı. Menşevikler, devrime muhakkak burjuvazinin liderlik edeceği ve politik iktidarı kendi eline alacağı sonucuna vardılar. Onlar, Sosyal Demokratlar’ın devrimde liberal burjuvaziyi desteklerken, aynı zamanda sekiz saatlik iş günü ve diğer sosyal reformlar için mücadele ederek kapitalizmin sınırları içinde işçi sınıfının özel çıkarlarını savunması gerektiğini düşünüyorlardı.1

Lenin ve Bolşevikler, devrimin burjuva karakterde olacağına ve hedeflerinin burjuva devriminin sınırlarını aşmayacağına katılıyorlardı. Lenin “Demokratik devrim, burjuva sosyo-ekonomik ilişkileri alanının dışına çıkmayacaktır…” diye yazmıştı.2 Yine, “… Rusya’daki bu demokratik devrim, burjuvazinin egemenliğini zayıflatmayacak, aksine güçlendirecektir” demişti.3 Lenin bu konuya pek çok kez geri döndü.

Lenin bu görüşlerinden ancak 1917’deki Şubat Devrimi’nden sonra vazgeçti. Örneğin, Eylül 1914’te hâlâ Rus Devrimi’nin kendisini üç temel görevle sınırlaması gerektiğini yazıyordu: “demokratik bir cumhuriyetin kurulması (ve tüm uluslara kendi kaderlerini tayin etme konusunda tam özgürlük ve eşit haklar verilmesi), büyük toprak sahiplerinin mülklerine el konulması ve sekiz saatlik iş gününün uygulanması”.4

 Lenin’in Menşevikler’den temel olarak ayrıldığı nokta, burjuva devrimini burjuvaların direnişine rağmen zafere taşımak için emek hareketinin liberal burjuvaziden bağımsız olması gerektiği konusundaki ısrarıydı. Menşevikler’in savunduğu işçi sınıfı-liberal burjuvazi ittifakının yerine, Lenin, işçi sınıfının köylülükle işbirliği yapması çağrısında bulunuyordu. Devrimin sonunda liberal burjuva bakanlardan oluşacak bir hükümetin kurulmasını bekleyen Menşeviklerin aksine, Lenin, köylü partisinin çoğunluğu oluşturacağı bir işçi partisi ve köylü partisi koalisyonu, ‘işçilerin ve köylülerin demokratik diktatörlüğünü’ düşünüyordu. Bu ‘demokratik diktatörlük’, bir cumhuriyet kuracak, büyük toprak sahiplerinin topraklarını kamulaştıracak ve 8 saatlik iş gününü uygulamaya sokacaktı. Bunun ardından köylülüğün devrimci rolü sona erecek, köylüler özel mülkiyetin ve toplumsal statükonun destekçisi hâline gelecek ve burjuvaziyle birleşeceklerdi. Bu durumda, sanayi proletaryası, proleter ve yarı-proleter köylüler ile birlikte devrimci muhalefeti oluşturacak ve ‘demokratik diktatörlük’ geçiş dönemi, yerini burjuva cumhuriyetin çerçevesinde muhafazakâr bir burjuva hükümete bırakacaktı.

 Liberal burjuvazinin hiçbir devrimci görevi tutarlı bir şekilde yerine getiremeyeceğinden, burjuva devriminin temel bir unsuru olan toprak reformunun ancak işçi-köylü ittifakı tarafından yerine getirilebileceğinden Troçki de Lenin kadar emindi. Ancak Troçki, bağımsız bir köylü partisi konusunda Lenin’den farklı düşünüyor, köylülerin kendi aralarında zengin ve fakir olarak çok keskin bir şekilde bölündüğünü ve bu yüzden kendilerine ait birleşik ve bağımsız bir parti kuramayacaklarını savunuyordu.

“Tarihteki tüm deneyimler” diye yazar Troçki, “… göstermiştir ki, köylülük bağımsız bir rol oynama yeteneğinden tamamıyla yoksun.”5 Alman Reformasyonu’ndan bu yana tüm devrimlerde, köylülük burjuvazinin şu veya bu kesimini desteklemiş olmasına rağmen, Rusya’da işçi sınıfının gücü ve burjuvazinin muhafazakârlığı, köylülüğü devrimci işçi sınıfını desteklemeye zorlayacaktı. Devrim, burjuva demokratik görevlerin yerine getirilmesiyle sınırlı kalmayacak, derhal proleter sosyalist tedbirleri almak üzere devam edecekti: 

“Proletarya, kapitalizmin gelişmesi ile birlikte büyür ve güçlenir. Bu bağlamda, kapitalizmin gelişmişliği işçi sınıfının diktatörlüğe doğru gelişimini belirtir. Ancak, iktidarın proletaryanın eline geçmesinin günü ve saati doğrudan üretici güçlerin düzeyine değil, sınıf mücadelesinin koşullarına, uluslararası duruma ve nihayet bir dizi (gelenek, inisiyatif ve mücadeleye hazır olmak gibi) sübjektif unsura dayanır.”

“Proletaryanın, ekonomik olarak geri bir ülkede, ileri bir ülkeden önce iktidara gelmesi mümkündür. 1871’de proletarya, küçük burjuva Paris’te toplumsal ilişkilerin yönetimini bilinçli bir şekilde — gerçekte iki ay için bile olsa— ele aldı; ama İngiltere’nin ve Birleşik Devletler’in güçlü kapitalist merkezlerinde bir saat için dahi iktidar olamadı. Proletarya diktatörlüğünün bir ülkenin teknik güçlerine ve kaynaklarına herhangi bir şekilde otomatik olarak bağımlı olduğu yaklaşımı, aşırı ölçüde basitleştirilmiş “ekonomik” bir materyalizmden devşirilmiştir. Bu bakış açısının Marksizm ile hiçbir ilgisi yoktur.”

 “Bize göre Rus devrimi öyle koşullar yaratmaktadır ki, burjuva liberalizminin politikaları daha kendi yönetme yeteneklerini tam olarak ortaya dökme olanağı bulamadan iktidar proletaryaya geçebilir ve başarılı bir devrim söz konusu ise geçmek zorundadır.”6 Bu teorinin diğer bir önemli unsuru da yaklaşan Rus devriminin uluslararası karakteriydi. Ulusal düzeyde başlayacak bu devrim, ancak daha gelişmiş ülkelerdeki devrimlerin zaferi ile tamamlanabilirdi:

“Fakat Rusya’nın ekonomik koşullarında, işçi sınıfının sosyalist politikası nereye kadar gidebilir? Kesinlikle söyleyebileceğimiz sadece tek bir şey var: Ülkenin teknik olarak geri kalmışlığıyla sınanmadan çok daha önce siyasi engeller ile karşılaşacaktır. Avrupa proletaryasının doğrudan devlet desteği olmadan, Rus işçi sınıfı iktidarda kalmayı sürdüremez ve geçici iktidarını kalıcı bir sosyalist diktatörlüğe çeviremez.”7

Troçki’nin teorisinin temel ilkeleri altı başlık altında özetlenebilir:

  1. Sahneye geç çıkmış bir burjuvazi, bir ya da iki yüzyıl önceki atalarından köklü bir şekilde farklıdır. Feodalizmin ve emperyalist baskının yarattığı soruna karşı tutarlı, demokratik ve devrimci bir çözüm getirmekten acizdir. Feodalizmin tam bir yıkımını gerçekleştirmekten, gerçek ulusal bağımsızlığı ve siyasal demokrasiyi sağlamaktan acizdir. Ne ileri ülkelerde, ne de geri kalmış ülkelerde artık devrimci değildir. Tamamen tutucu bir güçtür.
  2. Daha çok genç ve sayıca az bile olsa, esas devrimci rol proletaryaya düşer.
  3. Bağımsız hareket etmekten aciz olan köylülük, şehirlerin peşinden gidecektir ve ilk iki madde göz önüne alındığında, sanayi proletaryasının liderliğini izlemelidir.
  4. Toprak sorununun ve ulusal sorunun tutarlı bir çözümü ve süratli ekonomik ilerlemeye engel olan sosyal ve emperyal zincirlerin parçalanması, burjuva özel mülkiyet sınırlarının ötesine ilerlemeyi gerektirecektir. “Demokratik devrim derhal sosyalist devrime dönüşür ve böylece bir sürekli devrim hâline gelir”8
  5. Sosyalist devrimin tamamlanması “ulusal sınırlar çerçevesinde düşünülemeyecek bir şeydir... Bu nedenle, sosyalist devrim kelimenin yeni ve daha geniş bir anlamında sürekli bir devrim hâline gelir; ancak yeni toplumun gezegenimizin tümünde nihai olarak zafere ulaşmasıyla tamamlanmış olacaktır.”9 “Tek ülkede sosyalizm”i gerçekleştirmeye çalışmak gerici ve dar bir hayaldir.
  6. Sonuç olarak, geri kalmış ülkelerdeki devrimler, ileri ülkelerde sarsıntılara neden olacaktır.

Rusya’daki 1917 Devrimi, Troçki’nin tüm varsayımlarının doğru olduğunu kanıtladı. Burjuvazi karşı-devrimci çıktı; sanayi proletaryası mükemmel bir devrimci sınıf olduğunu gösterdi; köylüler işçi sınıfını izledi; anti-feodal, demokratik devrim derhal sosyalist devrime dönüştü ve Rus devrimi başka ülkelerde (Almanya, Avusturya, Macaristan vb) devrimci sarsıntılara yol açtı. Ve son olarak, ne yazık ki, Rusya’daki sosyalist devrimin tecridi onun yozlaşmasına ve çöküşüne neden oldu. Troçki’nin teorisini teyit eden diğer klasik örnek, 1925-27 Çin devrimidir.

Maalesef bu defaki ispat, Rus Devrimi’nden bile daha geniş bir kapsamda olumsuz bir örnekti. Her ne kadar yukarıdaki maddelerden ilk dördü sağlanmışsa da, stalinist ihanet, devrimin proletaryanın zaferi ile değil yenilgisi ile sonuçlanmasını sağladı. Sonuç olarak köylüler de yenilmiş oldular ve sadece sosyalist devrim değil, demokratik devrim de tamamlanmamış oldu; toprak devrimi, ülkenin birliği ve emperyalizmden bağımsızlık bile kazanılamadı. Bu nedenle beşinci ve altıncı maddeler pratikte denenme şansını bile elde edemedi. Ancak, o zamandan beri dünya çapında önem taşıyan iki olay, Çin’de Mao’nun ve Küba’da Castro’nun iktidara gelişi, Troçki’nin teorisinin neredeyse tüm varsayımlarına meydan okuyor gibi görünmektedir.

Mao’nun iktidara gelişi

Sanayi işçi sınıfı, Mao’nun zaferinde herhangi bir rol oynamamıştır. Çin Komünist Partisi’nin sosyal bileşimi bile tamamen işçi sınıfı dışındaki unsurlardan oluşuyordu. Mao’nun parti içindeki yükselişi, partinin bir işçi sınıfı partisi özelliklerini kaybettiği döneme rastlar. 1926 sonuna doğru partinin en azından % 66’sı işçilerden, % 22 kadarı aydınlardan ve sadece % 5’i köylülerden oluşuyordu.10 Kasım 1928’e kadar ise işçi oranı bir öncekinin beşte birinden daha azına düştü ve resmi bir rapor, partinin “sanayi işçileri arasında tek bir sağlıklı hücresi olmadığını” itiraf ediyordu.11 Parti, işçilerin 1928 yılında üyelerin % 10’una, 1929’da % 3’üne ve Mart 1930’da % 2,5’ine, aynı yılın Eylül’ünde %1,6’sına düştüğünü ve o yıl sonunda ise hemen hemen hiç işçi üyesi kalmadığını itiraf etmiştir.12 O dönemden Mao’nun nihai zaferine kadar geçen zaman boyunca partinin sözünü edebileceği tek bir sanayi işçisi üyesi yoktur.

Parti uzun yıllar boyunca, bir Çin Sovyet Cumhuriyeti kurduğu, Çin’in merkez eyaletlerinde isyancı köylü hareketleriyle sınırlı kaldı; daha sonra ise, merkezdeki eyaletlerdeki askeri yenilginin (1934) ardından Kuzey Batı’ya, Kuzey Şensi’ye geçti. Bu her iki bölgede de sözü edilebilecek herhangi bir sanayi işçi sınıfı yoktu. “Sınır Bölgesi, Çin’in sosyal ve ekonomik olarak en geri bölgelerinden biridir” diye yazmış olan bir Komintern organı, konuyu hiç de abartmıyordu.13 Aynı konuyu Chu The, “Komünistlerin önderliği altındaki bölgeler, tüm ülkenin ekonomik olarak en geri bölgeleridir...” diyerek dile getirmişti.14 Çin Halk Cumhuriyeti’nin kurulmasından birkaç yıl öncesine kadar, tek bir gerçek şehir dahi komünistlerin kontrolüne geçmemiştir.

Mao’nun iktidara yükseliş dönemi boyunca işçiler Komünist Partisi’nin stratejisi için öyle önemsizdirler ki, Parti, 1929 yılında yapılan kongreden sonra 19 yıl boyunca İşçi Sendikaları Ulusal Kongresi’ni toplamak gereği bile duymamıştı. Kritik 1937-45 döneminde, Kuomintang kontrolü altındaki bölgelerde herhangi bir parti örgütü kurmaya niyeti olmadığını belirttiği açıklamalarından da anlaşılabileceği gibi, Komünist Partisi işçilerin desteğini kazanmaya bile zahmet etmedi.15 

Aralık 1937’de Kuomintang hükümeti, savaş döneminde greve çıkan veya grev için ajitasyon yapan işçiler için bile idam hükmü çıkardığı zaman, bir Komünist Partisi sözcüsü verdiği röportajda hükümetin savaşı yürütme yöntemlerinin Parti için “son derece tatmin edici” olduğunu anlatıyordu.16 Hatta, Komünist Partisi ile Kuomintang arasında iç savaşın patlak vermesinden sonra bile Kuomintang bölgelerinde hemen hemen hiçbir Komünist Partisi örgütlenmesi olmamıştır; ki buna ülkenin tüm sanayi merkezleri de dâhildir.

Mao’nun şehirleri fethetmesi, her şeyden çok Komünist Partisi’nin sanayi işçilerinden tamamen kopukluğunu ortaya çıkardı. Şehirlerin düşmesinin hemen öncesinde, Komünist liderler, herhangi bir işçi ayaklanmasını önlemek için ellerinden gelen her şeyi yaptılar. Örneğin, Tienstin ve Pekin’in düşmesinin öncesinde, cephe komutanı General Lin Piao yayınladığı bildiride halkı:

“düzeni korumaya ve işlerine devam etmeye” çağırdı. “Kuomintang görevlileri ve eyalet, şehir, devlet ve diğer hükümet kurumları polis personelinin; bölge, kasaba, köy veya pao chia* personelinin... görevleri başında kalmaları emredilir...”17

Yangtze Nehri’ni geçtikleri dönemde, Orta ve Güney Çin’in büyük şehirleri (Şangay, Hankow, Kanton) henüz onların eline geçmemişken, Mao ve Chu Teh tekrar özel bir bildiri yayınladılar:

“Her türlü işteki işçilerin ve çalışanların işlerine devam etmelerini ve ticaretin her zamanki gibi sürmesini diliyoruz... Kuomintang Merkezi, Eyalet, Bölge ve İlçe hükümetlerinin çeşitli seviyelerinde görevlileri ya da ‘Ulusal Meclis’ delegeleri, Yasama ve Kontrol Yuanlar’ı** ve Halk Siyasi Konseyi üyeleri, polis personeli ve Pao Chia örgütlerinin başkanları... görevleri başında kalmalı ve Halk Kurtuluş Ordusu ve Halk Hükümeti’nin emirlerine uymalıdırlar.”18

İşçi sınıfı buna aynen uydu ve hareketsiz bekledi. Halk Kurtuluş Ordusu şehri işgal etmeden iki gün önce, 22 Nisan 1949’da Nankin’den gelen bir rapor durumu şöyle anlatıyordu:

“Nanking halkı hiçbir heyecan ibaresi göstermiyor. Bu sabah nehrin karşı tarafındaki silah düellosunu seyretmek için meraklı bir kalabalık duvar boyunca toplaştı. Ticaret her zamanki gibi devam ediyor. Bazı dükkânlar kapalı ama bu, alışverişin az olmasından kaynaklanıyor... Sinemalar hâlâ tıklım tıklım dolu.”19

Bundan bir ay sonra Şangay’da bulunan bir New York Times muhabiri şöyle yazıyordu:

“Kızıl Ordu, halktan sakin olmalarını isteyen ve korkacak hiçbir şey olmadığına ikna eden Çince afişler asmaya başladı.” 20

Konton’da ise:

“Komünistler, şehre girer girmez emniyet müdürlüğü ile temas kurup, polis yetkilileri ve memurlarına düzeni korumak için görev başında kalmalarını emrettiler.”21

Castro’nun Devrimi

Fidel Castro’nun iktidara gelişi, ne işçi sınıfının ne de köylülüğün ciddi bir rol oynadığı, ancak orta sınıf aydınların tüm mücadele alanını doldurduğu bir olaydır. Kübalı önderlerin ağzından az çok gerçeğe uygun bir monolog olarak yazılmış C. Wright Mills’in Listen Yankee (Dinle Amerikalı!) adlı kitabı, her şeyden önce devrimin ne olmadığını anlatır:

 “...bu devrim ücretli işçiler ile kapitalistler arasındaki bir kavga değildi. ...Bizim devrimimiz işçi sendikalarının veya şehirlerdeki ücretli işçilerin veya işçi partilerinin ya da bunlara benzer herhangi bir şeyin yaptığı bir devrim değildir.”22 “… şehirlerdeki ücretli işçiler hiçbir anlamda devrimci bir bilince sahip değillerdi; onların sendikaları ancak Kuzey Amerika’daki sizin sendikalarınız gibiydi: Daha fazla para ve daha iyi çalışma koşulları peşindeydiler. Onları harekete geçiren bunlardan ibaretti. Ve hatta bazıları sizin bazı sendikalarınızdan bile daha yozlaşmıştı.”23

Castro’nun eleştirel olmayan bir taraftarı, Paul Baran, Kübalı önderler ile yaptığı görüşmelerden sonra sanayi proletaryasının devrimde oynadığı önemsiz rol üzerine şöyle yazar:

“Sanayi işçilerinin çalışan kesiminin, her şeyi hesaba katarsak, devrim dönemi boyunca pasif kaldığı görülmüştür. Küba proletaryasının ‘aristokratik’ tabakasını oluşturan bu işçiler, yerli-yabancı tekelci sermayenin kârlarından aldıkları pay sayesinde, Latin Amerika standartlarına göre iyi para kazanıyorlardı ve Küba halkının çoğunluğuna kıyasla oldukça iyi yaşam koşullarına sahiptiler. Oldukça güçlü olan sendikal hareket içinde Birleşik Devletler tarzı ‘sarı sendikacılık’ egemendi ve haraç ve gangsterlik baştan başa yaygındı.”24 Sanayi proletaryasının ilgisizliği, ayaklanmanın başlamasından 16 ay sonra ve diktatör Batista’nın devrilmesine 8 ay kala, Castro’nun 9 Nisan 1958’deki genel grev çağrısının tamamen fiyaskoyla sonuçlanmasını açıklar. İşçiler çekimser kaldılar, komünistler ise grevi sabote ettiler. (Komünistlerin Castro’nun kazanacağını anlayınca ona katılmaları daha sonraki tarihlere rastlar.)25

Castro’nun yükselişinde köylülüğün rolü konusunda daha olumlu yorumlar vardır. Wright Mills’e göre ayaklanma sırasında:

 “... büyük rolü oynayanlar köylüler olmuştur. Genç aydınlarla beraber, isyanı başarıya ulaştıran orduyu oluşturdular. Sonucu tayin edenler aydınlar ve campesino***’lardır... İsyancıların ordusu köylülerden oluşmuş, onlara genç aydınlar önderlik etmişlerdir...”26 Kimdi bu köylüler? “...gerçekte yılın büyük bölümünü işsiz geçiren bir çeşit ücretli tarım işçileri.”27 Baran, aynı şekilde şöyle anlatır: “Devrimi yapan sınıf, kırsal kesimdeki campesinolardır”28 Ve bunlar küçük mülk sahipleri değil, tarım ücretlileriydi. “Küçük toprak sahiplerinden oluşan herhangi bir küçük burjuva katman olmadığı için, Küba’da kırsal kesim hiçbir zaman ‘burjuva ideolojisinin üreme tabanı’ hâline gelmemiştir.”29

Ancak bu tanımlamanın yanlışlığını kanıtlayan iki şey var: Castro’nun ordusunda hemen hemen hiç köylü yoktu. 1958 Nisan’ı gibi geç bir tarihte bile, Castro’nun elindeki silahlı insan sayısı salt 180 kadardır ve Batista’nın devrildiği güne gelindiğinde bu sayı ancak 803’e çıkmıştır.30 Castro’nun gruplarının kadroları aydınlardı. Ve bunlara katılan köylüler, Mills ile Baran’ın belirttiği gibi kolektivist bilinçli ücretli tarım işçileri falan değildi. Sierra Maestra’da Castro’ya katılan köylüleri anlatan “Che” Guevara’dan örnek verecek olursak:

“Köylülerin meydana getirdiği ilk gerilla ordumuzun askerleri, bu toplumsal sınıfın toprak edinme arzusunu en saldırgan bir biçimde sergileyen, küçük burjuva tabiatını en mükemmel şekilde ifade eden kesiminden gelmiştir.”31

Castro hareketi orta sınıftı. 1956 Aralık’ında Meksika’dan kalkarak Küba’ya saldıran Castro’nun önderliğindeki 82 kişi ve bunlardan sağ kalıp Sierra Maestra’daki mücadeleye katılan 12’sinin tümü bu sınıftandır. “En ağır kayıpları, Batista’nın muharip gücünü yiyip bitiren politik ve psikolojik asitleri yaratan, çoğunlukla orta sınıflardan oluşan kentsel direniş hareketi verdi.”32

 ‘Che’ Guevara, sanayi işçilerinin ilerideki tüm sosyalist devrimlerde merkezi bir unsur olabilmek açısından zayıflığını ve güçsüzlüğünü kendine has bir biçimde şöyle anlatır:

“Kendisi gibilerinin meydana getirdiği bir ordu ile kendi büyük amaçları için, en başta toprağın adil bir dağılımı için savaşan campesinolar, kırsal bölgelerden şehirleri almaya gelecekler... İktidarın ele geçirilmesi için öznel koşulların olgunlaştığı kırsal bölgelerde kurulmuş bu ordu, şehirleri dışarıdan ele geçirmek için ilerler.”33 Endüstriyel gelişmeyi sosyalist devrime bir engel olarak tasvir eder:

“Nüfusun büyük merkezlerde yoğunlaştığı, gerçek sanayileşme kadar olmasa da yine de gelişmiş hafif ve orta sanayileri olan ülkelerde gerilla grupları kurmak daha zor. Şehirlerin ideolojik etkisi gerilla mücadelesini engeller...”34 “Şehirlerin üstünlüğünün büyük olduğu ülkelerde bile mücadelenin merkezi siyasi odak noktası kırsal kesimlerde gelişebilir.”35 Sanayi proletaryasının rolüne sahte bir bağlılık ile Che, köylü gerillalarının ‘işçi sınıfının ideolojik temelini -Marksizm’i-’ kabul etmek zorunda olacağını söyler ama bunu söylerken marksizmin asıl özünü oluşturan, sosyalist devrimin işçi sınıfının kendi eseri olduğu gerçeğini, proletaryanın tarihin nesnesi değil öznesi olması gerektiği sonucunu göz ardı eder.

Başından itibaren, Castro’nun programının ufku, orta sınıfların kabul edebileceği geniş liberal reformlardan öteye geçmedi. Coronet dergisinin Şubat 1958 sayısındaki bir yazısında, Castro, yabancı yatırımları devletleştirme doğrultusunda hiçbir planı olmadığını anlatır:

“Şahsen ben devletleştirmenin en iyi hâliyle bile ancak kullanışsız bir araç olduğunu düşünüyorum. Devleti daha güçlü bir hâle getirdiği söylenemez, kaldı ki özel teşebbüsü de zayıflatıyor. Daha da önemlisi, herhangi bir toplu devletleştirme girişimi, açık ki bizim ekonomik programımızın en önemli maddesine (mümkün olan en hızlı şekilde sanayileşmeye) engel teşkil edecektir. Bu nedenle, yabancı yatırımlar burada her zaman hoş karşılanacak ve emniyette olacaktır.”

1958 Mayıs’ında ise biyografisinin yazarı Dubois’i şu sözlerle temin etmiştir:

“26 Temmuz Hareketi hiçbir zaman sanayi kuruluşlarını devletleştirmekten veya kamulaştırmaktan söz etmemiştir. Bu, sadece bizim devrimimizden duyulan aptalca bir korku. Biz ilk günden itibaren 1940 Anayasası’nın tam olarak uygulanması için mücadele ettiğimizi ilan ettik; ki bu anayasa üretimde işlevi olan her unsurun güvencesini, haklarını ve sorumluluklarını saptar. Bu, birçok diğer ekonomik, sivil ve siyasal haklar kadar özel teşebbüsü ve sermaye yatırımlarını da kapsar.”36

2 Mayıs 1959 gibi geç bir tarihte bile Castro, Buenos Aires’de Amerikan Devletleri Örgütü’nün Ekonomik Konseyi’ne şöyle demiştir: “Biz özel yatırıma karşı değiliz... biz özel yatırımcıların yararına, deneyimine, şevkine inanıyoruz... Uluslararası şirketler, ulusal şirketlerle aynı garantilere ve aynı haklara sahip olacaklar.”37

Castro’nun 1953-58 yıllarındaki özel teşebbüse dayalı ılımlı programının nasıl olup da kolaylıkla bir kenara atılıp, yerine devlet mülkiyetine ve planlamaya dayalı radikal bir programın geçebildiğini anlayabilmek için şu noktalan göz önüne almak yeter: Karşılıklı mücadele içindeki sınıfların (işçiler ve kapitalistlerin, köylüler ve toprak ağalarının) acizliği; orta sınıfın mevcut tarihsel zayıflığı ve hiçbir uyumlu, örgütlü çıkarlar dizisiyle şekillenmemiş olan Castro elitinin her şeye kadirliği. Castro, gerçekleşmiş olan devrimin aslında sosyalist bir devrim olduğunu ancak 16 Nisan 1961’de ilan etti! Küba devlet başkanı Osvaldo Dorticos Torrado’nun sözleri ile, halk o gün aniden “keşfetti ya da anladı ki, bunca gündür alkışladıkları ve halkın yararına olan bu şey aslında bir sosyalist devrimdi.”38 Halkı tarihin bilinçli öznesi değil aciz nesnesi kılan Bonapartist manipülasyonun mükemmel bir örneği!

Teorinin Eksik Yönleri

Her ne kadar geç gelişen burjuvazinin tutucu ve korkak doğası (Troçki’nin teorisinin ilk maddesi) mutlak bir yasa ise de, genç işçi sınıfının devrimci karakteri (ikinci madde) ne mutlak ne de kaçınılmazdır. Bunun nedenlerini kavramak zor değil. İşçi sınıfının da bir parçası olduğu toplumdaki hakim ideoloji, ege men sınıfın ideolojisidir; birçok örnekte olduğu gibi, bir ayağı hâlâ köyde olan, çoğunluğuyla kaygan, şekillenmemiş yeni işçilerin varlığı, bağımsız proletarya örgütleri için zorluklar yaratır; deneyim noksanlığı ve okuma yazma bilmemek onları daha da zayıf kılar. Bu ise, bir diğer zayıflığa yol açar: Önderlik için işçi olmayan unsurlara bağımlılık. Geri kalmış ülkelerde hemen her zaman, sendikaları yöneten sendika yöneticileri “dışarıdan gelme” unsurlardır. Hindistan’dan bir örnek alacak olursak:

 “Hint sendikalarının hemen hemen tümünün başındakiler, iş kolunun içinden gelmeyen, “dışarıdan gelen” insanlardır... Bunların birçoğu, birden fazla sendika ile bağlantı içindedir. Örneğin oldukça nüfuz sahibi bir ulusal lider, 30 kadar sendikanın başkanı olduğunu belirtti ve doğal olarak bunların hiçbirinin işleyişine yapabileceği hiçbir katkı olmadığını ekledi!”39

Zayıflık ve dış unsurlara bağımlılık, kişi kültüne yol açar:

“Birçok sendika hâlen bir takım şahsiyetlerin etrafında dönüp duruyor. Güçlü bir kişi sendikaya egemen oluyor. O, bütün siyaseti ve eylemleri tayin ediyor ve sendika onun sendikası olarak biliniyor. İşçiler, tüm sorunlarını çözmesi için ve her talebi kendilerine sağlaması için ona bakıyorlar. Kendilerini koruyan ve savunan birisi olarak ona güveniyorlar ve onun peşinden nereye olsa gitmeye hazırlar. Ona adeta bir kahraman gibi tapıyorlar. Hareket içerisinde böyle birçok kahraman görmek mümkün. İşçilerin bazı taleplerini kazanmakta katkıları oluyor belki, ama kendine güvenen demokratik örgütler yaratmak konusunda pek bir katkıları olmuyor. İşçiler, acınacak bir şekilde tüm sorunlarını kendileri adına çözmesi için ünlü şahsiyetlere güvenmek yerine, kendi ayakları üzerinde durmasını öğrenmedikçe, öylesine örgütlerin yaratılması söz konusu olamaz.”40

Pek çok geri kalmış ülkede, işçi hareketlerinin bir diğer zayıf tarafı ise devlete olan bağımlılıkları. Yine Hindistan’dan örnek verecek olursak:

“Demokratik bir ülkede normal olarak işçi sendikalarının elinde olması gereken birçok işlevi, devlet çoktan kendine mal etmiş. Örneğin, ücretlerin ve diğer çalışma koşullarının saptanmasında en önemli rolü oynayan unsur, işçi-işveren arasındaki toplu sözleşme değil, devletin ta kendisi. Ekonominin geri kalmışlığı ve işçilerle sendikaların zayıflığı yüzünden, bu durum bir bakıma kaçınılmaz bir şey olmuş”41-- Aynı durum Fransız Batı Afrikası için de geçerli:

“... İşverene karşı sendikanın dolaysız girişimleri, Afrika işçi sınıfına çok nadiren gerçek ücret artışı sağlamıştır; son yılların gerçek ücret kazanımlarının çoğunun sorumlusu, aslında yasama organları ve işçi hareketinin siyasi nüfuzu olmuştur.”42

Latin Amerika’da ise:

“Sendika temsilcileri, hükümet müdahalesi ve emri yoluyla kazanımlar sağlamak peşindeler.”43

Devlete bağımlı olmanın cezası ise hükümet politikalarına tabi olmak, siyasi yöneticilere ters düşecek politikalardan kaçınmak ve sendika faaliyetini dar ekonomist taleplerle, ya da Lenin’in deyimiyle “sendikalist” politikalarla sınırlamak. Bu durum ise sendikaların tarım emekçilerinin mücadelesine yabancılaşmasına yol açıyor. Geri kalmış ülkelerde, şehir ve kırsal kesim yaşam düzeyleri arasında çoğunlukla gelişmiş ülkelerdeki ile kıyaslanamayacak büyüklükte bir fark vardır. Bu koşullara kırsal kesimdeki kitlesel işsizliği ve işgücü eksikliğini de eklersek, sanayideki ücret ve çalışma koşullarının korunması her şeyden çok ‘sendikalı işçi çalıştırma’ ilkesinin korunmasına dayanır; yani bir iş kolunda sadece sendika aracılığı ile işçi almak ilkesi. Bu ise, devlet desteği (sendikalar ve hükümet arasında sıkı bir ittifak) olmaksızın gerçekleşemez ve bu ittifak, tarım emekçilerinin çıkarları pahasına oluşur. Bunun örneklerini Peron’un Arjantin’inde, Vargas’ın Brezilya’sında ve Batista’nın Küba’sında görmek mümkün. Bu yolun sonunda varılan ise tutucu, dar ve idealizmden mahrum bir işçi hareketinden öte bir şey olamaz.

Geri kalmış ülkelerde işçi sınıfının gerçekten devrimci olup olmadığını etkileyen son ve en az öncekiler kadar önemli bir etken ise öznel bir etkendir: İşçi sınıfını etkileyen partilerin, özellikle komünist partilerinin faaliyetleri. Geri kalmış ülkelerde Stalinizm’in karşı devrimci rolüne başka yazılarda yeterince değinildiği için bu konuya burada ayrıca girmeyi gereksiz buluyoruz.

Özetlemek gerekirse, bugüne kadarki deneyimler, geri kalmış ülkelerde hem sanayi işçilerinin devrimci potansiyelini hem de bu sınıfın ölümcül zayıflıklarını gösterdi. Ekonomik geri kalmışlık ile devrimci siyasi militanlık arasında otomatik bir ilişki bulunmuyor.

Troçki’nin teorisinin temel direğinden (işçi sınıfının daimi devrimci niteliği) şüphe edilince, bu kez tüm teori temelden sarsılıyor. Teorinin üçüncü maddesi gerçekleşemiyor, çünkü köylülüğün devrimci olmayan bir işçi sınıfının peşine takılması beklenemez. Aynı şekilde, teorinin diğer maddeleri de aksıyor. Ancak bu, hiçbir şeyin olmayacağı anlamına da gelmez. Ulusal ve uluslararası koşulların yarattığı belli bir bağlamda, üretici güçlerin feodalizmin ve emperyalizmin zincirlerini parçalanması kaçınılmaz oluyor. Köylü ayaklanmaları hiç olmadığı kadar daha derin ve geniş bir nitelik kazanıyor. Bu hareketin içinde, emperyalizmin getirdiği iktisadi sefalete karşı ve aynı zamanda yine emperyalizmin bariz bir şekilde sergilediği daha iyi yaşam koşullarının uğruna verilen ulusal bir isyanın kökleri bulunuyor.

Toprak ağalığının ve emperyalizmin boyunduruğunu parçalamak için üretici güçlerin ihtiyaçları ve köylülüğün isyankârlığı kendi başlarına yeterli değil. Üç unsurun daha buna katkısı var:

  1. 1. Dünya güçlerinin arasındaki artan çelişkilerin sonucu olarak dünya emperyalizminin zayıflaması ve hidrojen bombasının varlığının neden olduğu, karşılıklı müdahaleyi engelleyen felç hâli.
  2. 2. Geri kalmış ülkelerde devletin artan önemi. Tarihin bir oyunu olmalı ki, toplum tarihi bir görevle karşılaştığı bir anda eğer o görevi geleneksel olarak yerine getiren sınıf ortalıkta yoksa, o zaman o görevi başkaları (ve çoğunlukla devlet gücü) yerine getirir. Bu gibi durumlarda devlet çok önemli bir işlev kazanır. Artık üzerinde yükseldiği ulusal ekonomik tabanı değil, günümüzün dünya ekonomisinin uluslar-üstü karakterini yansıtır.
  3. 3. Aydınların önder olarak, ulusu birleştirenler olarak ve hepsinden çok, kitleleri yönlendirenler olarak artan önemi. Aydınlar konusunu ayrıca ele almak gerek.

Aydınlar

Aydınların bir devrimci hareket içindeki önemi, içinden çıktıkları kitlelerin genel (ekonomik, sosyal ve kültürel) geri kalmışlık düzeyi ile çok yakından ilişkilidir. Bunun en tipik örneği olarak Rus Popülist hareketi verilebilir. Bu hareket, toplumun en geri unsurunu, yani köylülüğü devrimcileştirmek konusuna diğer hareketlerden çok daha fazla önem vermiş; aynı zamanda en büyük önemi aydınlara, ‘eleştirel düşünce’nin ustalarına ayırmıştır.

Her ne kadar Rusya’daki her devrimci hareket çoğunlukla aydınlardan olmuşsa da (bir yanda köylülüğün davasını savunan Popülist aydınlar, öte yandan sanayi işçilerinin davasını savunan Marksist aydınlar), bu ikisinin ‘önderler’ ve ‘kitleler’ arasındaki ilişkiye bakışında temel bir fark vardı. İşçi hareketi, hiç değilse mücadelenin doruğuna vardığı dönemde, örgütlü bir hareketti; dolayısıyla aydınlar işçilerin kolektif hareketine karşı sorumlu idiler ve her ne kadar kendilerini kitlelerden ayrı tutma ve onların üzerinde yükselme eğilimini doğal olarak taşıyor olsalar da, bu hareketin denetimi altında idiler. Popülist aydınların çevresi ise daha gevşekti ve bu yüzden popülist aydınlar kararsızlık ve bölünmelere olduğu gibi, elitizme ve keyfiyetçiliğe de daha açık ve daha aşırı bir eğilim gösterdiler. Lenin’in dediği gibi, “hiç kimse yadsıyamaz ki, aydınları çağdaş kapitalist toplumun ayrı bir katmanı olarak genelde ayırt eden şey, onların bireyciliklerinden ve disiplin ve örgüt konusundaki yetersizliklerinden başka bir şey değildir.”44

 Günümüzün geri kalmış ülkelerindeki devrimci aydınlar, Çarlık Rusya’sında olduklarından daha uyumlu bir unsur olduklarını kanıtladılar. Burjuva özel mülkiyetinin iflası, emperyalizmin katlanılmazlığı ve devlet kapitalizmi (emperyalizmin zayıflaması ile birlikte devlet planlamacılığının artan önemi ve ayrıca, Rusya örneği ile komünist partilerinin örgütlü ve disiplinli faaliyeti) onlara yeni bir ahenk ve etkinlik duygusu kazandırıyor. Toplumun kendine has çıkarları olmayan tek katmanı olarak, aydınlar, farklı kesimlerin ve sınıfların uzlaşmaz çıkarları yerine ‘ulusal’ çıkarları temsil eder görünen ‘profesyonel devrimci elit’in en bariz kaynağı durumundalar. Ayrıca, köylülüğün ve işçilerin öyle şeylere ne vakti ne de eğitimi yeterli iken, aydınlar ulusal kültür ile en fazla beslenen kesimdir.

Aydınlar aynı zamanda, ülkelerinin teknolojik geri kalmışlığına karşı duyarlıdırlar. Yirminci yüzyıl bilim ve teknik dünyasının bir parçası olmalarına rağmen, kendi ülkelerindeki geri kalmışlık onları boğuyor. Bu ülkelere mahsus ‘entelektüel işsizlik’, onların bu duygularını daha da şiddetlendiriyor. Genel ekonomik geri kalmışlığın bir sonucu olarak, çoğu öğrencinin tek umudu bir devlet dairesinde iş bulabilmek ama buralarda da herkesi istihdam etmek mümkün değil.45 Aydınların ruhsal hayatları da krizde. Geleneksel değerlerin parçalandığı bir dağılma ortamında kendilerini emniyetsiz, köksüz ve sağlam değerlerden yoksun hissediyorlar. Bir kültürün parçalanması, bir yenisinin yaratılması için güçlü bir dürtüye yol açar; öyle ki, bu yeni kültür eğer toplumsal ve manevi boşluğu doldurabilecekse, bütünlüklü ve dinamik olmalı, dinsel duygularla militan bir milliyetçiliği birleştirmelidir.

Ülkeleri siyasal özgürlüğünü kazanana dek, aydınlar kendilerini ikili bir basıncın altında bulurlar: Bir yandan kendi halkının çoğunluğundan daha ayrıcalıklı iken, öte yandan yabancı bir güce tabi durumdadırlar. Bu ikilem, aydınların ulusal hareket içindeki tipik rollerinin (kararsız ve tereddütlü bir şekilde yalpalamalarının) nedenlerini oluşturur. Ancak büyük değişimler onların davranışlarına yeni özellikler katmıştır: bir yandan ‘karanlık’ kitlelere karşı suçluluk ve borçluluk duyarken, aynı zamanda kitlelerden ayrılık ve onlara karşı üstünlük hissederler. Aydınların istediği, kitlelere benzemeksizin, onlardan ayrı ve üstün durmaktan vazgeçmeksizin, onların bir parçası olabilmek. Onların aradığı, ülkeyi birleştirecek ve ona yeni ufuklar açacak, fakat aynı zamanda iktidarı kendilerine verecek dinamik bir hareket.

Aydınlar, sosyal mühendislikteki verimlilik de dâhil olmak üzere, verimliliğe büyük önem atfeder. Onlara göre reformlar tepeden yapılır. Minnettar insanlara yeni bir dünya sunabilmek hayali ile yaşarlar —bilinçli insanların kendi eylemleri ile yeni bir dünya yaratmak için verecekleri kurtuluş mücadelesinin hayali ile değil. Ülkelerini geri kalmışlıktan kurtaracak önlemler onları çok ilgilendirir ama demokrasiyle pek de o kadar ilgilenmezler. Sanayileşme, sermaye birikimi, ulusal canlanma dürtüsü onlarda cisimleşir. Onların gücü, diğer sınıfların acizliği ve siyasi iktidarsızlığı ile doğrudan ilişkilidir.

Bütün bunlar, totaliter devlet kapitalizmini aydınlar için çok cazip bir hedef hâline getirir. Gerçekten de aydınlar, geri kalmış ülkelerde komünizmin başlıca taraftar kitlesini oluşturmuşlardır. Bir Latin Amerika uzmanı “Komünizm, Latin Amerika’da öğrenciler ve orta sınıf arasında kabul gördü” diye yazar.46 Hindistan’da ise Komünist Partisi’nin Amritsar Kongresi’nde (Mart-Nisan 1958) “delegelerin yaklaşık %67’si proletarya ve köylülüğün dışındaki sınıflardandı (orta sınıf, toprak sahibi sınıf ve ‘küçük esnaf ’). Üyelerin %72’sinin üniversite eğitimi vardı.47 (1943’te tüm parti üyelerinin %16’sının tam zamanlı çalışanlar olduğu ortaya çıktı.)48

Aksayan Sürekli Devrim

Troçki’nin teorisine göre sosyalist bir işçi devrimine önderlik edecek olan güçler, devrimci öznenin, proletaryanın yokluğunda bu kez tam bunun tam tersine, devlet kapitalizmine yol açabilir. Troçki’nin teorisindeki bir kısım gözlemlerin geçerliliğini her zaman için koruyan değerlendirmeler olduğunu, bir kısım sonuçların ise ancak koşullu (proletaryanın öznel faaliyetinin düzeyine dayanan) değerlendirmeler olduğunu göz önünden kaçırmayacak olursak, daha iyi bir isim olmadığından, bu teorinin ‘Aksayan, devlet kapitalisti, Sürekli Devrim’ diye adlandırabileceğimiz bir çeşitlemesine varabiliriz.

Nasıl ki Rusya’daki 1905 ve 1917 devrimleri ve Çin’deki 1925-27 devrimi Troçki’nin teorisinin tipik örnekleri ise, Mao’nun ve Castro’nun iktidara gelişleri de ‘Aksayan Sürekli Devrim’in tipik, en saf ve en aşırı örnekleridir. Diğer sömürge devrimleri (Gana, Hindistan, Mısır, Endonezya, Cezayir vb) aynı modelden şu veya bu şekilde sapmış örneklerdir. Bu ülkelerde, emperyalizmin siyasi ve askeri gerilemesi, bazı hâllerde burjuvazinin temel kesimleri de dâhil olmak üzere yerli egemen sınıfların mali yardımları ve yerli komünist partilerin Moskova tarafından harcanması, yeni bir Stalinist bürokrasinin tek başına egemen olduğu saf bir devlet kapitalist düzenin kurulmasını engellemiştir. Yine de, her ne kadar Nehru’nun Hindistan’ı, Nkrumah’ın Gana’sı veya Ben Bella’nın Cezayir’i ‘Aksayan Sürekli Devrim’ modelinden şöyle veya böyle sapmış olsalar da, böyle devrimleri anlamanın en doğru yolu onları bu bakış açısından değerlendirmek ve bu model ile karşılaştırmaktan geçer.

Modelin ister saf, ister bir şekilde sapmış örnekleri için olsun, ‘Aksayan Sürekli Devrim’ tezi uluslararası işçi hareketi için bazı yeni sonuçlar ortaya koyuyor. Sürekli devrimi tamamlayamamış, demokratik devrimi sosyalist çizgiye çekememiş, ulusal ve toplumsal mücadeleleri birleştirememiş geri kalmış ülkelerin işçileri, şimdi ‘kendi’ egemen sınıflarına karşı mücadele vermek durumundadırlar (ve grevci işçileri hapsetme konusunda Nehru, Britanya Hindistanı’ndan geri kalmayacağını ispatladı). Sanayi işçileri her şeye rağmen sosyalist devrime giderek daha hazır bir hâle gelecektir. Sanayi işçilerinin sayıları bu yeni ulusal rejimler altında artmaktadır; dolayısıyla uzun dönemde uyum ve toplumsal ağırlık kazanmaktadırlar.

Gelişmiş ülkelerdeki devrimci sosyalistlere düşen görev ise, bir taraftan sömürge halklara uygulanan ulusal baskıya koşulsuz olarak karşı koymayı sürdürürken, öte yandan Asya, Afrika ve Latin Amerika’da gelecekte belirecek egemen sınıfların ulusal kimlikleri üzerine tartışmayı bırakıp bunun yerine bu kıtalardaki sınıf mücadelelerini ve yeni toplumsal yapıları incelemektir. ‘Sınıfa karşı sınıf ’ sloganı her geçen gün daha da gerçeklik kazanacaktır. Troçki’nin teorisinin temeli her zamanki geçerliliğini sürdürmektedir: Proletarya tüm dünyada muzaffer oluncaya dek devrimci mücadelesini sürdürmek zorundadır. Bu hedefine varamadan gerçek özgürlüğünü kazanması söz konusu değildir.49

Tony Cliff, Sürekli Devrim, Enternasyonal Sosyalizm (Birinci Seri), 12’inci sayı, Bahar 1963. Enternasyonal Sosyalizm (Birinci Seri), 61’inci sayı, Haziran 1973’te yeniden basıldı. Bu başlıkla Enternasyonal Sosyalizm, 5’inci sayıda 1981 yılında (buradaki giriş yazısıyla birlikte) yeniden basıldı.

Notlar

  1. 1905 devriminin eşiğinde, Menşevikler’in sözcüsü Martynov şöyle yazmıştır: “Yaklaşan devrim, burjuvazinin devrimi olacaktır; bunun anlamı... devrimin şu veya bu ölçüde ancak burjuva sınıflarının tümünün ya da bir kısmının hakimiyetini sağlayacağıdır... Bu böyle ise, açıktır ki, önümüzdeki devrim hiçbir şekilde burjuvazinin tümünün iradesine karşı gelen siyasi biçimler almayacaktır; çünkü yarının efendisi burjuvazi olacaktır, öyleyse, burjuva unsurların çoğunluğunu ürkütecek herhangi bir yol tutturmak proletaryanın devrimci mücadelesinin ancak tek bir sonuca varacağı anlamına gelir -mutlakiyetin orijinal biçiminin restorasyonu…” Martynov’un burada ima ettiği sonuç, burjuvaziyi ‘korkutmamak’ için işçi sınıfının kendini sınırlaması gerektiğidir. Ancak aynı zamanda Martynov, devrime önderlik etmesi için proletaryanın usanmadan burjuvaziyi zorlaması gerektiğini söyler: “Burjuvazinin yönünü ve sonucunu etkileme mücadelesi en basit şekliyle, proletaryanın liberal ve radikal burjuvazinin iradesine devrimci baskı uygulaması, burjuva devrimini mantıki sonucuna götürmesi için toplumun daha demokratik ‘alt’ kesiminin ‘daha üstteki’ kesimini razı olmaya zorlaması olarak ifade edilebilir.” (A. Martynov, Due Diktatury, Cenevre, 1905, s. 57-58). Aynı şekilde, Menşevikler’in gazetesi Iskra o dönemde şöyle demiştir: “Rusya’daki mücadele sahnesine baktığımızda ne görüyoruz? Sadece iki güç görüyoruz: Çarlık otokrasisi ve liberal burjuvazi. Bunlardan ikincisi örgütlü ve muazzam bir özgün ağırlığı var. Emekçi kitleler bölünmüş ve yapabilecekleri hiçbir şey yok; bağımsız bir güç olarak biz yokuz; öyleyse bizim görevimiz bu ikinci güce —liberal burjuvaziye— destek olmaktır; ona cesaret vermeliyiz ve hiçbir şekilde proletaryanın bağımsız taleplerini öne sürerek onu korkutmamalıyız.” (Bkz. G. Zinoviev, Istoriia Rossiiskoi Kommunisticheskoii Partii (Bolsheuikov), Moskova-Leningrad, 1923, s. 158).
  1. V.I. Lenin, Two Tactics of Social Demoçracy in the Democratic Revoulotion, 1905, bkz. Sochineniia,
  2. basım, 9. cilt, s. 40. [V.I. Lenin, Demokratik devrimde Sosyal Demokrasinin İki Taktiği, (Sol Yayınları, 1992)]
  3. Age, s. 9
  4. Age, 21. cilt, s.17.
  5. L. Troçki, Perspektivy Russkoi Revoliutsii, (Nasha Revoliutsija adlı kitabından seçmeler), Berlin, 1917, s. 46.
  6. L. Troçki, Age, s. 36.
  7. Age, s. 48. Troçki’nin teorisi, Marx’ın 1848 devrimini analizinin geliştirilmesi, uyarlaması ve genişletilmesiydi. Bu devrimden önce bile, Komünist Manifesto, Almanya’daki ‘ileri koşullar’ ve ‘gelişmiş proletarya’dan dolayı “Almanya’daki burjuva devriminin... onu hemen takip edecek proletarya devriminin başlangıcı” olacağı öngörüsünde bulunur. (K. Marx, Selected Works, , Londra 1942, I cilt, s. 241). 1848 devriminin yenilgisinin ardından ise Marx, burjuvazinin anti-feodal devrimi yapmaktaki acizliği ile karşı karşıya kalan işçi sınıfının yapması gerekenin, burjuva devrimini proletarya devrimine, ulusal devrimi uluslararası devrime dönüştürme mücadelesi vermek olduğundan bahseder. Komünist Birlik Merkez Konseyi’ne verdiği bir söylevde (Mart 1850), Marx şöyle der: “Demokratik küçük burjuvazi, mümkün olduğu kadar çabuk bir şekilde ve yukarıda geçen taleplerin çoğunun kazanılmasıyla devrimi sona erdirmek umudunda olsa bile, bizim çıkarlarımız ve görevimiz devrimi sürekli kılmaktır; tüm az veya çok varlıklı sınıflar hâkimiyetten düşürülünceye, proletarya devlet iktidarını ele geçirinceye ve proletaryanın birliği sadece tek bir ülkede değil, fakat dünyanın tüm hâkim ülkelerinde proleterlerarası rekabetin tükenmesi ve en azından önemli üretici güçlerin proleterlerin ellerinde toplanmasıyla sağlanıncaya değin.” Bu söylevini Marx şu sözlerle bitirmiştir: “Onların [işçilerin] savaş narası sürekli devrim olmalıdır!” (K. Marks, Selected Works, Londra, 1942, 3. cilt, s. 161-8).
  1. L. Troçki Premanent Revolution, Calcutta baskısı, 1947, s. 168. [Lev Troçki, Sürekli Devrim (Yazın Yayıncılık, 2007)]
  2. Age, s. 169.
  3. R. C. North, Koumintang and Chinese Communist Elites, Stanord, 1962, s. 32.
  4. H.R. Isaacs, The Tragedy of the Chinese Revolution, Londra, 1938, s. 333.
  5. Age, s. 394.
  6. World News and Views, 22 Nisan 1939.
  7. S. Gelder, The Chinese Communist, Londra, 1946, s. 167.
  8. Bkz. 23 Kasım 1938’de Chungking’de yayınlanan parti manifestosu. New York Times, 24 Kasım 1938.
  9. H.R. Isaacs, a.g.e, s. 456.
  10. New China News Agency, 11 Ocak 1949.
  11. Age, 3 Mayıs 1949.
  12. North China Daily News, 13 Nisan 1949
  13. New York Times, 25 Mayıs 1949
  14. South China Morning Post, 17 Ekim 1949
  15. C. Wright Mills, Listen Yankee, New York, 1960, s. 46
  16. Age, s. 47.
  17. P.A. Baran, Reflecüons on the Cuban Revolution, New York, 1961, s. 17
  18. Küba Komünist Partisi’nin (Halkın Sosyalist Partisi) tarihi, unutulmasını istediği utançlarla doludur. 1939-1946 döneminde Batista yönetimini destekledi. Batista’nın ilk hükümetine iki bakan ile -Juan Marinello ve Carlos Rafael Rodriguez- katıldı. Komünist gazete Hoy, 1944’te Batista’yı ‘halkın idolü, ulusal politikamızın büyük kahramanı, yeni Küba için hürmete şayan işleri hayata geçiren insan’ olarak selamlamış, Castro’yu küçük burjuva maceracı ilan etmiştir. Yukarıda belirtildiği gibi, komünistler, Nisan 1958 grevinde işbirliği yapmadılar. 28 Haziran 1958 gibi geç bir tarihte bile, Batista’dan kurtulmak için korkakça ‘temiz demokratik seçim’ taraftarıydılar.
  19. C. Wright Mills, a.g.e., s. 468.
  20. a.g.e, s. 44.
  21. P.A. Baran, a.g.e., s. 11.
  22. a.g.e., s. 12
  23. Castro’nun 1 Aralık 1961 tarihli konuşması, El Murdo La Habana, 22 Aralık 1961.
  24. ‘Che’ Guevara, ‘Cuba: Exceptional Case?’, Monthly Review, New York, Temmuz-Ağustos 1961, s. 59.
  25. T. Draper, ‘Castro’s Cuba. A. Revulution Betrayed?’, Londra, Mart 1961.
  26. Guevara, a.g.e., s. 63.
  27. a.g.e, s. 65-6.
  28. a.g.e, s. 68.
  29. T. Draper’ın adı geçen eserinde aktarılmıştır.
  30. Plan for the Advencement of Latin Amerika, Havana, 1959, s. 32.
  31. Osvaldo Dorticos Torrado, The Instituional and Political Changes made by the Cuban Revolution, ‘Cuba, Havana, Kasım 1961.
  32. W. Gaelnson (editör) Labor and Economici Development, New York, 1959 içindeki C.A. Mayers, ‘India’s. 41-2.
  33. V.B. Karnik, Indian Trade Unionism: A Survey, Bombay, 1960, s. 227-8
  34. a.g.e, s. 236.
  35. W. Galenson (editör), a.g.e, içindeki E. Bcrg ‘French West Africa, s. 227.
  36. Amerika Birleşik Devletler Senatosu, United States-Latin Amerikan Relations, 86’ncı Kongre, İkinci oturum, Washington, 1960, s. 645.
  37. V.I. Lenin, Selected Work, Moskova, 1946, 7’nci cilt, s. 248.
  38. Bu yüzden, örneğin Hindistan’da yapılan bir araştırmada, Lucknow Üniversitesi Sanat, Bilim, Ticaret ve Hukuk bölümlerinde 1949 ve 1953 yıllan arasında mezun olanların % 25’inin 1957 yılında hâlen işsiz oldukları ortaya çıkmıştır. Aynı araştırma, sanat öğrencilerinin % 47’sinin, bilim öğrencilerinin % 51,4’ünün, ticaret öğrencilerinin % 7’sinin ve eğitim-öğretim öğrencilerinin % 85,7’sinin devlet dairelerinde iş bulmak için gerekli şartları sağlamak amacıyla üniversiteye gittiklerini göstermiştir. Mezunların % 51’i, üniversite öğreniminin “vakit kaybı” olduğu düşüncesindedirler. (M. Weiner, Party Politcs in India, Princeton, New Jersey, 1957, s. 8-10)
  39. V. Alba, ‘the Middle Class Revolution, New Politics, New York Kış 1962, s. 71.
  40. G.D. Overstreet ve M. Windmiller, Communism in India, Berkeley ve Los Angeles, 1959, s. 540.
  41. a.g.e., s. 358.
  42. Yer darlığı nedeniyle, bu makale, Sürekli Devrim Teorisi’nin geri kalmış ülkelerdeki geçerliliği konusuna odaklanmış, gelişmiş ülkelerle ilgili sonuçları ele alınmamıştır. Bu ikinci öğe -yani, sömürge ülkelerdeki devrimin zaferinin gelişmiş metropol ülkelerde sosyalist devrime yol açacağı tezi- Troçki’nin teorisinin aslında (1906) yoktur, ona daha sonradan aşılanmıştır. Bu konuyla ilgili değerlendirmeler için bkz. Michael Kidron “Imperialism, Highest Stage But One”, International Socialism 9, Yaz 1962, Haziran 1973 tarihli International Socialism’de yeniden basıldı.

SON SAYI