John Molyneux: Leninizmin Savunusu

BROŞÜRLER
Tipografi
  • Daha Küçük Küçük Orta Büyük Daha Büyük
  • Varsayılan Helvetica Segoe Georgia Times

Leninizm’in güncel savunusu iki görev içeriyor: İlki tarihsel Lenin’in politik içeriğinin savunusu; ikincisi Lenin’in ana politik fikirlerinin devam eden geçerliliğinin ve uygulanabilirliğinin gösterilmesi. Bu makale asıl olarak ikinci gö­reve odaklanmakla birlikte ilk nokta ile ilgili bir noktanın altını çizmek gerekiyor...

1. Tarihsel Lenin - 2. Günümüzde Leninizm: Emperyalizm ve Savaş - Devlet Teorisi - Leninist Parti - Sonuç

1. Tarihsel Lenin

Başka bir yerde şöyle yazmıştım:

Lenin önemlidir. Rus tarihinde ya da yirminci yüzyıl tarihinde önemli olduğundan bahsetmiyorum ki bu zaten açık. Lenin’in hala önemli olduğunu söylüyorum. Burjuvazi için ve bugünün sosyalist pratiği için öneminden bahsediyorum.

Dünya kapitalizminin tüm tarihi boyunca kapitalist sisteme tek ciddi meydan okuma 1917 Rus Devrimi ve hemen arkasından gelen uluslararası devrimci dalgadan geldi. Bir kaç yıl gibi kısa bir süreliğine de olsa sistemin devamı kelimenin gerçek anlamıyla pamuk ipliğine bağlıydı. Ve bununla birlikte eğer insanlık tarihinin asılı kaldığı ve dünya tarihi­nin döndüğü tek bir an belirleyecek olsaydık, bu an Alman Devriminin 1923’te yenildiği an olurdu. Tabii ki böylesi konularda kesin çıkarımlar yapılamayabilir, ama eğer Alman Devrimi başarıya ulaşsaydı, çok yüksek ihtimalle Stalin olmayacaktı, Hitler olmayacaktı ve yine büyük olasılıkla bugün sosyalist bir toplumda yaşıyor olacaktık.

Lenin Rus Devrimini ve o tarihsel anı temsil eder. Bundan daha da fazlası, Rus Dev­rimini zafere götüren Lenin’in politikaları ve örgütüdür.1

Bu yüzden burjuvazi ve burjuvazinin akademik apolojistleri (savunucuları) için Lenin’i gözden düşürmek her zaman çok önemli olmuştur. Bu çaba hatırı sayılır miktarda kişisel karakter katli2 içermiştir ama asıl suçlama Leninizmin, neredeyse kaçınılmaz biçimde, Stalinizme yol açtığı ve bu sürekliliğin temel unsurunu da Leninist Parti’nin oluşturduğudur. Yıllar boyunca eski Menşeviklerden Amerikalı ve İngiliz soğuk savaş “akademisyenlerine” uzanan bir çok kalem tarafından ortak­laşa biçimlendirildiğinden, bu argüman sağ kanat muhafazakarlardan liberallere, sosyal demokratlardan anarşistlere uzanan geniş bir politik yelpazede kayda değer bir uzlaşma yaratmayı başarmıştır. Kendi tarzlarıyla Stalinist komünistler bile bu argümana katılmıştır. Troçkistler gerçekte tek muhalif unsuru oluşturmuş­tur. Ama çoğunluk, hatta büyük çoğunluk, genelde yanılır. Adına Lenin/Stalin devamlılık tezi diyeceğim bu teze karşı öne sürülebilecek olgusal ve teorik güçlü argümanlar var.

Önce olgular:

  1. Politik fikirler ve politikalar bakımından Lenin ve Stalin arasında devasa bir uçurum vardı. Lenin katı bir enternasyonalistti ve tek ülkede sosyalizm olasılığına karşı çıkmıştı; Stalin ise tek ülkede sosyalizm fikrini benimsedi ve Rus milliyetçiliğini teşvik etti. Lenin bürokratların ve parti liderlerinin ayrıcalıklarına karşı çıkar bir eşitlikçiydi; Stalin sistema­tik olarak bu eşitsizlikleri teşvik etti. Lenin ırkçılıktan ve antisemitizmden nefret ederdi; Stalin gizli ya da açık olarak ırkçılıktan faydalandı. Lenin ezilen ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını tutkuyla savundu (doğrudan Stalin’e karşı yaptığı muhalefet dahil); Stalin bu hakları tuz buz etti. Lenin kadınların özgürlüğünden yanaydı; Stalin geleneksel aileyi yeniden kurmak için çaba gösterdi. Lenin tarımın kollektivizasyonunun köylülüğe zorla dayatılmasına karşı çıktı; Stalin milyonlarca hayatın pahasına bu politikayı uygulamaya koydu. Bu liste sonsuza kadar uzatılabilir.
  2. Lenin dönemindeki Bolşevik lider kadrosuyla Stalin altındaki parti liderliğinin kadro­ları arasında çok az devamlılık söz konusu. Ekim 1917’de, ayaklanmadan hemen önce, parti merkez komitesi yedi kişilik bir Polit Büro seçmişti: Bubnov, Zinoviev, Kamanev, Lenin, Sokolnikov, Stalin, Trotsky. Bunlardan sadece biri hayatta kalabildi – Stalin. Lenin hariç hepsini katletti. Buharin, Rikov, Tomsky, Smilga, Preobranzhensky, Shlyapnikov, Pyatakov, Radek, Krestinsky Leninli günlerin önde gelen merkez komite üyeleriydi. Hepsi parti içinde, devrimde ve İç Savaş’ta önemli roller oynamıştı; hepsi Stalin’in temizlik operasyonlarında öldürüldüler. Bu isimlerle birlikte önde gelen Eski Bolşevik ve Komünistlerin binlercesi de. Troçki, Stalinizm Bolşevizm’den bir kan nehriyle ayrılır derken mecaz yapmıyordu.
  3. Hayatının sonlarına doğru, 1922’nin sonlarında, Lenin, Stalin’le karşı karşıya geldi. Stalinle ilişkilerini kesti ve Genel Sekreterlik pozisyonundan onu uzaklaştırmak için çaba gösterdi. Bu çaba parti ve devlette büyüyen bürokrasiye karşı verdiği genel mücadelenin bir parçasıydı.
  4. Bolşevik Parti son derece demokratik biçimde işleyen bir partiydi. Bu durum partinin kuruluşundan hiziplerin yasaklandığı 1921 yılına kadar, hatta birçok açıdan 1923’e kadar böyle sürdü. Hiçbir zaman Lenin’in kişisel diktatörlüğü söz konusu değildi. Bilakis Lenin’in pozisyonu sıkça parti içinde daha az oy alan pozisyon olmuştur. 1907 Duma seçimlerine katılma, 1910’da Menşeviklerle birleşme, 1917 Eylül’ünde Demokratik Konferansı boykot etme ve Aralık 1917’de Kurucu Meclis seçimlerini erteleme gibi meselelerde yetersiz oy yüzünden kaybetmiştir. Hayati biz dizi meselede Lenin’in çizgisi kazanmıştır ama bunlar Lenin’in gayretli tartışmalarla çoğunluğu kendi bakış açısına kazanmasının ardından olabilmiştir. Örneğin Geçici Hükümet’ten ayrılmak ve Nisan 1917’de işçilerin iktidarına yönelmek, Ekim 1917 Ayaklanmasını başlatmak ve Ocak 1918’de Brest-Litovsk Barış anlaşmasını imzalamak gibi önemli konularda çoğunluğu ikna etmiştir. Bu meselelerin hiç birinde önemli olan salt Lenin’in kişisel otoritesi ya da argümanlarının gücü değildir. Çoğunluk zaman içinde Lenin’in argümanlarının olayların nesnel mantığına uyduğu görebilmiştir.

Teori:

Leninizmin başından beri elitist ve otoriteryan olduğunu dair akademik mit birçok kereler yanıtlandı. Lenin’in 1901’de yazdığı Ne Yapmalı?’da sarfet­tiği “sosyalizm işçi sınıfına dışarıdan getirilmelidir”3 cümlesinden yola çıkarak temellendirilen bu mit aslında doğrudan Karl Kautsky’den alıntılanmıştır ve Troçki’nin ifadesi ile aslında “peşin hükümlü ve hatalıdır.” 4 Bu önerme Lenin tarafından 1905 yılında revize edilmiştir ve Lenin’in tipik düşüncesini yansıt­maz. Aslında Lenin’in sonraki eserlerinde asla tekrar edilmemiştir ve Lenin “Ne Yapmalı?” broşürünün esas olarak ‘ekonomizmle’ bir polemik olduğunun altını çizmiştir. Rusya’da sosyalistlerin kendilerini işçi sınıfının ekonomik taleplerine verilen destekle sınırlandırmaları gerektiğini savunan bir eğilim olan ekono­mizmle tartışmıştır. Lars Lih, muazzam bir akademik eser olan “Lenin’i Yeniden Keşfetmek: Bağlamıyla ‘Ne Yapmalı’”da Lenin’in işçi sınıfına dönük olumsuz bir tutum takındığı fikrini çürütmüştür. Lih, sayısız kanıt sunarak Lenin’in bütün Rus Marksistleri içinde Rus işçi sınıfının politik kapasitesi ve potansiyelini en şevkle savunan Marksist olduğunu gösterir.

Ayrıca şunun da altını çizmek gerekir ki Stalinist Rusya’nın (ve Doğu Avrupa, Çin, Kuzey Kore vs.’de kurulan benzen rejimlerin) bütün bir toplumsal düzeni­nin Stalinizmin iktidarından otuz yıl önce geliştirilmiş bir ‘teoriye’ dayandığını ya da o teoriden kaynaklandığı iddia etmek tarihsel olarak yanlış olmanın yanı sıra kaba ve saldırgan bir idealizmin göstergesidir. Bu önerme kapitalizmin John Calvin’in ya da Adam Smith’in doktrinlerine dayandığını ya da bu doktrinlerden kaynaklandığını iddia etmekten farksızdır. Ya da Nazi toplumunun doğasının “Kavgam” aracılığıyla açıklanabileceğini öne sürmekle aynı şeydir.

Gerekli olan şey hareket noktası olarak Rusya’da ve uluslararası alanda üretim ilişkilerinin ve üretici güçlerin gelişimini alacak ve ardından devrimden sonra Rusya’daki sınıf güçlerini ve bunların birbirleriyle ilişkilerini inceleyecek tarihsel materyalist bir analiz yapmak. Böyle bir analiz 1917’de ekonomik gelişim ve işçi sınıfının gücü açısından sosyalizmin maddi temelinin başta Batı Avrupa ve Kuzey Amerika olmak üzere uluslararası alanda olduğunu gösterir. Ama aynı analiz, tek başına ele alındığında Rusya’da bu temelin olmadığını da gösterir. Bu bakış açısı Lenin ve Troçki dahil tüm Rus Marksistlerinin anlaşmış oldukları ortak zemindir. Lenin çok açık yüreklilikle ortaya koymuştu: “Alman devrimi olmazsa batmaya mahkûm olduğumuz kesin bir doğrudur.” 5

Dahası, sosyalizmin maddi önkoşullarının 1917 Rusya’sında olgunlaşmamış olması bir gerçeklikse, bu gerçekliğin Batı emperyalizmi ve Beyaz Muhafız ge­nerallerinin koalisyonu ile başlatılan iç savaştan sonra çok daha kötüye gittiği söylenebilir. İç savaş ekonominin tümden çöküşünü ve zaten küçük olan Rus işçi sınıfının resmen yıkımını getirdi. Bu dehşetengiz koşullarda Bolşevikler’in liderliği altında kurulan bir işçi köylü ittifakı Beyaz karşı devrimi yenebildi ama bu süreçte tükenmiş ve onda bir oranında azalmış işçi sınıfı devlet aygıtı üzerinde demokratik kontrol kurabilme yeteneğini yitirmişti. Devlet aygıtı git gide eski rejimin bürokratlarının (Ekim öncesi) artıkları ile yeni ortaya çıkmış Bolşevik bürokratların ortaklığının ellerine kaydı. Böylece kendini 1920’lerde gittikçe artan oranda işçi sınıfından ayıran yeni yönetici sınıfın çekirdeği doğmuş oldu. Stalin liderliği altında 1927-28’de tüm iktidarı ellerine geçirdiler ve kapitalist Batı ile rekabet edebilmesi için Rusya’yı Beş Yıllık Plan aracılığı ile zoraki bir sanayi­leşme ve sermaye birikim sürecine soktular. Şu ana kadar anlattıklarım sınıfsal açıdan bakıldığından olanların özünü teşkil ediyor. Devrim uluslararası düzeyde yayılmadan (ki bu gerçek bir OLASILIKTI ve özellikle Almanya’da başarılmasına ramak kalmıştı) Rusya’nın yabancı güçlerce işgali dışında bir sonucun ortaya çıkabilmesi gayet olasılık dışıydı.

Tabii ki, hem Bolşevik Parti’nin eylemleri hem de Lenin’in düşünceleri ve yap­tıkları tüm süreçte rol oynamış etkenlerdir ve değerlendirmenin başlangıç noktaları olarak görülmemeleri şartıyla hesaba katılmaları gerekir. 1917’nin sonuna doğru Brest Litovsk’ta dayatılan aşırı külfetli barış şartlarının altına imza atıp atmama tartışması esnasında netleştiği şekliyle, Lenin’in stratejik yönelimi bir yandan uluslararası devrim yardımlarına gelene kadar devrimin hayatta kalması için gerekli tüm tedbirleri alırken aynı zamanda uluslararası devrim Komünist Enter­nasyonal ve benzeri araçlarla kolaylaştırmak için her şeyi yapmaktan oluşuyordu. Lenin, ölümcül hastalığı onu 1923 yılının başında politikadan koparana kadar bu stratejiyi izledi. Bu süreçte tabii ki kendisi de Bolşevikler de hatalar yaptılar. Bu hataların kimi otoriter kimi maceracı taraflara sahipti. 1920’de Varşova’ya yürüme hamlesi ve belki de Yeni Ekonomik Politika’nın (NEP) oluşturulmasını 1921’e kadar geciktirmek bunlara örnek gösterilebilir. Belki de Kronştad’ın bastırılması da hataydı, ki ben kişisel olarak bunun gerekli olduğunu düşünüyorum. Devasa zorluklarla dolu şartlar altında, hatalar (ve aşırılıklar, hatta suçlar) kaçınılmazdı; ama genel strateji kesinlikle doğruydu.6

Alternatifler neydi peki? İki yaygınca dile getirilen seçenekten ilki

a) ‘liberal’ parlamenter demokrasinin kuruluşu ve diğeri

b) ‘ideal’ işçi demokrasisine ya da hatta devletsiz anarşist komüne hemen geçişti. Benim fikrime göre bu seçeneklerin hiçbiri iç savaş ve sonrasında Rusya’da hakim olan koşullardan dolayı küçücük de olsa mümkün değildi. Bunlardan herhangi birine yeltenmek doğrudan Beyazlar’ın zaferine, işçilerin ve devrimcilerin topyekûn katledilmesine ve su katılmamış vahşilikte faşist bir rejimin kuruluşuna yol açardı. Anarşist ve özgürlükçü bir bakış açısından Victor Serge, Kronştad zamanında Bolşevikleri neden gönülsüzce de olsa desteklediğini açıklarken şunları yazıyordu: “Eğer Bolşevik diktatörlüğü düşseydi, sonuç bir kaos olurdu: köylü ayaklanmaları, Komünistlerin katledilmesi, siyasi göçmenlerin geri dönüşü, ve son olarak proletarya karşıtı bir nitelikle başka bir diktatörlüğün kuruluşu.”7

Sonuç olarak, altını çizmek gerekir ki 1923-24’ten itibaren Stalin tarafından izlenen alternatif, Lenin döneminde geliştirilmiş otoriter uygulamaların çoğuna net biçimde yaslanmış olmakla birlikte niteliksel olarak farklı bir stratejiydi. Lenin’in stratejisi uluslararası devrime kadar direnme ve aynı zamanda büyüyen bürokratikleşmeye karşı çıkmaya çalışma çabasıyken8, Stalin’in ki bürokratik aygıtı pekiştirme, kendisini bu aygıta yaslama ve en vahimi, tek ülkede sosya­lizm doktrini ile uluslararası devrim hedefini terk etme stratejisiydi. Uluslararası devrim olmadan, Rusya kendi yetersiz kaynaklarıyla baş başa kaldığından ancak işçilerinin ve köylülerinin sömürüsü ile desteklenebilen zoraki bir sanayi gelişimi ile hayatta kalabildi. Bu ise karşılığında, bürokrasinin kendini Stalin liderliğinde yeni sömürücü sınıf olarak inşa etmesini gerektirdi. Leninizmin devamı olmak şöyle dursun, Stalin’in politikası Lenin’inkinin karşı devrimci olumsuzlamasıydı.

2. Günümüzde Leninizm

Bir yandan Leninizm’in değişen şartlardan dolayı siyasi bir doktrin ya da strateji olarak artık geçerli ya da uygun olmadığını savunurken bir yandan da Lenin’e tarihsel bir kişilik olarak saygı duymak ve hatta önünde saygıyla eğilmek müm­künmüş gibi görünüyor. Lenin’e dönük bu tutum, Avrupa Komünist Partileri’nin ‘sosyalizme parlamenter yoldan’ gitmeyi benimsemesiyle birlikte 1950’lerden sonra hakim olan ‘ana akım’ enternasyonal Komünist tutumdu. Bunun bir örneğini hareketin önde gelen entelektüellerinden biri olan George Lukacs sergiledi. Lukacs 1924’te yazdığı Lenin: Lenin’in Düşünce Birliği Üzerine Bir Çalışma isimli kısa kitabında, Leninizmin özünün muhteşem bir özetini ve savunusunu yapmışken, 1967’ye gelindiğinde yeniden basımı için kitaba yazdığı önsözde şöyle diyordu: “Marksizm’in rönesansı için yirmileri, devrimci işçi hareketinin artık tamamen kapanmış geçmiş bir dönemi olarak ele alacak tamamen tarihsel bir analize ihtiyaç vardır.” 9 Böylece Lukacs Lenin’in özellikli siyasi duruşlarına hiç gönderme yap­madan kendini Lenin’in kişiliğinin methiyesiyle sınırlandırdı. Benimkisi böyle bir duruş değil. Aksine, bu makalede Lenin’in politikasının özünün (tabii ki tüm detaylarıyla değil) geçerliliğini korumakla kalmayıp bugünün devrimci sosyalist teori ve pratiği için önemli bir temel olduğunu tartışacağım.

Bu tartışmayı bence Lenin’in düşüncesinin üç yönüne odaklanarak yapacağım. Bence bu yönler Leninizmin tanımlayıcı özelliklerini oluştururlar: emperyalizm ve savaş teorisi, devlet teorisi, parti teorisi ve pratiği. Bunu yaparken, Lenin için şüphesiz çok temel olan işçi sınıfının devrimci rolü düşüncesini varsayıyor ola­cağım. Bu düşünceyi bir bütün olarak Marksizmin tanımlayıcı özelliklerinden biri olarak ele alacağım.10

Emperyalizm ve Savaş

Lenin’in emperyalizm teorisi ünlü kitabı Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması’nda tam ifadesini bulur. Kitap 1916’da Birinci Dünya Savaşı’nın emper­yalist köklerini ve temel karakterini teşhir etmek amacıyla yazılmıştır ama aynı zamanda yirminci yüzyılın başında kapitalizmin gelişmesini analiz etmek için Marksistlerce girişilmiş kolektif çabanın parçasıdır. Diğer önemli katkılar Ru­dolf Hilferding’in Finans Kapital (1910), Rosa Luxemburg’un Sermaye Birikimi (1913), ve Nikolai Buharin’in Emperyalizm ve Dünya Ekonomisi (1916) kitapla­rını içerir. Lenin’in emperyalizm analizini özetleyen eser yine Lenin tarafından yazılmıştır. Lenin, kendi analizini şöyle özetler:

Eğer emperyalizmin mümkün olan en kısa tanımını yapmamız gerekseydi onun kapitalizmin tekelci aşaması olduğunu söylemek zorunda kalırdık… Ama çok kısa tanımlar ana noktaları özetledikleri için kullanışlı olmalarına rağmen yetersizdirler. Çünkü bu kısa tanımlardan, tanımlamak zorunda olduğumuz olgunun çok önemli kimi özelliklerini çıkarmak zorunda kalırız. Bu yüzden de, bir olgunun en olgunlaşmış haliyle içerdiği bütün iç bağlantıları asla kucakla­mayacak olan tanımların genelde koşullu ve görece değerini de akılda tutarak, emperyalizmi aşağıda sıralanan beş temel nitelik üzerine kurulu bir olgu olarak tanımlamak zorundayız:

(1) Üretim ve sermayenin yoğunlaşmasının ulaştığı aşamadan dolayı ekonomik hayatta belirleyici bir rol oynayan tekellerin yaratılması; (2) banka sermayesinin endüstriyel sermaye ile bütünleşmesi ve bu ‘finans sermayesi’ temelinde finansal oligarşinin ortaya çıkışı; (3) sermayenin ihracının meta ihracından farklı olarak özel bir önem kazanması (4) dünyayı kendi aralarında paylaşan uluslararası tekelci kapitalist örgütlenmelerin oluşumu ve (5) tüm dünyanın en büyük kapitalist güçler arasında bölgesel paylaşımının tamamlanması. Emperyalizm, kapitalizmin gelişiminde tekellerin ve finans sermayenin hâkimiyetinin kurulduğu aşamanın adıdır: bu aşamada sermayenin ihracı özel bir önem kazanmıştır; dünyanın uluslararası tröstler arasında paylaşımı başlamıştır; kürenin tüm bölgelerinin en büyük kapitalist güçler arasında paylaşımı tamamlamıştır. 11

Kapitalistler dünyayı özel bir kötücüllükten kaynaklı değil ulaşılan yoğunlaşma düze­yinin onları kar etmek için bu metodu benimsemeye zorlamasından dolayı bölüşürler. Bu paylaşımı “sermayeye ile orantılı” ve “güç ile orantılı” olarak yaparlar çünkü meta üretimi ve kapitalizm altında başka bir paylaşım yöntemine olanak yoktur.12

Ana emperyalist güçlerin görece güçleri değiştikçe (örn. Almanya’nın yük­selişi) dünyayı yeninden paylaşmak bir kapışma da gündeme gelir; bununla da emperyalist savaş itkisi.

Tabii, neredeyse yüzyıldır emperyalizmin ekonomik ve siyasi yapısında çok sayıda ve önemli değişiklik olmadığını düşünmek Marksist diyalektik metodla ve Marks’ın kapitalizmin analiziyle çelişiyor olurdu (‘Üretimin sürekli köklü değişi­me uğraması, tüm toplumsal koşulların durmaksızın bozulması, sonu gelmeyen belirsizlik ve galeyan burjuva çağını tüm öncekilerden ayırır.’ Komünist Manifesto). Chris Harman Emperyalizmin Analizi13 makalesinde ve Alex Callinicos Emper­yalizm ve Küresel Ekonomi14 kitabında bu değişimlerin kapsamlı ve çok yetkin incelemelerini sunuyorlar: ihraç sermayesinin öneminde düşüş; yatırımın ‘üçüncü dünyadan’ uzağa kayışı ve eski biçimsel sömürgecilikten geri çekiliş; İkinci Dünya Savaşı’nda Avrupa’nın düşüşe geçmesi ve emperyalist Soğuk Savaş rekabetinin ortaya çıkışı; yeni sanayileşen ülkelerin ortaya çıkışı (Güney Kore, Singapur ve sonrasında Çin, Brezilya vs.) ve petrolün başat emperyalist meta olarak ortaya çıkması; doğu bloğunda ‘komünizmin’ çöküşü ve sözde ‘küreselleşme’ dönemi.

Fakat, tüm bu gelişmelere rağmen kimi temel süreklilikler söz konusu. Marks tarafından tespit edilen sermayenin yoğunlaşma ve merkezileşme süreci hep devam etti ve dünya ekonomisi her zamankinden daha fazla dev çok-uluslu şirketler tarafından domine ediliyor. Yine de bu şirketlerin büyük çoğunluğu ulusal bir üsse sahipler ve kendi devlet aygıtlarıyla karşılıklı bir bağımlılık ilişkisi içindeler. Devlet iktidarı (ekonomik, diplomatik, siyasi ve askeri) ekonomik çıkarları savunmak ve arttırmak için düzenli olarak kullanılıyor. Sonuç olarak dünya hala ezen ve ezilen uluslar olarak bölünmüş durumda: yaygın söylenişiyle ‘büyük güçler’ ve ‘bölgesel güçler’ ve çok daha az önemde olanlar. Emperyalizm hala burada bizimle; aynı şekilde emperyalist savaş gerçeği ve tehdidi de.

1980’ler ve 90’larda, küreselleşme yutturmacası zirvedeyken, emperyalizm ol­gusunu inkâr etmek için çeşitli çabalar sergilendi. Sağda, kapitalist küreselleşmenin doğrudan savunucuları küreselleşmenin az gelişmişlik ve yoksullukla ilgili tüm sorunları çözmek ve ulusal çatışmalara yer bırakmayan bir dünya yaratmak üzere olduğunu iddia ettiler. Bu ‘Yeni Dünya Düzeni’ ve ‘dünyanın sonu’ ile ilgili büyük miktarlarda hüsnü kuruntuyla el ele gitti. Francis Fukuyama ‘tarihin sonu’ derken ciddi ideolojik/siyasi çatışmaların, yani kapitalist liberal demokrasiye tüm karşı koyuşların sonunu kastediyordu. Solda ise Nigel Harris küreselleşmenin sermaye­nin devletle bağlarını kopardığını anlatıyordu. Micheal Hardt ve Antonio Negri, etkili kitapları İmparatorluk’ta geleneksel emperyalizmin ‘İmparatorluk’ ile yer değiştirdiği ve bölgesellikten çıkmış bir küresel sistemin oluştuğunu söylüyordu.

Kişisel olarak ben sermayenin devletle ilişkilerinden ya da devlete bağımlılı­ğından özgürleştiği anlayışını tamamen olanaksız bulmuşumdur. Kendi polis ya da orduları olmadığı müddetçe, tek bir süpermarket bile arkasında devlet desteği olmadan bir gün bile işleyemez. Yoksullar ya da besleyecek aç çocukları olanlar hemen böyle bir markete girer, istediklerini alır ve bu cezasız kalırsa başka birçok­ları da aynı şeyi yapar. Bizzat tarih de bu iddialara karşı pek nazik davranmadı. Joseph Choonara’nın dediği gibi: 11 Eylül 2001 olayları ve arkasından yeni bir emperyalist savaş döngüsü başladığında [İmparatorluk] kitabın mürekkebi daha kurumamıştı.”15

Bu bağlamda, çağdaş emperyalizmin ekonomik yapısının kesin bir analizin­den bağımsız olarak, emperyalizme verilen sosyalist yanıt çerçevesinde Lenin’in çıkardığı temel siyasi ve pratik sonuçlar bugünün devrimci pratiği açısından vazgeçilmez olmaya devam ediyor.

Bunlar arasında ilk ve en önemli olanı bir bütün olarak emperyalizme karşı ve özelde ise emperyalist savaşa karşı uzlaşmaz bir muhalefet var. Lenin bu temelde İkinci Enternasyonal’den ayrılmıştı. Daha öncesinde ateşli bir destekçisi olduğu İkinci Enternasyonal’in önde gelen örgütü Alman Sosyal Demokrat Parti’nin, Birinci Dünya Savaşı çıktığında kendi hükümetine yurtsever destek verme kara­rıyla Lenin, Enternasyonal’i terk etti. Bu tutumun hala geçerliliğini ve önemini koruyor olması herkes için açık olmalı. Bir yandan, 21. yüzyıl emperyalist savaşa karşı devasa uluslararası eylemlilikler gördü (bunlardan 15 Şubat 2003 tarihteki gösteriler tarihin en büyük ulusal ve uluslararası gösterileri arasına girdi). Diğer yandan eski solcu, sosyalist ve Marksistlerin, İslamcı köktendincilik ve terörizmin yarattığını düşündükleri tehdide karşı savaşmak adına emperyalizme muhalefet­ten vazgeçtikleri acıklı bir dönüşümü görüyoruz: bu yolun sembol ismi kendini George Bush’u desteklerken bulmuş olan Christopher Hitchens olmakla birlikte az ya da çok düzeyde Fred Halliday, Nick Cohen ve Norman Geras ve benzerleri de böylesi tutumlar sergilediler.

Bir de hala çözülmemiş hayati bir sorun olan Filistin meselesi var. Filistin’deki mücadelenin temelde anti-emperyalist bir mücadele olduğunu kavramakta başarısız olan herkes, soldakiler dahil, bu meselede yollarını kaybetme eğilimindeler. Bunlar çatışmayı ya birbirlerine ‘hoşgörü’ göstermeyi öğrenmek zorunda olan farklı dinler/ırklar/uluslar arasındaki yerel ya da bölgesel bir anlaşmazlık olarak görüyorlar ya da ABD’nin İsrail’e sunduğu bariz şartsız desteği ‘Yahudi lobisi­nin gücü’ olarak açıklıyorlar. Yahudi çıkarlarının dünyayı olmasa da Amerika’yı kontrol ettiğini düşünüyorlar. Bu fikir de doğrudan anti-Semit fantezilere ve komplo teorilerine yol açıyor.

Genel bir sistem olarak emperyalizmin kavranması ve ona karşı mücade­le günümüzün ‘insani müdahale’ anlayışına dair de büyük önem taşıyor. Bu müdahale Libya ve Suriye (makalenin yazıldığı ana kadar temsili savaş şekilde sürdürülüyordu) ile ilişkili olarak hâlihazırda uygulanıyor. Örneğin, NATO’nun Libya’ya ‘Bingazi’yi kurtarmak’ ya da ‘bir katliamı önlemek’ için müdahale ettiği iddiası ikiyüzlü bir yalan. Libya’daki duruma tekil bir vaka olarak bakmaktansa emperyalizmi bir bütün olarak kavramak böylesi bir yalanı yutmamayı daha kolay hale getirirdi.

Lenin’in anti-emperyalist siyasetinin bir başka yanı da ulusların kendi kaderini tayin hakkını destekliyor olması.16 Lenin bu konuyu ilk olarak ‘halkların hapisha­nesi’ dediği Çarlık rejimi içinde yaşayan ulusal azınlıklar sorunuyla ilgili olarak, daha sonra da Birinci Dünya Savaşı öncesinde Avusturya-Macaristan İmparator­luğu ile alakaları olarak ele aldı ama bu bakış açısı genel olarak emperyalizme karşı muhalefetinin ayrılmaz bir parçası oldu. Lenin pozisyonunu Avusturya Sosyalist Partisi’nden Otto Bauer, Rosa Luxemburg ve bizzat kendi yoldaşı Bolşevik Buharin gibi diğer sosyalist ve Marksistlere karşı savunmak zorunda kaldı.

Bauer ezilen uluslar problemini Avusturya-Macaristan İmparatorluğu çer­çevesinde ‘uyumlu bir biçimde’ çözmek istiyordu. Bu yüzden de siyasi ayrılık hakkına karşı çıkarken ulusal-kültürel otonomiyi destekliyordu (ayrı okullar vs.). Lenin tam tersini savunuyordu. Ulusların siyasi ayrılık hakkını savunurken kültürel milliyetçilik ya da ayrışmaya proletarya enternasyonalizmi ve uluslararası kültürü adına karşı çıkıyordu. Lüksemburg ve Buharin ulusların kaderini tayin hakkının savunulmasına bunun ütopik olduğunu düşünerek karşı çıkıyorlardı. Böylesi bir çözümün kapitalizm altında gerçekleştirilemeyeceğini ve milliyetçilik illüzyonları yarattığı için oportünist olduğunu düşünüyorlardı. Buna karşıt olarak Lenin kendi kaderini tayin etmenin desteklenmesi gereken temel bir demokratik hak olduğunda ısrar etti. Bu hakkın ayrı bir devlet kurma hakkını da içermesi gerektiğini savunuyordu.

Herhangi bir ezilen ulusun burjuva milliyetçiliği baskıya karşı yöneltilen genel demok­ratik bir içerik taşır, ve bizim şartsız destek sunduğumuz tam da bu içeriktir.17

Lenin kendi kaderini tayin hakkını reddetmenin pratikte emperyalizm ve baskı ile aynı tarafa geçmek anlamına geldiğini iddia etti. Benzer biçimde ayrılık hakkını desteklemenin de ezen ulusun işçi sınıfının çıkarları lehine olduğunu savundu.

Bir ulus eğer başka ulusları eziyorsa özgür olabilir mi? Olamaz. Büyük Rus nüfusunun özgürleşmesinin çıkarları böylesi bir baskıya karşı mücadeleyi gerektirir… Ezen ulusun işçilerinin enternasyonalist eğitiminde vurgu illa ki ezilen ülkelerin ayrılma ve bunun için savaşma özgürlüğünün desteklenmesi üzerine yapılmalıdır. Bu olmadan enternasyonalizm olamaz.18

1916 Paskalya Ayaklanması’nı (Easter Rising) savunurken Lenin şöyle yaz­mıştır:

Tarihin diyalektiği öyle ki emperyalizme karşı mücadelede bağımsız bir unsur olarak önemsiz olan küçük uluslar bu mücadelede gerçek anti-emperyalist güç olan proletaryanın tarih sahnesine çıkmasına yardım eden mayalardan, mikro-organizmalarından biri rolünü oynamaktadır.19

Aynı Lenin farklı milliyetlerden ve etnik kimliklerden sosyalistlerin ortak bir örgütte bir araya gelmesini (ve nihayetinde ortak bir enternasyonal kurulmasını) güçlü bir biçimde savunmuştur. Ayrıca “…geri kalmış ülkelerdeki burjuva de­mokratik devrimlere komünist bir renk verme çabalarına” karşı çıkmıştır.

Komünist Enternasyonal sömürge ve geri kalmış ülkelerde burjuva demokrasisi ile geçici bir ittifak içine girmek zorundadır, ama onunla bütünleşmemelidir, ve tüm şartlar altında, en embriyonik halinde bile proletarya hareketinin bağımsızlığını savunmalıdır.20

Bugün tüm bunların büyük oranda geçerli olduğunu düşünüyorum. Bu bakış açısı sadece anti-emperyalist hareketlere karşı sosyalistlerin benimsemesi gereken tutumu değil aynı zamanda Üçüncü Dünya ya da Küresel Güney denilen bölge­lerdeki mücadeleler için de geçerliliğe sahip. Bu alanlarda ulusların kendi kaderini tayin hakkını desteklemek hiçbir şekilde söz konusu ülkenin hükümetinin onay­lanıyor olmasını gerektirmez. Lenin’in fikirleri aynı zamanda gelişmiş kapitalist ve emperyalist ülkeler içindeki ulusal haklar sorunu içinde faydalıdır. Örneğin, sosyalistler eğer Quebecliler ya da İskoç halkı istiyorsa Quebec’in Kanada’dan, İskoçya’nın Birleşik Krallık’tan ayrılma hakkını savunmak zorundadır (bunu istemek zorunda olduklarını savunmaksızın).

Milliyetçi hareketlere ‘komünist bir renk’ verilmesiyle tartışan argüman Lenin’in bu argümanı Stalinist uygulamaya karşı ilk dillendirdiği zamankinden daha önemli hale gelmiştir. Özünde milliyetçi hareketlerin kendilerinin ‘Komü­nist’ ya da ‘Marksist’ etiketleri veya dili benimseme eğilimleri de eşit derecede so­runludur. Küba’daki Castro rejimi, Etiyopya Derg’i (Wikipedia’da Sovyet destekli Marksist-Leninist askeri cunta deniyor hakkında) ve Zimbabve’de Mugabe’nin ZANU-PF’si gibi bir dizi varyasyondan oluşan hareketler Stalinist sanayileşme ve gelişim modelinin cazibesiyle kendilerine bu etiketleri yakıştırmıştır.

Son olarak, Leninist anti-emperyalizmin ‘barış sürecinden’ önce ve sonra İr­landa’daki mücadele açısından öneminin altını çizmek gerekir. Britanya’da ya da İrlanda’da anti-emperyalizm perspektifini ve dolayısıyla da Cumhuriyetçi müca­delenin ilerici içeriğini ıskalayan sosyalistler ve Marksistler, ki bunu örneğin IRA militanlarını Monarşi yanlısı paramiliter güçlerle eşitleyerek yaptılar, kaçınılmaz biçimde Britanya devleti ile yan yana düşerek isteyerek ya da istemeyerek gerici bir pozisyona sürüklendiler. Benzer biçimde Cumhuriyetçileri kendi ifadeleriyle değerlendiren ve onlara bir işçi cumhuriyeti kurulması için büyük umutlar bağlayanlar da hayal kırıklığına mahkûm oldular.

Devlet Teorisi

Lenin’in devlet teorisi onun Rus Devrimi’nin sıcağında, Ağustos 1917’de yazdığı büyük ihtimalle en ünlü eseri olan Devlet ve Devrim’de ortaya konulmuştur. Lenin Marx’ın Kautsky, Plekhanov ve İkinci Enternasyonal’in diğer liderlerince ciddi bir şekilde çarpıtıldığına inanıyordu ve amacı ‘Marx ve Engels’in konu hakkında yazdığı en önemli metinlerinin tamamının’ incelenmesi temelinde ‘Marx’ın devlet konusunda gerçekte öğrettiklerini yeniden kurmak’tı.21 Devlet ve Devrim iyi bilinen bir eser olduğundan ayrıntılı alıntılarda bulunmaksızın ilkesel önermelerini basitçe özetleyeceğim.

1- Devlet ebedi bir kurum değil toplumun sınıflara bölünmesinin ve sınıfsal karşıtlığının uzlaşmazlığının bir ürünüdür.

2- Devlet sınıf egemenliğinin, bir sınıfın diğerini ezmesinin bir aracıdır.

3- Devletin özü, toplumun üzerinde yer alan ve özel silahlı adam müfrezeleri, polis, hapishaneler ve buna benzer başka baskı araçlarına sahip olan kamu gücüdür.

4- Modern devlet kapitalist sınıfın çıkarlarına hizmet eden kapitalist bir devlettir. Özünde burjuvazinin diktatörlüğüdür.

5- Bu devletin yönetimi ele geçirilip, işçi sınıfı tarafından sosyalizmin inşası için kul­lanılamaz. Bu yöntem İkinci Enternasyonal partilerinin stratejisiydi. Bunun yerine devlet proletarya devrimi tarafından parçalanmalı/dağıtılmalı/ezilmelidir.

6- Ezilen kapitalist devletin yerini, tüm devlet görevlilerinin seçimle geldiği ve geri çağrılabildiği, maaşlarının ise ortalama bir işçi maaşına düşürüldüğü yeni bir işçi devleti almalıdır.

7- Bu işçi devleti, burjuvazinin karşı devrimci direnişini kırmak ve sosyalizme geçişi güvence altına almak için elzemdir.

8- Tamamıyla sınıfsız bir topluma ulaşılmasıyla devlet bütünüyle ortadan kalkacak ve onun yerini birleşik üreticilerin kendi kendini yöneten toplumu alacaktır.

Lenin’in kitabında gösterdiği gibi tüm bu fikirler Marx ve Engels tarafından çoktan ortaya konulmuştu ve onun yaptığı tek gerçek katkı, 1905 ve 1917 Rus devrimlerinin deneyimlerine dayanarak, işçi devletinin ana kurumlarının işyerle­rinden gelen delegelerden oluşacak işçi konseyleri ya da (Rusçada konsey anlamına gelen) Sovyetler olacağını belirtmesiydi ki bu da Devlet ve Devrim’de ayrıntılı bir şekilde açıklanmamıştı. Yine de Lenin’in Marksist devlet teorisini sistematik hale getirmesi son derece önemliydi. Sol reformizm de dâhil olmak üzere reformizm ile devrimci sosyalizm arasında, Sosyal Demokrasi’nin ‘Marksizmi’ ile Komünizm ve Üçüncü Enternasyonal arasında mümkün olan en net ayrım çizgisini çizdi. Aynı zamanda Marksizm ve anarşizm arasındaki farkları açığa serdi.

Marx’ın Paris Komünü üzerine yazdığı yazılardan alınan ve Lenin’in sürekli vurguladığı belirleyici nokta, var olan devlet aygıtının yönetimini ele geçirmek­tense onu yıkmanın gerekliliğidir. Bunun sadece bir devrimde ne olacağı üzerinde değil, bugün burada yürütülen gündelik siyasal pratik açısından da muazzam sonuçları var. Kapitalizme meydan okumak yönünde herhangi bir bakış açısını terk eden Tony Blair ve Eamon Gilmore gibi sağ kanat sosyal demokratlar açık açık devleti kabul eder ve onu destekler, onun sınıflar arasında tarafsız olduğu efsanesini yayarlar ve ‘bizim’ ordumuzu ve polisimizi halkın tamamının bir temsilcisi olarak görüp destek çıkarlar. Tony Benn, Fransa’daki Sol Cephe’den Jean Luc Melenchon ve Syriza’dan Alexis Çipras gibi sol reformistler çoğu zaman polisin ve yasaların sınıf temelli yanlılığını kabul etmekle ve genellikle savaşa karşı çıkmakla birlikte, genel olarak devletin sosyalist bir hükümetin kontrolü altına alınıp reforme edilebileceğini veya adım adım demokratik kontrol altına alınabi­leceğini ummayı tercih ettikleri için işi devletin yıkılması çağrısında bulunmaya kadar vardırmazlar. Devletin ‘ele geçirilip işçi sınıfı tarafından kullanılabileceği’ düşüncesi Marx ve Lenin’in ileri sürdüklerinin tam tersidir. Bu, devlet aygıtının (generaller, polis şefleri, yargıçlar, üst düzey devlet memurları vb) arasında bulunan binlerce bağ yüzünden gerçekçilikten uzak olmasının yanı sıra soldan kapitalist devleti tamamıyla kabul eden ve destekleyen ana akım reformist bir pozisyona savrulma ihtimalini arttırır, hele bir de iktidara gelme durumda gerçekleşiyorsa. Bu bağlamda Syriza’nın diğer yönlerden radikal olan sosyal ve ekonomik politi­kalar programında devlet konusuna yer verilmemesi ve Çipras’ın Atina polis şefi ile aleni bir şekilde el sıkışması uyarıcı bir işaret.

Geride bıraktığımız 90 küsur yılda Leninist devlet teorisine dolaylı ve dolaysız pek çok eleştiri yöneltildi. Bu eleştirilerin tümünün detaylı bir şekilde tartışılması bu makalenin kapsamını aşıyor ancak en önemli olanlar şöyle:

1) ana akım çoğulcu eleştiri;

2) Nietzsche/Foucault ‘güç istenci’ eleştirisi;

3) sözde ‘Gramscici’ eleştiri;

4) otonomist/anarşist eleştiri. Burada her birinin kısa bir açıklamasını yapacak ve neden yanlış olduklarını inceleyeceğim.

Çoğulcu eleştiri: Alman sosyolog Max Weber ve seçkin İtalyan teoristler Gae­tano Mosca ve Vilfredo Pareto’nun çalışmalarından yararlanan bu bakış, (Ronald Dahl, Arnold Rose ve Raymond Aron gibi siyaset bilimcilerin çalışmalarında) ellilerde ve altmışlarda akademik sosyal bilimlerde egemen pozisyon haline geldi ve bugün de siyaset ve günlük olaylar konusunda medyanın yaklaşımının çoğunun altında yatan bakış açısı olmayı sürdürüyor. Bu bakış açısı siyasi ve sosyal yaşamın her alanının yani sanayinin, finansın, medyanın, hukukun, ilaç sanayinin, sendi­kaların, sanatın, sporun vb bir grup seçkinin denetiminde olduğunu kabul eder ancak bu seçkinlerin birleşik bir egemen sınıf oluşturmadıklarını, daha ziyade birbirleriyle rekabet ettiklerini savunur. Rekabet sayısız çıkar ve baskı grubunun uyguladığı etki şeklini alırken bunların arasındaki çekişme bir grubun sınırsız ya da aşırı orantısız güce sahip olmasını engeller. Bu senaryoda hükümetin ya da devletin görevi farklı gruplar arasında bir arabuluculuk veya aracılık yapmaktır. Bu çoğulculuk Soğuk Savaş’ta komünist doğunun ‘totalitarizm’inin karşısına koyulur; bu görüşün ABD Kongresinin, Westminster Parlamentosu’nun, İrlanda Meclisi’nin ve BBC, RTE gibi devlet televizyonlarının haber stüdyolarının poli­tika anlayışına kusursuz bir şekilde uyduğunu görmek çok da zor olmasa gerek.

Bu çoğulcu analiz 1969’da Ralph Miliband’ın yazdığı ünlü Kapitalist Toplumda Devlet’te etkin bir şekilde çürütüldü. Miliband kitabında pek çok ampirik veriyi kullanarak içlerinde devlet aygıtındaki seçkinlerin de olduğu çeşitli seçkinlerin çoğunlukla aynı sosyal sınıftan olduklarını, aynı iyi okullara ve üniversitelere gittiklerini ve aynı temel (kapitalizm yanlısı) ideolojiyi paylaştıklarını bu yüzden onların arasındaki ‘rekabet’in yanıltıcı ve yüzeysel olduğunu gösterdi. Onlar devleti kontrol eden bir egemen sınıfı gerçekten de oluşturuyorlardı.

Çoğulcu bakış açısı aynı zamanda tüm seçkinleri yönlendirenin kapitalist rekabetin ekonomik mantığı (rekabetçi sermaye birikimi) olduğunu hesaba katmayı ihmal eder. Bu mantık hükümet üyeleri ve devlet yöneticileri kapitalist sınıftan gelmediğinde dahi, hükümet ve devletin de davranışlarını yönlendiren mantıktır.

Nietzsche/Foucault eleştirisi: Olağanüstü etkili Fransız postyapısalcı Michel Foucault iktidarın (kendisine göre) Marksist ve Leninist devlet teorisinde söy­lendiği gibi yalnızca bir sosyal sınıfın veya devletin elinde yoğunlaştığını değil, toplumun her yerinde mevcut olan, hapishaneler, okullar, hastaneler, aileler, ofisler vb gibi bir dizi kurumda ve sosyal ilişkide faaliyet gösteren bir ilişki olduğunu iddia eder. Dahası ‘iktidarın olduğu yerde, direniş vardır’22 ve dolayısıyla iktidarın ele geçirilmesine odaklanan bir strateji yerine kibirli iktidarın görüldüğü her yerde ona karşı bir dizi yerel, dağınık mücadelenin peşinden koşmak gerekir.

Bu argümana yönelik ilk itiraz, çoğu zaman olduğu gibi, bu argümanın Marx ve Lenin’i aşırı basitleştirme temelinde reddetmesidir. Ne Marx ne de Lenin tüm iktidarın, egemen sınıfın veya onun devletinin elinde olduğunu ya da iktidara yerelde, işyerinde ya da ailede meydan okumanın gerekli olmadığını söyledi; an­cak toplumdaki belirleyici iktidar orada yoğunlaşmıştır. Elbette bir öğretmenin sınıfta, bir doktorun bir hastanede, bir yöneticinin bir ofiste, bir babanın ailede belirli bir iktidar uyguladığı doğrudur, ama onların kendi iktidarlarını kapitalist devletinkiyle eşitlemek bir elmanın uyguladığı yerçekimi kuvvetiyle, dünyanın uyguladığı yerçekimi kuvvetini ‘yerçekimi her yerde’ diyerek eşitlemeye benzer. Bir gerilla savaşında bile Mao veya Castro başkenti (yani devleti) ele geçirmek zorundadır.

İkinci itiraz Marksizmin okullarda, hastanelerde ve kişisel ilişkilerde neden baskıcı iktidar ilişkilerinin var olduğuna bir açıklama getirmesinden kaynak­lanmaktadır: bunu yabancılaşmaya ve kapitalizmle bütünleşmiş olan sömürüye ve diğer sınıf temelinde bölünen üretim şekillerine dayanarak açıklar. Foucault bu analizi reddederek, kendisini Nietzsche’nin doğuştan gelen ve evrensel ‘güç istenci’ kavramı üzerinden temellendirmeyi tercih eder. Ama bu kavramın bir çeşit sol otoriterlik karşıtı direnişin temelini oluşturması mümkünse de nihai bir kurtuluş veya zafer ihtimali sunmaz. Eğer güç istenci evrensel ise göreceli olarak güçsüz olan A kişisinin göreceli olarak güçlü olan B kişisine karşı C ofisindeki başarısı sadece B’nin yerine A’nın geçmesine neden olurken baskı sürmeye devam edecektir. Dahası Foucault genel olarak ezilenlerden yana taraf olmayı seçmiş olabilir, ancak bu seçim gelişigüzeldir. Eğer herkes Nietzsche’nin söylediği gibi kendi ‘güç istenci’nin peşinden gidiyorsa, Nietzsche’nin kendisinin de yaptığı gibi ezenin yanında tavır almamak için özel bir neden yoktur.

Sözde Gramscici eleştiri: Leninist devlet teorisinin kulağa en ‘Marksist’ gelen eleştirisi budur. Bu eleştirinin kökleri Gramsci’ye değil daha geriye, 1930’larda Stalinist partilerin Halk Cephesi stratejisiyle reformize çark etmelerine dayanır. Bu İkinci Dünya Savaşından sonra batılı Komünist Partilerin Moskova’nın emriyle, sosyalizme ulusal ve barışçı parlamenter yollarla ulaşmayı benimsemesiyle daha da gelişti. Britanya Komünist Partisi’nin Stalin’in onayıyla 1951’de kabul edilen programı olan Sosyalizm yolundaki Britanya’da şöyle deniliyordu:

Komünizmin düşmanları Komünist Parti’yi Britanya’da Sovyet iktidarı getirmeyi ve Parlamentoyu dağıtmayı amaçlamakla suçluyorlar. Bu bizim politikamızın iftira atmak için yanlış tasvir edilmesidir. Deneyimler gösteriyor ki bugünkü koşullarda sosyalizme ilerleyiş farklı bir yolla da başarılabilir. Örneğin Doğu Avrupa’daki Halk Demokrasilerinde olduğu gibi bir Sovyet İktidarı kurmadan Halk Demokrasisi yoluyla.

Britanya Sosyalizme kendi yoluyla ulaşacaktır. Rus halkının siyasi iktidarı kendi tarihsel koşulların ve Çarlık egemenliği geçmişinin dikte ettiği Sovyet yoluyla gerçekleştirmesi gibi, Halk Demokrasilerindeki ve Çin’deki çalışan insanların siyasi iktidarı kendi tarihsel koşullarında kendi yollarıyla elde etmeleri gibi, Britanyalı Komünistler de Britanya’nın tarihsel demokrasi mücadelesinin ürünü olan Parlamentoyu halkın büyük çoğunluğunun isteğini yansıtan demokratik bir araca dönüştürerek, Britanya halkının kapitalist demok­rasiyi gerçek bir Halk Demokrasisine dönüştürebileceğini ilan eder.

Britanya halkının önündeki yol, gerçekten halkın temsilcisi olan bir Parlamento te­melinde bir Halk Hükümeti kurmak olacaktır.23

1970’lerde Antonio Gramsci’nin yazıları yaygın bir şekilde bilinir olduğunda, Avrokomünizmle (Avrupa Komünizminde kendisini Moskova’dan ayrıştıran akım) ilişkili teorisyenler onun bazı düşüncelerini alıp bu parlamenter yolu haklı çıkarmak için kullandılar ve bu düşünceleri sosyal demokrasiye vardıracak kadar değiştirdiler. Faşistlerin hapishanesinde İtalyan ve Avrupa devriminin 1918-23 dönemindeki yenilgisi üzerine düşünen Gramsci, Rusya’nın ekonomik ve sosyal geriliğinin bir sonucu olarak Batı Avrupa’nın ayırt edici özelliklerinden olan devlet ve sivil toplum arasındaki ciddi anlamda farklı bir ilişkinin olduğunu savundu.

Rusya’da devlet her şeydi, sivil toplum ise ilkel ve peltemsiydi; batıda Devlet ve sivil toplum arasında gerçek bir ilişki vardı ve Devlet sarsıldığında sivil toplumun güçlü yapısı derhal ortaya çıktı. Devlet sadece bir dış hendekti, onun arkasında istihkâmların ve siper­lerin güçlü sistemi duruyordu.24

Ve

Gelişmiş devletlerin çoğu söz konusu olduğunda… ‘sivil toplum’ dolaysız ekonomik unsurların yıkıcı saldırılarına (krizler, bunalımlar vb) dayanıklı çok karmaşık bir yapı haline geldi.25

Bu durum Gramsci’nin ekonomik olarak egemen olan sınıfın, toplumun yönetilmesinde zor öğelerine eşlik eden ve yönetici sınıfın baskıcı güçle olduğu kadar rıza ile de hüküm sürmesini sağlayan kültürel, ahlaki ve entelektüel lider­liğe yani ‘hegemonya’ya vurgu yapmasını sağladı. ‘Bir sosyal grubun üstünlüğü kendisini iki yolla gösterir “tahakküm” ve “entelektüel ve ahlaki liderlik” Bir sosyal grup devlet iktidarını ele geçirmeden önce ‘liderlik’ uygulayabilir ve hatta uygulamalıdır da.26

Gramsci kendisinin ‘ikili perspektif’ diye adlandırdığı bir stratejiyi, ‘zor ve rıza düzeylerini, otorite ve hegemonyayı, ajitasyon ve propagandayı… taktik ve stratejiyi vb’27 birleştirmeyi ve ittifakların kurulmasını önerdi. İtalya’da bu kuzey­deki şehirlerdeki proletarya ile güneydeki köylülüğün ittifakı anlamına geliyordu.

Avrokomünistler Gramsci’nin fikirlerini ‘ayaklanma’ (yani devrim) günleri­nin geçtiğini, Leninist ‘devletin yıkılması’ düşüncesinin, kültürel hegemonyayı sağlamak için aşamalı ve uzun süreli bir ideolojik hegemonya kurmak için geride bırakılmasını ve sol bir hükümete ulaşmak için (orta sınıflarla) geniş demokratik ittifaklar kurulmasını savunmak için kullandılar. Gramsci’nin ve stratejisinin (en azından ‘ideolojik’ ‘teorik’ kısmının) bu yorumu solcu akademik çevrelerde yaygın bir cazibe yarattığı ortaya çıktı ve bir dönem Gramsci’nin Lenin’i yerinden edip, onun yerini aldığı yeni akademik ortodoksi haline geldi.

Bu Gramsci’nin düşüncesinin tam bir parodisiydi. Gramsci Leninist devlet teorisini, devletin devrimci yıkılışı ve yerini işçi konseylerine bırakması da dâhil olmak üzere tamamen kabul etmişti, Lenin’i ‘eylem felsefesinin çağımızdaki en büyük teorisyeni’ olarak görüyor Leninizm’in yerini almak değil ona katkı yapmak istiyordu. Onun hegemonya kavramı ‘tahakküm’ün ve ‘entelektüel ve ahlaki liderlik’in birleşimini vurguladı, ikincisinin birincisinin yerini almasını değil. Aynı şekilde onun ‘ikili perspektif’i hem zor hem de rızayı içeriyordu. İttifakları savunması (İtalya’da Gramsci’den önce İtalyan Komünist Partisi’nin liderliğini yapan Amedeo Bordiga tarafından temsil edilen) aşırı solculuğun Lenin’in Sol Komünizm: Bir Çocukluk Hastalığı ile uyumlu bir eleştirisiydi. Bu Avrokomünistlerin ılımlı parlamentarizminin öncülü değil Bolşeviklerin işçi sınıfı ile köylülük arasında ittifak stratejisinin geliştirilmesiydi.28

Gramscici ya da değil Leninizm’in bu eleştirisi açıkça yanlıştır. Egemen sınıfın fiziksel güç kadar entelektüel hegemonya yoluyla da hükmettiği gerçeği eğer hegemonyası kırılırsa güce başvurmayacağı anlamına gelmiyor. İtalya’daki Mussolini’den, İspanya’daki Franco’ya ve Şili’deki Pinochet’ye pek çok tarihsel örnek bunu kanıtlıyor. Çok net olmak için sorunu somut olarak koymak gerek. Syriza ülkeye sosyalizm getirirken (Ülkeyi 1967-73 yılları arasında diktatörlükle yöneten) Yunan ordusu ya da (yarısı Altın Şafak’a oy veren) Yunan polisi yan gelip yatacak mı? Yüzyılların egemenlik ve imparatorluk geçmişini taşıyan, Marlborough, Wellington ve Nelson’a kadar giden geleneklere sahip Britanya silahlı kuvvetleri Jeremy Corbyn ya da başkası tarafından başkanlık edilen bir hükümetin onları ‘demokratikleştirmesi’ne ve kapitalizmi aşamalı olarak dağıt­masına izin mi verecek yoksa ‘Kraliçe ve ülke’ (ve sınıfları) için ayağa mı kalka­cak? Garda Siochana’nın tanıdık amirleri Richard Boyd Barrett ve Joe Higgins Mayo’da ‘İrlanda’nın doğal kaynaklarını geri alırken’ veya İrlanda’nın önde gelen bankerlerini hapse gönderirken mutlu bir şekilde yardımcı mı olacak? Peki ABD işçi sınıfının Pentagon’u, CIA’i, FBI’ı ve NYPD’yi devralıp kendi amaçları için kullanabileceği akla yatkın geliyor mu?

Bu soruları sormak, bence onları cevaplamaktır. Lenin’in Devlet ve Devrim’i yazmasından beri çok şey değişti, ama devletin sınıf doğası bunlardan biri değil.

Anarşist/Otonomcu eleştiri: Bu konu hakkında başka yerde ayrıntılı ola­rak yazdığımdan29 burada kısa keseceğim. Devrimci anarşistler ‘yaşam tarzı anarşistleri’nin aksine, marksistlerle kapitalist devleti yıkma amacını paylaşırlar ancak işçi sınıfının devrimden sonraki gün kendi devletine ihtiyaç duyacağı düşüncesini reddederler. Bunun yerine devletin derhal ortadan kaldırılmasını ve hemen, demokratik bile olsa hiçbir otorite ve güç kurumunun olmadığı, kendi kendini yöneten bir topluluğun kurulması gerektiğini savunurlar.

Bu tutum aynı anda hem naif hem de ütopiktir. Kapitalist devletin ana unsur­larının, devlet aygıtının devrimle parçalanmasında sonra bile egemen sınıfın ana unsurlarıyla (en üst düzey bankacılar, sanayiciler vb) birlikte bir karşı devrimle kapitalizmi geri getirmeye çalışmayacağını ve bu yüzden ‘silahlı erkek ve kadınlar topluluğu’ yani bir devlet tarafından bu çabaya karşı konulması gerekmeyece­ğini düşünmek naifliktir. İşçi sınıfının iktidarı ele geçirmesinden sonra, sınıf farklılıkları (özellikle uluslararası alanda) hala varlığını sürdürüyorken, nüfusun çoğunluğunun bin yıllık sınıflı toplum mirasından ve alışkanlıklarından tüm dünyada ve bir anda kurtulup, aynı derecede bilinçli ve aydınlanmış olacağını, herhangi bir itaat ilişkisi, azınlığın çoğunluğun isteğini kabul etmesini sağlayacak bir güç olmadan sosyalist bir ekonomiyi inşa edebileceğini düşünmek ütopiktir. Her türlü devlet iktidarının ‘ilkesel olarak’ reddi düpedüz yenilginin formülüdür.

John Holloway gibi pek çok otonomcu takıntılı bir şekilde devleti –doğası gereği baskıcı bir yapıyı– ele geçirmeye odaklanmanın daimi bir hata ve işçi hareketinin yozlaşmasının kaynağı olduğunu savunuyor. (Buraya kadar söz konusu devlet burjuva devlet olduğundan haklı oldukları bir nokta var, ama gördüğümüz gibi bu Leninist bir tutum değil) Bunun yerine o/onlar devletle uğraşmaktan kaçınıp Meksika’daki Zapatistaları model alarak demokratik halk kontrolü altında ‘otonom’ alanlar kurmayı öneriyorlar. Bu kısa dönemde cazip bir taktik hareket olarak görülebilirse ama açık ki toplumu dönüştürmek için uygulanabilir bir strateji değil. Zapatistalar ilham verici bir propaganda yaptılar ama ne dünyayı ne de Meksika’yı değiştirdiler. Daha önce yazdığım gibi:

Kaldı ki; devletin müdahale sınırlarının dışında ve ötesinde hiçbir yer olmadığından, eğer aynı zamanda kapitalist iktidarı tehdit ediyorsa hiçbir alan süresiz olarak otonom bölge olarak muhafaza edilemediğinden, Chiapas’ın cangıllarında mümkün olan Sao Paulo’da, Buenos Aires’te, Kahire’de veya gelişmiş kapitalist dünyanın herhangi bir yerinde aynen uygulanabilir değil. Devleti görmezden gelmeye çalışabiliriz fakat bu devletin bizi görmez­den geleceği anlamına gelmiyor.30

Tüm bu nedenlerden ötürü Leninist devlet teorisi bugün sosyalist pratiğin önemli parçalarından biri olmaya devam ediyor.

Leninist Parti

Şu anki siyasi atmosferde, burada tanımlanan Leninizm’in temel unsurları içinde en az popüler olanın onun devrimci parti teorisi olduğuna şüphe yok. İspanyol Indignados hareketi ve daha önceki pek çok Occupy kampı için bu durum açıkça ortada. Ancak bu ruh hali anarşistlerden ve otonomculardan solun geniş kesimlerine uzanıyor ve halkın büyük bir kesiminin tüm siyasi partilere yönelik yeni başlayan yaygın şüphesiyle birleşiyor.

Bu yüzden spesifik olarak Leninist parti teorisini irdelemeden önce iki öncelikli soruyu ele almak istiyorum: ilki devrimci parti düşüncesi olmadan bir Leninist olmanın mümkün olup olmadığı; ikincisi ise partilerde doğaları gereği yanlış (yada antidemokratik) bir şey olup olmadığı. Kuşkusuz genel anlamda Lenin’in emperyalizm kavramını, devlet analizinin büyük kısmını kabul eden ve başka şekillerde de Lenin’e saygı gösteren ama parti teorisini –özellikle de uygulamada- reddeden eylemciler ve teorisyenler var. Bu 2007’deki Lenin Reloaded konferansına ve kitabına katkıda bulunanların bir kısmı, belki de çoğu için söylenebilir.31 (Alex Callinicos için değil elbette ama büyük ihtimalle Zizek, Eagleton, Jameson, An­derson, Lazarus, Negri ve diğerleri için) Bildiğim kadarıyla bu tutumun teorik öncüleri 1940’larda ABD Troçkizminin içinde bir hizip olan ve ayrılırken Lenin ve Rus devrimine bağlı kalırken, herhangi bir öncü parti fikrine karşı çıkan C L R James ve Raya Dunaveskaya’ydı. Lenin Reloaded’a katkıda bulunanlardan biri olan Kevin B. Anderson herhalde bu eğilimin önde gelen çağdaş temsilcisi olarak görülebilir.

Partisiz bir Lenin arzulayanların şanssızlığına gerçek Lenin 1917’ye kadar hayatını böyle bir partinin inşa edilmesine adayarak, 1907-12 gericiliği gibi en umutsuz koşullarda bile partiyi likidite etme yönündeki tüm eğilimlere karşı yır­tıcı bir şekilde partiyi savundu. Daha sonra, 1917’nin ardından, bütün dünyada benzer devrimci partilerin inşasını ve bunların Komünist Enternasyonal’de birleş­tirilmelerini sürdürdü. Açık söylemek gerekirse parti olmadan Lenin önemsiz bir kimsedir ve devrimci parti fikrinden vazgeçenler gerçekte Leninizm’i terk ediyorlar.

Siyasi partilerde –bizimkiler de dâhil olmak üzere- bir sorun olduğu düşün­cesine gelince, elbette, çoğu insanın neredeyse tüm partilerin ayan beyan ortada olan tavırlarıyla karşılaştığında verdiği böyle bir tepkinin ne kadar anlaşılabilir olduğunun hakkını vermek gerekir. Aynı zamanda onlar sınıf temelinde bölün­müş bir toplumun arazları ve ifadeleri olduğu için bu sınıflı toplumun pek çok korkunç niteliğini de sergilediğinden, siyasi partilerin varlığında gerçekten de yanlış bir şeyler olduğunu anlamalıyız.32 Yine de sınıflı toplumun fiili olarak var olması ve işçi sınıfının bu toplumu terk edip başka bir yerde bir ütopya kura­mayacağı, fakat kendi kurtuluşu için içeriden mücadele etmek zorunda olması nedeniyle bu toplumda siyasi partilerin varlığı bir kazanım ve sınırlı bile olsa demokrasi için şarttır.

İlk olarak belirtilmelidir ki, tarihsel olarak siyasi partilerin gelişmesi 19. Yüzyılda (burjuva) demokrasisinin gelişmesiyle ve oy verme hakkının çalışan insanlara kadar genişlemesiyle el ele gitti. Bundan önce partiler değil sadece ‘seçkinler’ yani aristokratlar ve önde gelen arasında gevşek dernekler vardı. Ancak kitlelerin oy hakkını kazanmasından sonra, üst ve orta sınıflar ve işçilerin kendileri de bu oylar için mücadele etmek amacıyla partiler kurmak zorunda kaldılar. İkincisi, birden çok partinin olmadığı modern toplumların tümü, onların askeri, faşist ya da Stalinist diktatörlükler tarafından zorla bastırıldığı ve demokrasinin tamamen ortadan kalktığı toplumlardır.

Dahası kapitalist bir toplumda baskı olmadan tüm siyasi partilerin dağılması­nın mümkün olabileceğini (elbette değildir) ve tüm temsilcilerin, milletvekilleri­nin, belediye başkanlarının vb bağımsız bireyler olduklarını düşünelim. Bundan halkın çoğunluğu ve işçi sınıfı fayda sağlayacak mıdır? Hayır, sağlamayacaktır. Aksine böyle koşullardan kendi kişisel servetlerini ve diğer tüm avantajlarını (bağlantılar, kültürel sermaye vb) siyasete bugün olduklarından bile daha fazla egemen olmak için kullanacak olan zenginler ve burjuvazi kazançlı çıkacaktır. İster sendikalar ister partiler olsun, işçi sınıfı sadece kolektif örgütler yoluyla sermayeye ve burjuvazinin egemenliğine direnebilir.

Özel olarak Leninist Parti konusunda dönersek üç soru öne süreceğim:

1) Lenin’in tasarladığı partinin temel nitelikleri neydi?

2) Çoğu zaman iddia edildiği gibi böyle bir partide özel olarak elitist veya antidemokratik bir şeyler var mıydı?

3) Bugün hem İrlanda’da hem de her ülkede böyle bir partiyi inşa etmek gibi zor bir göreve girişmek neden gereklidir?

Emperyalizm ya da devletten farklı olarak Lenin’in parti konusundaki dü­şüncelerinin ana hatlarını belirleyen tek bir metin yok, bu makalede daha önce belirtildiği gibi Ne Yapmalı'yı bu şekilde kullanmak konusundaki çabalar ciddi bir biçimde korkutucudur. Bu yüzden benim yapacağım kısa açıklama Lenin’in pratiğinin bir bütün olarak ele alınması temelinde olacak.

Leninist Parti ilk olarak ve her şeyden önce belirli bir sınıfın partisidir: işçi sınıfı. Faaliyeti ve üyeleri bu sınıfta yoğunlaşır ve asıl olarak bu sınıfın çıkarlarını temsil etmeye uğraşır. Partinin doktrini Marksist teoriyi temel alır ve faaliyetlerine bu teori yön verir. Parti sadece ulaşmaya çalıştığını ilan ettiği amacın devrim olması anlamında değil, ama aynı zamanda üyelerinin genel olarak devrimcilerle sınırlı olması anlamında da açıkça devrimcidir. Leninist parti bir ‘fikir kulübü’ değildir ve reformist bir kanadı yoktur. O, işçi sınıfı yığınlarının patronlara ve hükümete karşı yürüttüğü gündelik mücadeleyle sıkı bağlar kurmayı ve mümkün olduğunda ona liderlik etmeyi amaçlayan bir mücadele partisidir. İşçi kitlelere ulaşmak için, parti sendikalarda çalışma yürütür ve seçimlere katılır.33 Parti, üyelerinin siyasi bilincini ve kültürünü arttırmayı ve onları sınıf mücadelesinin liderliği için do­natmayı amaçlar. Parti demokratik merkeziyetçilik ilkesine -demokratik tartışma ve karar alınmasından sonra eylemde birlik- göre hareket eder.

Bu ayırt edici özellikler Leninist partiyi diğer siyasal örgütlenme şekillerinden daha mı az demokratik yapar? Aksine tüm bu özellikler Leninist partiyi, kapitalist bir toplumda faaliyet yürüten sosyalistler için olabilecek en demokratik örgüt­lenme şekli haline getirir.34

Partinin temel aldığı işçi sınıfı kapitalist toplumdaki en demokratik sınıftır. Egemen sınıfın veya orta sınıfın partilerinin demokrasisi ‘doğal’ liderlerinin zenginliği ve maddi ayrıcalıkları, kadrolarının kariyerizmi ve ayrıcalık arzuları tarafından sürekli olarak bozulur. İşçi sınıfı partileri bu basınçlardan tamamen muaf değildir, ister istemez onlardan az ya da çok etkilenirler. Devleti yıkmayı amaçlayan devrimci partiler var olan devleti ele geçirmeyi tasarlayan ve bu nedenle kendi liderlerine kapitalist toplum içinde başarı şansı (bakanlık mevkileri vb) sunan reformist partilere kıyasla bu basınçlardan daha az etkilenirler. Reformist partilerin (ve sendikaların) demokrasisinin altını oyan sadece yönetici tabaka­nın ayrıcalıkları değil aynı zamanda onların kendi tabanlarındaki üyelerinden tamamen farklı bir siyasi perspektif –kapitalizm içinde işçilerin çıkarlarını sa­vunmaktansa işçilerin adına kapitalizmi yönetmek (veya sendikalar söz konusu olduğunda, onunla pazarlık yapmak)– geliştirmeleridir. Elbette reformist bir siyasetçi veya sendika lideri olmak için bu farklılığı becerikli bir şekilde gizleme vasfı gerekir, ancak bu farklılık gerçektir ve aşağıdan gelen demokratik basınca direnmek ve onu saptırmak için sürekli bir çabaya neden olur. Devrimcilerle sınırlı olan Leninist parti liderlerin amaçlarıyla üyelerinkiler arasında böyle bir ayrımın ortaya çıkmasını geniş ölçüde engeller.

Marksizm’e, yani işçi sınıfının kendisini özgürleştirmesine bağlılık ve üyelerin politik eğitimi de partideki demokrasiyi geliştirir. Üyelerin meseleleri tartışabilen ve liderleri sorumlu tutan insanlar olmasını sağlar. Politik düzey kaçınılmaz bir şekilde eşitsiz olacaktır ancak durum yine de politik eğitim konusunda siste­matik olarak az bir çabanın gösterildiği Leninist olmayan örgütlerden çok daha iyidir. Reformist partiler ve sendikalar örneğin tipik olarak üyeleri aidatlarını ödediği, seçim çalışması yaptığı ve oy verdiği sürece onları eğitime tabi tutmakla uğraşmamaktan mutludurlar. Sınıfın gündelik mücadeleleriyle ilişkili olmak da önemli bir demokratik faktördür. Partinin içindeki tartışmaların sınıfın karşı karşıya olduğu meseleleri yansıtmasını ve parti politikalarının pratiğin sınavına tabi olmasını sağlar.

Son olarak birileri karşı çıksa bile kararların uygulanması yükümlülüğünü içerdiğinden ‘bireysel özgürlüğü’ sınırlıyormuş gibi gözüktüğü için, soldaki pek çokları için bir umacı olan demokratik merkeziyetçilik sorunu var. Gerçekte her birey partiden ayrılabileceğinden bu her zaman gönüllüce ve özgür bir şekilde kabul edilmiş bir yükümlülüktür. Demokratik merkeziyetçilik aynı zamanda verimli olmasının yanı sıra hayli demokratik bir örgütlenme şeklidir çünkü ço­ğunluğunun kararlarının gerçekten uygulanmasını sağlar. Bunun zıddı demokratik olmayan merkezci örgütlenmelerde özellikle reformist partilerde ‘özgürlük’ kılıfı altında çoğunluğun aldığı kararların liderler tarafından çoğunlukla görmezden gelinmesidir.

İşçi sınıfın içinde ciddi kökleri olan önemli büyüklükte bir Leninist devrimci partiyi inşa etmek zor ve meşakkatli bir görev. Buna neden girişelim ki? Bu sosyal medya ve yatay ağlar oluşturma günlerinde modası geçmiş ve gereksiz değil mi?35 Devrimin patlak verdiği an gibi daha olumlu koşulları neden beklemeyelim? Bu soruların tümünün cevabı bunun zafer elde etmek için gerekli olduğudur. Bu sonuca hem teorik olarak hem de deneyimlere bakarak varılabilir.

Teorik argümanlar apaçıktır. İşçi sınıfının merkezileşmiş bir düşmanı var –ege­men sınıf ve onun devleti– ve onunla mücadele etmek için kendi merkezileşmiş örgütüne ihtiyacı var. Egemen fikirler egemen sınıfın fikirleridir. ‘Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, aynı zamanda, zihinsel üretimin araçlarını da emrinde bulundurur, bu yüzden genel olarak zihinsel üretim araçlarından yok­sun olanların düşünceleri de aynı zamanda bu egemen sınıfa bağımlıdır.’36 Bu yüzden bu fikirlerin işçi sınıfı üzerindeki ve içindeki etkisine karşı bir mücadele yürütülmelidir. İşçi sınıfı bilinci ve mücadele eşitsiz bir şekilde gelişir. Dolayı­sıyla daha bilinçli ve ileri işçileri, devrimci bir partide diğerlerinden ayrı olarak, burjuva ideolojisinin işçi sınıfı üzerindeki hem doğrudan hem de reformistler ve sendika bürokratları yoluyla dolaylı olarak kurduğu etkiyle mücadele etmesi için örgütlemek gerekir. Lenin’in zamanında geçerli olan tüm bu koşullar bugün de geçerlidir.

Tarihsel deneyim çok fazladır. İşçi sınıfı 1848’de Paris’ten, 2011’deki Mısır’a kadar sisteme karşı sayısız kez ayaklandı. Bazı durumlarda yerel düzeyde ya da kısa süreliğine iktidarı ele geçirdi (1871’deki Paris Komünü) ve bazı durumlarda bunu yapmaya yaklaştı (Almanya 1923, İspanya 1936 vb) ama yalnızca bir kez ulusal iktidarı ele geçirip yıllarca elinde tutabildi: Stalinist karşıdevrime yenik düşene kadar 1917 Rus devrimi. Ekim 1917’yi diğer tüm yenilgilerden farklı kılan kitlesel devrimci partinin varlığı ve liderliği; Lenin’in Bolşevik Parti’siydi ve onun oynadığı rol belirleyici oldu.

Devrimci durum için uygun koşullar beklemek bir işe yaramayacaktır. 1917’de Rusya’daki zaferle 1919-23’te Almanya’daki yenilgi arasındaki fark Bolşevik Parti uzun yıllardır örgütlenip işçi sınıfının önemli kesimlerinin güvenini kazanırken, Rosa Luxemburg, Karl Liebknecht ve Alman devrimci sosyalistlerin Sosyal Demokratlardan kopmak için çok geç kalıp devrimin sıcağında güçlü bir partiyi inşa edecek zamanları olmamasıydı. Mümkün olabildiğince hazırlıklı olmakta fayda var; bu da partiyi devrimden önce –şimdi– inşa etmek anlamına geliyor.

Sonuç

Lenin’in siyasetinin burada tartışılan üç yönü hiçbir şekilde onun mirasının tama­mını temsil etmez, onun teori ve pratiğinin tümünden öğrenilecek muazzam şeyler vardır, ancak yukarıda yer verilen konular birlikte ele alınıldığında Leninizm’in ana çekirdeğini oluştururlar. Devrimci sosyalist teori ve siyaset bugün bu eserlere bel bağlayamaz; dünya değişiyor, kapitalizm gelişiyor ve Marksizm de her cephede çağdaş gerçekliğin somut analizi temelinde gelişmelidir. Bununla birlikte benim görüşüme göre bunu yapmanın en iyi yolu Leninizm’i terk etmekten değil onu temel almaktan geçiyor.

 

Çeviri: Canan Şahin - OD

Dipnotlar

1 John Molyneux, `Lih’s Lenin’, (Lih’in Lenin’i) http://johnmolyneux.blogspot.com/2006/11/lihs-lenin-review-of-lars-t-lih-lenin.html  

2 Lenin’in en başından beri kişisel güç peşinde koştuğu düşüncesi bana her zaman aptalca gelmiştir. Eğer 1893 yılında, Çarlık Rusyası’nda genç bir adamsanız ve hedefiniz maksimum kişisel güce ulaş­mak ise Çarlık bürokrasisine katılırsınız. Lenin’in yaptığı gibi gelecekteki tek ihtimalin Sibirya’ya gönderilmek olduğu 30 kişilik Emeğin Kurtuluşu grubuna değil.  

3 Örneğin bknz, John Molyneux, Marksizm ve Parti, 2 ve 3.üncü bölümler ile Tony Cliff, Lenin 1: Partinin İnşası, Z Yayınları, İstanbul 1994, 4.üncü bölüm.

4 L. Trotsky, Stalin, Londra 1968, s. 58  

5 Aktaran Tony Cliff, Lenin 3: Kuşatılmış Devrim, Z Yayınları, İstanbul 1996 s. 72  

6 Lenin’in bu dönem içindeki tüm siyasi çalışmalarının, bu teorik sınırlar içindeki ancak hem eleş­tirel hem de son derece gerçekçi bir şekilde detaylı değerlendirmesi için bknz Tony Cliff, Lenin 3: Kuşatılmış Devrim

7 Victor Serge, Memoirs of a Revolutionary, (Bir Devrimcinin Anıları) http://www.marxists.org/archive/serge/1945/memoirs/ch04x.htm#h3

8 Lenin’in bürokrasiye karşı son mücadelesinin eksiksiz bir anlatımı için Cliff, A. g. e.  

9 G.Lukacs, Lenin: A Study in the Unity of his Thought, London, 1970, s.89.

10 Bknz John Molyneux, Gerçek Marksist Gelenek, Z Yayınları, İstanbul 1997.  

11 http://www.marxists.org/archive/lenin/works/1916/imp-hsc/ch07.htm

12 http://www.marxists.org/archive/lenin/works/1916/imp-hsc/ch05.htm  

13 International Socialism 99, (2003).

14 Alex Callinicos, Emperyalizm ve Küresel Ekonomi Politik, Phoenix Yayınları, Ankara 2014.  

15 Joseph Choonara, `Empire built on shifting sand’, International Socialism 109,(2006).s.143.  

16 Lenin’in ulusal soruna yaklaşımının eksiksiz bir anlatımı için bknz Tony Cliff, Lenin 2, Bütün İktidar Sovyetlere, Z Yayınları, İstanbul 1994, sf 63-77.

17 V.I.Lenin, `Ulusların kendi kaderini tayin hakkı’, aktaran Cliff, a. g. e., s. 73  

18 Aktaran Cliff, a. g. e., s. 73

19 Aktaran Cliff, a. g. e., s. 75

20 V.I.Lenin, “Theses on the National and Colonial Question”, in Theses, Resolutions and Manifestos of the First Four Congresses of the Third International (London 1980) s.77.  

21 V.I. Lenin, Devlet ve Devrim, Moskova 1977, sf 9-10  

22 M.Foucault, Bilme İstenci aktaran Alex Callinicos, Is There a Future for Marxism?, Londra 1982, s.108.  

23 http://www.marxists.org/history/international/comintern/sections/britain/brs/1951/51.htm

24 A.Gramsci, Selections from the Prison Notebooks, Londra 1982, s. 238

25 A.g.e., s.235

26 A.g.e., s.57  

27 A.g.e sf.169-70

28 Daha bütüncül bir açıklama ve Gramsci’nin çarpıtılmasının çürütülmesi için bknz Chris Harman, Gramsci versus Reformism, Londra 1983.  

29 Bknz John Molyneux, Anarchism: A Marxist Criticism, Londra 2011.  

30 A.g.e., s.64

31 S. Budgen, S.Kouvelakis, S. Zizek, ed., Lenin Reloaded:Toward a Politics of Truth, Durham and Londra 2007  

32 Bu problemlerin bazılarının tartışılması için bknz John Molyneux, `On Party Democracy,’ Inter­national Socialism 124, (2009).  

33 Bu noktalar hakkındaki kapsamlı bir tartışma için bknz Sol Komünizm: Bir Çocukluk Hastalığı

34 Bu mutlak değil göreceli bir ifadedir. Pratikte Leninist partiler hiyerarşik bir sınıf toplumunda her örgütün uğraştığı gibi, her türden elitizm, hiyerarşi, demokrasi ih­lali sorunlarıyla karşılaşırlar. Leninist partiler sadecebu tür basınçlarla daha iyi mü­cadele edebilirler. Bu konu hakkında daha kapsamlı bir tartışma için bknz John Molyneux, `On Party Democracy›  

35 Sosyal medyanın faydaları ve sınırları için bknz Jonny Jones, `Sosyal medya ve sosyal hareketler’ International Socialism 130 (2011) ve John Molyneux, Will the Revolution be Televised?, Londra 2011, sf.93-97.

36 Karl Marx ve Frederick Engels, Alman İdeolojisi  

 

SON SAYI