Çeviren: Tarık Kaya
Marksist çevrelerde, parti ile sınıf arasındaki ilişki sorunu kadar anlaşmazlık konusu olan sorun azdır. Bu konudaki tartışmalar yoğun ve kavgalı olmuş, kaç nesildir aynı suçlamalarla sonuçlana gelmiştir: 'Bürokrat', 'ikameci', 'elitist', 'otokrat'. Konunun önemine ve uzun zamandır tartışılıyor olmasına rağmen, tartışmanın altında yatan temel ilkeler genellikle berraklığa kavuşturulamamıştır. Örneğin, parti örgütlenmesinin niteliği konusunda bolşevikler ve menşevikler 1903'de bölündükleri zaman Lenin'in yanında yer alanların birçoğu 1917'ye gelindiğinde barikatların karşı tarafında kalmış (örneğin Plekhanov); buna karşılık, Rosa Lüksemburg ve Troçki gibi devrimciler 1903'de Lenin'in karşısında fakat 1917'de onunla beraber tutum almışlardır. Üstelik bu karmaşa istisnai bir örnek değil, devrim tartışmalarında sürekli karşımıza çıkıyor. Komintern'in II. Kongresi'nde, Paul Levi'nin, Avrupalı ve Amerikalı işçilerin partinin gerekliliğini anladığı iddiasına karşı Troçki'nin söylediklerini anımsamakla yarar var. Troçki durumun o kadar basit olmadığını savunur:
"Soyut bir düzeyde konuşacak olursak, Scheidemann'ı bir kefeye; burjuvazi ile sadece mücadele etmek değil, Scheidemann’ın aksine, burjuvazinin kafasını koparmak isteyen Amerikan, Fransız veya İspanyol sendikalarını bir kefeye koymak gerek. Bu nedenle, ben bu İspanyol, Amerikan ve Fransız yoldaşlarla tartışmayı ve onlara, üstlerine düşen tarihsel görevi yerine getirebilmek için partinin kaçınılmaz bir gereklilik olduğunu kanıtlamayı tercih ederim... Bunu onlara yoldaşçasına, kendi deneyimlerimden hareketle kanıtlamaya çalışırım. Scheidemann'ın uzun deneyimini öne sürüp, çoğunluğun bu sorunu zaten çözdüğünü söyleyerek değil... Benim, partinin gerekliliğini gayet iyi bilen bir Renaudel ile veya "yoldaş" sözünü edemeyeceğim Albert Thomas ve başka centilmenler ile aramda hiçbir ortak yön yoktur."
Troçki'nin burada değindiği sorun (yani, hem sosyal demokratlar, hem bolşevikler 'parti gereklidir' diyor olmalarına rağmen, aslında ikisinin apayrı şeyden sözediyor olmaları), stalinizmin zaferinden bu yana daha da çetrefilleşti. Bolşevizmin kelime hâzinesi devralınarak, onu yaratanların amaçlarına ters bir yönde kullanıldı. Buna rağmen, hem stalinizme hem sosyal demokrasiye karşı çıkarak devrimci geleneği sürdürenler Troçki'nin 1920'de dediklerini yeterince ciddiye almış değiller. Partinin gerekliliğini kanıtlamak için genellikle baktıkları şey geçmişin 'deneyimi' olmuştur. Oysa bu deneyim, stalinizmin ve sosyal demokrasinin deneyimlerinden öte bir şey değildir.
Bu yazıda, devrimci çevrelerde süren tartışmaların bile çoğunun stalinist veya sosyal demokrat parti görüşlerinden yana olup olmama şeklinde sürdüğünü; oysa, Lenin'in yazı ve eylemlerinde geliştirilen örgüt görüşünün diğer iki görüşten tamamen değişik olduğunu kanıtlamaya çalışacağım. Bu gerçek, Ekim Devrimi'nin teori ve pratiğinin stalinizm tarafından çarpıtılması sonucu gözlerden uzak kalmıştır. Ayrıca, Bolşevik Partisi'nin illegal koşullarda gelişmiş olması ve parti içi tartışmaların genellikle ortodoks bir sosyal demokrat dille yürütülmüş olması karmaşaya katkıda bulunmuştur.
Sosyal demokrasinin klasik teorileri (bunlar 1914'ten önce hiçbir marksist tarafından yadsınmamıştı), zorunlu olarak, sosyalizm yolunda partiye merkezi bir işlev yüklemekteydi. Çünkü bu yol, esas olarak, işçi sınıfının örgütlerinin ve bilincinin sürekli ve düzenli bir yükselmesinden ibaret olarak görülüyordu. Kautski gibi, sosyalizme geçişin tedrici bir süreç olacağına inanmayan marksistler bile, halihazırda gerekli olanın örgütsel gücü ve oy tabanını sürekli genişletmek olduğunu kabul ediyordu. Partinin büyümesi temel sayılıyordu, çünkü ister seçimle, ister işçi sınıfının savunmaya yönelik şiddet kullanması sonucu sosyalizmi geçişi kaçınılmaz olarak gerçekleştiği zaman, iktidarı devralıp yeni devletin temelini oluşturacak (veya eskisini yeniden düzenleyecek) bir partinin varolması gerekiyordu.
Kitlesel bir işçi sınıfı partisinin gelişmesi, zaten kapitalist gelişmenin kaçınılmaz bir yan ürünü olarak görülüyordu. "Proletaryanın sayısı her gün artıyor, işsizler ordusu gittikçe dev boyutlara ulaşıyor ve sömürenle sömürülen arasındaki mücadele gün geçtikçe keskinleşiyor"(1), bunalımlar "doğal olarak her seferinde daha da derinleşiyor"(2), "insanların çoğunluğu gittikçe fakirliğe ve sefalete boğuluyor"(3), "ekonominin parlak dönemleri gittikçe kısalırken, bunalım dönemleri hep daha uzun oluyor".(4) Bu da, her gün artan sayıda işçiyi "içgüdüsel olarak kurulu düzene karşı cephe almaya itiyor".(5) Sosyal demokrasi, "burjuva düşünürlerin bağımsız bilimsel araştırmalarına"(6) dayanarak işçileri "toplumsal yasaları açıkça anladıkları"(7) bir düzeye yükseltmek görevini üstlenir. Böyle bir hareket "sınıf çelişkilerinden kaynaklandığı için ... ancak geçici yenilgiler yaşayabilir ve sonunda üstün geleceği muhakkaktır".(8) "Devrimler irade gücüyle gerçekleştirilemez ... devrim kaçınılmaz bir gereklilikle gelir". Bu sürecin temel ve merkezi mekanizması parlamento seçimleridir (gerçi, 1905-6'nın hemen sonrasında Kautski bile genel grev fikrine yaklaşır gibi olmuştur).(9) "Günümüzde silahlı ayaklanmanın kesin bir rol oynayacağını düşünmek için hiçbir neden yoktur".(10) Öte yandan, "proletaryayı içinde bulunduğu ekonomik, toplumsal ve ahlaki fakirlikten kurtarmanın en etkili yolu parlamentodan geçer",(11) İşçi sınıfı parlamentoyu kendi amaçları doğrultusunda kullandıkça, "parlamento nitelik değiştirmeye başlar, burjuvazinin elinde bir alet olmaktan çıkmaya başlar". (12) Uzun vadede, her eylem işçi sınıfının partisinin kurulmasına ve partinin parlamentoda çoğunluk kazanıp hükümet kurmasına hizmet etmelidir, "İşçi partisi temsil ettiği sınıfın çıkarları için hükümeti ele geçirmeyi amaçlamalıdır. Bu amacın gerçekleşmesi ekonomik gelişmenin doğal sonucu olacaktır."(13)
Bu bakış açısı Birinci Dünya Savaşı'ndan önceki 40 yıl boyunca Batı Avrupa'da sosyalizmin temelini oluşturmuş ve tüm sosyalistler arasında tartışma konusu bile olmadan kabul edilmiştir. Almanya Sosyal Demokrat Partisi (SPD) savaşı desteklemeye karar verdiğinde Lenin'in ne büyük bir şaşkınlığa uğradığını biliyoruz. Pek o kadar yaygın olarak bilinmeyen bir şey ise, Lüksemburg gibi Kautski'yi soldan eleştirenler bile parti ile sınıf ilişkileri ve sınıf bilincinin gelişmesi konusunda yukarıdaki teorilerin temelini reddetmemişlerdi. Eleştirileri, Kautski'nin sunduğu teorik çerçevenin sınırları içinde kalıyordu.
Sosyal demokrasinin temelinde, partinin sınıfı temsil ettiği anlayışı yatar. Partinin dışında sınıfın bilinci yoktur. Öyle ki, Kautski'nin, sınıfın partiden bağımsız olarak yapacağı şeylerden, "özellikle de zamanı gelmemiş erken" bir devrimden korkusu büyüktü. İktidara el koyan parti olmalıydı. Sınıfın diğer örgüt ve eylemleri faydalı olabilmekle birlikte, muhakkak sınıf bilincinin kaynağı olan partiye bağımlı olmalıydı. "Sendikaların 'dolaysız eylemi' parlamentodaki çalışmalarımıza ek ve yardımcı olarak etkili olabilir, fakat hiçbir zaman onların yerini alamaz."(14)
Sosyal demokrasinin bu görüşlerinin o güne değin hiçbir yerde sorgulanmamış olduğunu (parti kavramını tümüyle yadsıyan anarşistler hariç) kavramadığımız taktirde, 1917 öncesinde partinin örgütlenmesi sorunu hakkında yaşanan tartışmalara anlam vermemiz mümkün olamaz. Bu görüşlerin temel varsayımları, işçi sınıfının kitlesel kendiliğinden eylemlerini önemseyen ve bu nedenle ortodoks sosyal demokrasiye karşı çıkan Lüksemburg tarafından bile kabul ediliyordu. Bunu teorik yetersizliğe bağlamamak, tarihsel konuma bağlı olarak değerlendirmek gerek. O tarihte işçi sınıfı iktidarının tek somut örneği Paris Komünü'ydü; o da ağırlıkla küçük burjuva bir kentte iki aylık bir deneyimdi ancak. 1905 Devrimi ise, bir işçi devletinin nasıl örgütleneceğine dair tam olarak şekillenmemiş bazı izlenimler verebilmişti ancak. İşçi iktidarının temel biçimleri (sovyetler, işçi konseyleri) henüz tanınmıyordu. Hatta, 1905'te Petrograd Sovyeti'nin başkanı olan Troçki bile, 1905'in derslerini çıkardığı Sonuçlar ve Olasılıklar kitabında bu biçimlerden söz etmez. Gelecek Rus devriminin sosyalist içeriğini o tarihte öngören tek kişi olan Troçki, bu içeriğin alacağı biçimi öngörmez:
"Devrim her şeyden önce bir iktidar sorunudur - yani önemli olan devletin biçimi (yani, meclis mi, cumhuriyet mi, birleşik devletler mi) değil, hükümetin toplumsal içeriğidir."(15)
Rosa Lüksemburg'un 1905'i yorumlayan Kitle Grevi kitabında da aynı eksiklik göze çarpar. Lenin'in yazı ve fikirlerinde de sovyet kavramı ancak Şubat Devrimi'nden sonra merkezi bir konuma gelir. (16)
Devrimci sol, Kautski'nin partiyi işçi devletinin dolaysız bir ön biçimi olarak gören anlayışını hiçbir zaman tamamen kabul etmemişti. Lüksemburg'un yazılarında, örneğin, partinin tutuculuğuna ve kitlelerin partiden öteye gitmesi gerektiğine en baştan değinmeler vardır.(17) Fakat sosyal demokratik görüşlerin açıkça reddi yoktur. Oysa, parti ile sınıf ilişkisi teorik berraklığa kavuşmadıkça, parti içi örgütlenme sorunu da karanlıkta kalmaya mahkumdur.
Bu, en belirgin şekliyle, Lüksemburg'un yazılarında örneklenebilir. Yalnız şu hatayı işlemeyelim: Lüksemburg'un teorisi, stalinistlerin ve Lüksemburg'un sözde taraftarlarının iddia ettiği gibi 'kendiliğindenci' olup partinin gereğini yadsıyan bir teori değildir. Aksine, yazılarında sürekli olarak partinin gerekliliğini ve oynaması gereken olumlu rolü vurgular. "Rusya'da sosyal demokrat parti proletaryayı içinde bulunduğu 'atomize' durumdan kurtarmalı; işçileri, tarihsel hedeflerini kavramaya yardımcı olacak ve bu hedefler doğrultusunda mücadeleye hazırlayacak sınıf örgütüne doğru yönlendirmeli.(18)
"... Sosyal demokrasinin görevi kitle grevlerinin teknik hazırlığını ve yönetimini yapmak değil, her şeyden önce, tüm hareketin siyasi öncülüğünü yüklenmektir.(19)
"Sosyal demokratlar proletaryanın en aydın, en bilinçli öncüsünü oluşturur, devrimci durumun gelişmesi için kollarını kavuşturup beklemezler, beklememelidirler."(20)
Bütün bunlara rağmen, Lüksemburg'un partinin işlevi hakkındaki yazılarında hep bir belirsizlik de vardır. Partinin öncülük işlevinin fazla önem kazanmamasına gayret eder - çünkü bu işlevi "sosyal demokrasinin temkinli yaklaşımı"(21) ile bir görür. Gerekli olduğuna inandığı halde ("sosyal demokrasi genel olarak her türlü yerelciliğe ve federalizme karşıdır"(22) merkeziyetçiliği "Merkez Komitesinin doğal tutuculuğu'(23) ile eşleştirir. Bu tür belirsizlikleri Lüksemburg'un içinde yaşadığı somut durumdan bağımsız olarak anlamak mümkün değildir. Lüksemburg SPD'nin önderlerinden biri olmakla birlikte, partinin çalışma tarzı hakkında hep biraz tedirgindi. Merkeziyetçiliğin tehlikelerine dikkati çekmek istediği zaman değindiği de hep buydu:
"Alman sosyal demokrasisinin taktikleri hem kıvrak hem de kaya gibi olmayı başardıkları için evrensel olarak takdir edilmiştir. Bu, partimizin kendini parlamenter rejimin koşullarına iyi uyarlamış olduğunun bir göstergesi ... fakat, bu uyarlamanın başarısı, aynı zamanda, çok daha geniş ufukları partimize kapatmıştır."
1914'te olacakları dahiyane bir şekilde öngören bu cümlelere rağmen, Lüksemburg SPD'nin gittikçe artan uyuşukluğunun ve tek düzeliğinin kaynaklarını açıklayabilmekten, buna nasıl karşı konabileceğini göstermekten uzaktır. Bilinçli bireyler ve gruplar bu eğilimin önüne geçemezler. Çünkü "bu uyuşukluk, büyük ölçüde, var olmayan siyasi durumların şekil ve hatlarını soyut hipotezlerin boşluğu içinde tanımlamanın zorluğundan kaynaklanır."(24) Partinin bürokratikleşmesini, ancak parti içi uyum ve etkinliğin sınırlanması ile önlenebilecek kaçınılmaz bir olgu olarak görür Lüksemburg.
Ona göre, "çoğunluğun kendi çıkarları doğrultusunda bilinçli hareketini" sınırlayan şey, şu veya bu örgütlenme biçimi ve bilinçli yönlendirme değil, örgütlenme ve yönlendirmenin ta kendisidir.
"Bilinçli, bilinçsizin arkasında kalır. Tarihin kendi mantığı, tarihsel süreçte yer alan insanların özel mantığının önünde yer alır. Sosyalist parti yönetici organlarının eğilimi tutucu bir rol oynama yönündedir."(25)
Burada doğru ve önemli bir nokta yakalanmış: Bazı tür örgütlerin hızla değişen bir durum karşısında tepki göstermekten aciz olmaları (veya göstermek istememeleri). Buna gösterilecek örnek bol: 1919'da İtalyan Sosyalist Partisi'nin Maksimalist kanadı, 1914'te İkinci Enternasyonal'in tüm 'orta'sı, 1917'de menşevik enternasyonalistler, 1923'de KPD. Bolşevik Partisi'nde bile böylesine bir tutuculuğa kayan güçlü bir eğilim vardı. Fakat Lüksemburg, teşhisi koyduktan sonra, epistemolojik genellemeler dışında, hastalığın kaynağını bulmaya ve örgütsel çareler düşünmeye çalışmamıştır. Neredeyse kaderci bir umutla, 'bilinçsizliğin' 'bilinci' doğru yöne çekeceğini umar. Kitle hareketinin gelişme temposuna karşı müthiş duyarlı olmasına rağmen (bu duyarlık özellikle Kitle Grevinde çok belirgindir), bu kendiliğinden hareketi en iyi yönlendirebilecek siyasi örgüt kavramını berrak bir şekilde geliştirmekten kaçınır. Ve ilginçtir, bürokratik tekdüzeliğin ve parlamenter salaklığın bu en acımasız eleştirmeni, 1903 yılında, Rus partisinin bu yanlışları en iyi simgeleyen kanadının yanında, yani menşeviklerden yana tavır almıştır. Almanya'da ise Kautskiciliğe karşı muhalefet, 1900'de başlayıp 1910'da tamamen şekillenmesine rağmen, ancak 1915'de somut örgütsel bir şekil almıştır.
Lüksemburg'un görüşleri ile, Troçki'nin 1917'ye dek savunduğu görüşler arasında hatırı sayılır bir paralellik vardır. Troçki de bürokratik tekdüzelik tehlikesinin bilincindedir:
"Proletarya içinde yapılan ajitasyon ve örgütlenme çalışmasının içsel bir ataleti vardır. Avrupa sosyalist partilerinde ve özellikle bunların en büyüğü olan Alman Sosyal Demokrat Partisi'nde, bu atalet, kitleler sosyalizme döndükçe ve parti içinde örgütlenip disiplin altına girdikçe daha da büyümüştür. Buna bağlı olarak, proletaryanın siyasi deneyimini bünyesinde toplayan bir örgüt olan Sosyal Demokrasi, bir an gelebilir ki, işçilerle burjuvazi arasındaki mücadelenin önünde bir engel teşkil edebilir."(26)
Devrimci ruhu, Troçki'yi tüm merkeziyetçi örgütlere kuşkuyla bakmaya sürükler. Troçki'nin 1904'teki görüşüne göre, Lenin'in parti anlayışı ancak şöyle bir duruma yol açabilir:
"...Parti örgütü kendini partinin tümünün yerine ikame eder; sonra Merkez Komitesi kendini parti örgütünün yerine ikame eder; ve nihayet 'diktatör' kendini Merkez Komitesi'nin yerine ikame eder."(27)
Oysa, Troçki'ye göre, işçi sınıfı iktidarının sorunları ancak "Sosyalizm içindeki sayısız eğilim arasında sistematik bir mücadele sonucu çözüm bulabilir. Proletaryanın diktatörlüğü ortaya onlarca, yüzlerce yeni sorun attıkça kaçınılmaz olarak değişik eğilimler oluşacaktır. Hiçbir güçlü, egemen örgüt bu eğilimleri ve tartışmaları bastıramaz."(28)
Örgütsel katılık korkusu, Troçki'yi de, Rusya'daki parti içi tartışmada, sonraları kendiliğinden kitle eylemlerinden iyice korktuklarını belli edecek olan menşevikleri desteklemeye itmiştir. Siyasi olarak menşeviklerden gittikçe yabancılaşmasına rağmen Troçki uzun yıllar onlara muhalif bir örgüt kurmaya kalkışmamıştır. 1904'teki Lenin eleştirileri ister doğru ister yanlış olsun (ki bizce yanlıştı), Troçki etkin tarihsel bir rol oynamaya ancak 1917'de Lenin'in partisine katılınca başlayabilmiştir.
Eğer örgütlenme gerçekten bürokrasiye ve atalete yol açıyorsa, bunu kabul edersek, o zaman Lüksemburg ile genç Troçki'ye hak vermek, devrimciler arasındaki merkeziyetçilik ve uyum arama eğilimini sınırlamak gerek. Fakat, bunu kabul edersek, bu görüşün tüm mantıksal uzantılarını ve sonuçlarını da kabul etmemiz gerekir. Bu sonuçların en önemlisi bir çeşit tarihsel kaderciliktir. Şöyle ki, bireyler işçi sınıfı içinde kendi görüşlerini kabul ettirmek için mücadele verebilir ve görüşler işçilere kendi kurtuluşları için mücadele edecek bilinci ve özgüveni sağlayabilir. Fakat devrimciler kendilerine eylem içinde düşmanları kadar uyumlu ve etkin kılacak örgütü kurmamalıdır. Çünkü kurdukları taktirde, kitlelerin kendiliğinden hareketini sınırlıyor olurlar. Yani kısacası, kitleler arasında 'kendiliğinden' hareketin gelişmesini beklemek gerekir. Bu bekleyiş sırasında da, siyasi olarak hemfikir olunmasa bile, mümkün olanın en iyisi diye, var olan örgütlere katılmak gerek herhalde.
Lenin'in yazılarında Lüksemburg ile Troçki'yi bu denli rahatsız eden bu sorunlara sürekli olarak, fakat açıkça ifade edilmeden, değinilir. Fakat bu, kaderci bir teslimiyetçiliğe varmaz. Lenin giderek şunu kavrar ki, bu sorunların kaynağı 'örgüt'ün kendisi değil, belirli örgüt biçimleri ve örgütlenmenin belirli bazı yönleridir. Birinci Dünya Savaşı ve 1917 olayları eski örgütlenme biçimlerinin hatalarını su yüzüne çıkarana değin, Lenin geliştirmekte olduğu yeni kavramları açıkça ortaya koymuş değildi. Hatta, o zaman bile bu kavramlar tamamıyla geliştirilmiş değildi. Rus işçi sınıfının imhası, Sovyet sisteminin (yani işçi komitelerine dayalı sistemin) gerçek anlamda varlığını yitirmesi ve nihayet stalinizmin egemenliği, sosyalist teorinin herhangi bir gelişmesinin önüne geçti. İşçi sınıfının parçalanması ve demoralizasyonu sonucu ortaya çıkan bürokrasi, devrimin teorik temellerini devralıp kendi çıkar ve suçlarını haklı çıkaran bir ideolojiye dönüştürdü. Lenin'in parti hakkında ve partinin sınıfla ilişkisi hakkındaki görüşleri, eski sosyal demokratik anlayıştan ayrı olarak daha yeni tanımlanmıştı ki, tekrar stalinist ideolojinin karanlıklarına gömüldü.
Lenin'in kavramlarının birçoğu İtalyan devrimci Antonio Gramşi tarafından ele alınıp berrak ve düzenli teorik biçimlere sokulmuştur (29)
Genellikle gözden kaçırılmasına rağmen, Lenin'in yazılarında iç içe geçmiş ve birbirini tamamlayan iki anlayış vardır. Dikkatsiz okuyucuya bunlar çelişkili görünebilir. Bu anlayışlardan ilki, sürekli olarak, işçi sınıfının bilinç düzeyinin ani değişmeler geçirebileceğini, işçi sınıfının kendi eyleminin beklenmedik bir şekilde yükselebileceğini vurgular; proletaryanın tevekkül ve boyun eğme alışkanlığından kurtulmasını sağlayan derin içgüdüsünden söz eder.
"Devrimlerin tarihinde, on yıllar ve yüzyıllardır olgunlaşmakta olan çelişkiler gün ışığına çıkıverir. Yaşam olağanüstü bir hareketlilik kazanır. O zamana kadar gölgede kalmış olan ve yüzeysel gözlemcilerin sık sık küçümsediği kitleler aktif savaşçılar olarak siyaset sahnesine çıkar... Bu kitleler, tarihin kendilerine yüklediği evrensel öneme sahip dev görevi başarabilmek için muazzam bir kahramanlık ve çaba gösterirler. Ve uğradıkları yenilgi ne denli büyük, verilen kurbanlar ve akan kan ne denli acı olursa olsun, kitlelerle sınıfların devrim mücadelesinin içinde edindikleri dolaysız tecrübe her şeyden büyük bir öneme sahiptir.(30) "...Sosyal demokratların her zaman yürüttükleri ve her zaman yürütecekleri yavaş, düzenli ve bazen gözle görülmez siyasi eğitim çalışmasının önemini iyi kavrıyoruz. Fakat, özellikle günümüzün koşullarında iyice tehlikeli olacak bir şey var ki, buna izin vermemeliyiz: Halkın gücüne güvenimiz azalmamalı. Büyük tarihsel olaylar sokaktaki adamı odasının yalnızlığından, evinin köşesinden çekip aldığında, onu bir yurttaşa dönüştürdüğünde, devrimin ne muazzam bir eğitici ve örgütleyici güce sahip olduğunu unutmamalıyız. Bir kaç aylık devrim bazen insanları on yıllardır süren siyasi durağanlıktan daha hızlı eğitir.(31)
"İşçi sınıfı kendiliğinden, içgüdüsel olarak sosyal demokrattır (32)
"Proletaryanın kapitalist toplum içindeki özel koşulları işçileri sosyalizm mücadelesine iter; işçilerle sosyalist partinin birliği hareketin en erken aşamalarında kendiliğinden bir güçle ortaya çıkar."(33)
Savaşın patlamasından sonra 1914'ün en kötü aylarında bile Lenin şöyle yazıyordu:
"Savaşın yarattığı nesnel durum... devrimci hislerin gelişmesine yol açıyor; en iyi, en sınıf bilinçli proleterleri daha da keskinleştiriyor, fikirlerini daha da berraklaştırıyor. Kitlelerin tavrında ani bir değişiklik hem mümkün hem de gün geçtikçe daha olası..."(34)
Kitlelere duyduğu bu güven 1917’nin Nisan'ında ve Ağustos-Eylül'ünde Lenin'i kendi partisiyle çelişkiye düşürür:
"Kitlelerin partinin solunda olduğunu birkaç kez tekrarladı Lenin. Partinin çoğunluğunun da üst düzey 'eski bolşevik'lerin solunda olduğunu biliyordu."(35)
'Demokratik Konferans'a ilişkin olarak da şöyle yazıyordu Lenin:
"Kitlelerin bu tartışmaya katılmalarını sağlamalıyız. Sınıf bilinçli işçiler meseleyi kendi ellerine almalı, tartışmayı örgütlemeli ve 'tepedekiler'e baskı yapmalı."(36)
Yukarıda açıklanan bu anlayışın yanı sıra, Lenin'in yazı ve eylemlerindeki ikinci temel unsur ise, teorinin ve bunun taşıyıcısı olarak partinin işlevini sürekli bir şekilde vurguluyor olmasıdır. Lenin bunu, en iyi bilinen şekliyle, Ne Yapmalı'da şöyle ifade eder: "Devrimci teori olmadan devrimci pratik olamaz."(37) Aynı temayı, eylemlerinin her aşamasında, salt 1903'te değil, 1905 ve 1917'de de, üstelik partiyi kitlelerin sola kaymasına ayak uyduramadığı için eleştirdiği anlarda bile vurgular. Ve Lenin için parti tüm sınıfın kitle örgütü olmaktan bambaşka bir şeydir. Parti bir öncüler örgütüdür; üyelik, işçilerin çoğunda bulunmayan bir 'kendini verme' gerektirir. (Fakat bunu, Lenin'in salt profesyonel devrimcilerden oluşan bir parti istediği şeklinde anlamak yanlış olur (38)).
Bütün bunlar çelişkili görünebilir. Özellikle, Lenin'in 1903'te, Kautski'ye dayanarak, sınıfı ancak partinin sosyalist bilinçle donatabileceğini savunurken, daha sonra, sınıfın partinin 'solunda' olduğunu iddia etmesi iyice çelişkili görünebilir. Oysa, burada çelişki görmek Lenin'in bu konudaki görüşlerinin temellerini anlamamaktan kaynaklanır. Lenin'in parti anlayışının teorik temelinde yatan şey işçi sınıfının sosyalist bilince kendiliğinden ulaşamayacağı değildir. Bunun RSDİP'nin ikinci kongresinde açıkça ifade eder. "Lenin ideolojinin oluşmasında işçilerin de katkısı olduğu gerçeğini hiç hesaba katmıyor" suçlamasına karşı şöyle der: "...'Ekonomistler' bir aşırı uca gittiler. Meseleyi rayına oturtmak için birinin öbür yöne doğru çekmesi gerekiyordu; ben de işte bunu yaptım.”(39)
Lenin'in parti anlayışının temelinde şu yatar: İşçi sınıfının içinde bilinç düzeyi hiçbir zaman homojen değildir, bütün sınıf aynı düzeyde değildir. Devrimci durumda sınıfın çoğunluğu ne denli hızlı bir eğitimden geçse de, bazı kesimler diğerlerinden ileri bir düzeyde olacaktır. Sınıfın kendiliğinden dönüşümünü göklere çıkarmak, bu dönüşüm esnasında ortaya çıkan bir yığın geçici sonuçları ve unsurları da gözü kapalı kabullenmek demektir. Oysa, bunlar, sınıfın ileriye doğru hareketini yansıttıkları gibi, aynı zamanda geriliğini de yansıtırlar. Sınıfın devrimci potansiyelinden kaynaklandıkları gibi, aynı zamanda burjuva toplumundaki konumundan da kaynaklanırlar.
İşçiler kafalarında fikir olmayan birer robot değildir. Bilinçli devrimcilerin müdahalesiyle sosyalist bir dünya görüşüne kazanılmadıkları takdirde, içinde yaşadıkları toplumun burjuva ideolojisini kabullenmeye devam ederler. Bu ideoloji tüm kitle iletişim araçları tarafından yaşamın her yanına yansır üstelik. Bazı işçiler tam anlamıyla bilimsel bir bakış açısına 'kendiliğinden' varsa bile, yine de, buna varamayan diğerleriyle tartışmak zorunda olacaklardır.
"Öncü kesim ile onun çekiminde kalan kitlelerin tümü arasındaki ayrımı unutmak, öncü kesimin hep daha geniş kitleleri kendi düzeyine yükseltme görevini unutmak, ancak kendimizi kandırmak anlamına gelir; görevimizin dev boyutlarını gözden kaçırmak ve bu boyutları sınırlamak anlamına gelir."(40)
Bu sözlerin geçerliliği belirli tarihsel dönemlerle sınırlı değildir. Bazı kişilerin iddia ettikleri üzere, bu sözler geri kalmış 1902 Rusya'sının işçi sınıfı için geçerli iken, günümüzün gelişmiş ülkeleri için geçerliliğini yitirmiş değildir. Günümüzde işçi sınıfının bilincinin gelişmesi için olanaklar daha büyük olabilir, fakat kapitalist toplumun niteliği, bugün de, sınıf içinde bilinç düzeyinin son derece eşitsiz dağılımına yol açmaya devam etmektedir. Bunu yadsımak, sınıfın devrimci potansiyeliyle şu anki durumunu ayırt edememek demektir. Lenin 1905'te menşeviklere (ve Lüksemburg'a) şöyle seslenir:
"İşçilerin bağımsız eyleminin gelişmesi hakkında ettiğiniz genel geçer lafları daha az edin de (işçiler zaten sizin farkına bile varmadığınız yığınla bağımsız devrimci eyleme giriyor!), asıl kendi kuyrukçuluğunuzla gelişmemiş işçileri demoralize etmemeye dikkat edin (41) "İki tür bağımsız eylem vardır. Biri, devrimci inisiyatif sahibi olan proletaryanın bağımsız eylemi; diğeri, gelişmemiş ve yönlenmemiş proletaryanın bağımsız eylemi... Aramızda hala bu ikinci tür eyleme tapan sosyal demokratlar var. Bunlar, 'sınıf sözünü defalarca yineleyerek günümüzün acil sorunlarına dolaysız çözümler sunmak zorunluğundan kurtulabileceklerini sanıyorlar. "(42)
Kısacası, sınıfın bir bütün olarak nelere kadir olduğundan daha az konuşup, bizim bu süreç içinde (ve bir parçası olarak) nasıl hareket etmemiz gerektiğini daha fazla tartışalım. Gramşi’nin dediği gibi:
"Saf kendiliğindenlik tarihte yoktur; bu olsa olsa mekanik eylemler için geçerli olabilir. Ancak 'en kendiliğinden’ hareketlerde 'bilinçli yönlendirme' unsurları kimsenin denetiminde değildir... Bu hareketlerde birçok bilinçli yönlendirme unsuru vardır, ancak bunlardan hiçbiri egemen değildir."(43)
İnsanın kafasında her zaman bir dünya görüşü vardır ve bu görüş kolektif yaşamından kaynaklanır. "Dünya görüşü ile insan her zaman bir gruplaşmanın parçasıdır. Bu grup kendi çalışma ve düşünce tarzını paylaşan toplumsal unsurlardan oluşur." İnsan kendi dünya görüşünü sürekli olarak eleştiri süzgecinden geçirmediği takdirde, "Aynı anda bir sürü değişik insan kitlesinin parçası olma durumunda kalır, kendi kişiliği garip bir şekilde oluşur. Bir yandan mağara adamının unsurlarını taşırken, aynı anda en ileri çağdaş düşüncenin bazı yönlerine hâkimdir; bir yandan tüm geçmiş tarih dönemlerinin berbat önyargılarından izler taşırken, aynı anda insan ırkının tüm dünyada birleşmiş olduğu gelecek bir felsefenin önsezilerine sahiptir.”(44)
"Kitlelerin aktif insanı pratik olarak faaliyet gösterir, fakat eylemlerinin berrak teorik bilincine (yani dünyanın değiştirdiği kadarıyla bilgisine) sahip değildir. Hatta teorik bilinci eylemlerine karşıt olabilir. Yani, iki ayrı teorik bilinci (veya çelişkili bir bilinci) var diyebiliriz. Biri, eylemlerinde saklı olan, kişiyi dünyayı değiştirme işinde çevresindekilerle birleştiren bilinç; diğeri ise, yüzeyde görülen, sözle söylenen, geçmişten devralıp eleştirmeden kabullenilen bilinç. Bu ikilik öyle bir noktaya varabilir ki, bir eyleme katılmasına karar verip seçim yapmasını önleyebilir, ahlaki ve siyasi pasifliğe yol açabilir.”(45)
"... Her eylem kolektif iradenin etkisi altında kalmış bir iradenin sonucudur. Bu etki az veya çok yoğun, az veya çok bilinçli, az veya çok homojen olabilir... Açıktır ki, buna bağlı olarak, gelişen teori de çeşitli ve karışık inanç ve görüşlerin toplamı olacaktır. Tarihin belli bir noktasında ortaya çıkan güçlerin büyüyerek etkinlik kazanması ancak şu koşulla mümkündür: Eylemin üzerine öyle bir teori kurulabilmeli ki, bu teori eylemin içindeki önde gelen unsurlara tekabül etsin, onlarla tanımlansın ve böylece tarihsel süreci hızlandırsın, eylemi tüm unsurlarıyla daha homojen, daha uyumlu, daha etkili kılsın.,."(46)
Bu anlamda, 'kendiliğindenlik' mi, 'bilinçli yönlendirme' mi sorusu şu şekilde de ifade edilebilir:
"Eleştirel bir bilince sahip olmadan, karışık ve düzensiz bir şekilde düşünmek mi, yani çevrenin (içinde bulunduğumuz toplum grubunun) mekanik olarak dayattığı dünya görüşüne katılmak mı tercih edilmeli, yoksa bilinçli ve eleştirel bir gözle kendi dünya görüşüne kendi varmış olmak mı?"(47)
Partiler, bu durumda, belli bir dünya görüşünü ve bu görüşe uygun düşen pratik eylemi yaymak için kurulurlar. Belli bir dünya görüşünü paylaşan tüm insanları bir araya getirmeye ve sayılarını çoğaltmaya çalışırlar. Değişik ideoloji ve çıkarların etkisi altındaki bir yığın bireye homojenlik kazandırmayı amaçlarlar. Bunu yapmanın iki yolu vardır.
Bunlardan birincisini Gramşi Katolik Kilisesi'nin yolu olarak niteler. Bu yol çeşitli toplumsal sınıf ve katmanları aynı ideoloji altında bir araya getirmeye çalışır. Aydınlarla 'sokaktaki adam'ı tek bir sistematik dünya görüşünü paylaşmaya çağırır. Fakat bunu ancak aydınları 'sokaktaki adam'ın düzeyine indiren katı bir disiplin zoruyla başarabilir. "Marksizm bu Katolik anlayışın antitezidir." Aydınlarla işçileri, kitlelerin bilinç düzeyini sürekli olarak yükseltecek ve onların gerçekten bağımsız bir şekilde davranmalarını sağlayacak bir biçimde birleştirmeye çalışır. İşte bu nedenlerdir ki, marksistler kitlelerin kendiliğindenliğine tapamazlar; böyle yapmak, aynen Katolikler gibi, en geri kesimlerin geriliğini en ileri kesimlere dayatmak demek olur çünkü.
Gramşi ve Lenin için bunların anlamı şudur: Parti sürekli olarak en yeni üyelerini en eski üyelerinin anlayış düzeyine yükseltmeye çalışmalıdır. Sınıftaki 'kendiliğinden' gelişmelere her an tepki gösterebilmeli ve bu gelişmeler sırasında berrak bir bilince doğru yönelen unsurları kendine çekebilmeli.
"Gerçek anlamda kitlelerin partisi olabilmek için, gittikçe daha geniş kitleleri partinin işlerine ortak etmeliyiz. Bu kitleleri siyasi ilgisizlikten protesto ve mücadeleye, genel bir protestoculuktan sosyal demokratik görüşlere ve bu destekten örgütlü parti üyeliğine çekmeliyiz. "(48)
Bunları başarabilen parti ille de 'en geniş' parti olmayabilir. Çalışmalarına hep daha çok işçinin katılmasını sağlamaya çaba göstermekle birlikte, örgüt üyeliğini, hem kendi eylemlerini hem de genel olarak örgütün eylemlerini ciddiyetle ve bilimsel bir şekilde değerlendirmeye hazır insanlarla sınırlayan örgüt yukarıda belirtilen görevleri başaracaktır. Bu da, zorunlu olarak, demektir ki parti üyesinin tanımı büyük öneme sahiptir. Parti, kendini partili olarak görmek isteyen herkesi kapsayamaz, ancak örgütlerinin disiplinini kabul edenlerden oluşmak zorundadır. Normal zamanlarda, bunlar işçi sınıfının nispeten küçük bir yüzdesini oluşturur ancak; mücadelenin yükseldiği dönemlerde sayıları hızla artar.
Bütün bunlar, sosyal demokrat partilerin pratiğinden çok farklı şeyler. Lenin bunun ancak 1914 öncesinin Rusya'sı bağlamında farkındaydı ve kendi görüşleri çok açıktı. Kendi amacını ("demir gibi güçlü bir örgüt", "savaşmaya hazır olanlar"dan oluşmuş "küçük fakat güçlü bir parti") menşeviklerinkinden ("Yeni İskracı, başıbozuk menşeviklerin darmadığın hilkat garibesi"(49)) açıkça ayırt ediyordu. Menşeviklerle bölünme sırasında Lenin'in parti üyeliğinin önkoşulları konusunda niye o denli ısrarlı davrandığı da bu şekilde açıklanmalı.
Lenin'in genel parti anlayışındaki unsurlardan, kendi görüşüne göre, tarihsel olarak belirlenenlerle genel geçerliliğe sahip olanları ayırmak gerekir. Tarihsel olarak sınırlanan unsurlar arasında partinin kapalı, gizli örgüt niteliklerini ve parti görevlileri aracılığıyla yukarıdan aşağıya doğru sıkıca yönlendirilmesini sayabiliriz.
"Siyasi özgürlük koşulları altında partimiz tümüyle seçim ilkesine göre işleyecektir. Fakat günümüzün otokrasi koşullarında partimizi oluşturan binlerce işçi için bunun uygulanması mümkün değildir."(50)
Parti üyeliğini, parti disiplinini kabul edenlerle sınırlı tutmak ise çok daha genel olarak geçerli bir ilke. Bu bağlamda vurgulanması gereken bir nokta, Lenin için (sözde taraftarlarının birçoğunun aksine) yukarıda söylenenlern otorite karşısında körükörüne bir kabullenme anlamına gelmediği. Devrimci partinin varlığı, en bilinçli ve savaşkan işçilerle aydınların birleşik ve uyumlu eyleme hazırlıklı olarak, bilimsel tartışmalar yürütmelerini sağlamaya yöneliktir. Bu da, partinin eylemlerine genel katılım olmadan olamaz; bir yandan tartışmada kesin bir berraklık, bir yandan da örgütsel kararlılık gerektirir. Bunun alternatifi 'bataklık'tır, yani bilimsel keskinliğe sahip unsurlar kafaları karmakarışık unsurlara karışır gider, kararlı eylem imkânsızlaşır, esas olarak en geri unsurların öncülüğüne izin verilmiş olur. Olumlu bir tartışmanın gerektirdiği disiplin, "özgürce verilmiş bir karar uyarınca birleşmiş" insanların disiplinidir.(51) Partinin sınırları belli değilse ve parti verdiği kararları uygulayacak uyumlu çalışmaya sahip değilse, o zaman partinin kararlarını tartışmak 'özgürlük' anlamına gelmediği gibi üstelik anlamsızdır da. Lenin için, merkeziyetçilik parti üyelerinin inisiyatif ve bağımsızlığının gelişmesini önlemek şöyle dursun, bu gelişmenin önkoşuludur.
Lenin'in 1905 yılında, niye iki yıl önce merkeziyetçilik uğruna mücadele ettiğini nasıl açıkladığını hatırlamakta fayda var. Merkezi örgütün ve merkezi gazetenin rolünden söz ederken Lenin şöyle der: Bu merkeziyetçiliğin sonucunda
"Ortaya öyle bir üyeler ağı çıkacaktır ki, bunlar boş oturup ayaklanma çağrısını beklemeyecekler, şimdiden düzenli eylemleriyle gelecek ayaklanmanın başarısını garantilemeye çalışacaklardır. Ve bu eylemleri, en geniş işçi kitleleriyle ve aristokrat düzenden hoşnutsuz olan tüm toplum katmanlarıyla aramızdaki bağları güçlendirecektir... Ve işte tam bu tür eylem genel siyasi durumu doğru yorumlama yeteneğimizi geliştirecek ve dolayısıyla ayaklanmanın zamanını doğru saptamamızı sağlayacaktır. Yine aynı eylem, bütün yerel örgütlerimize, Rusya'nın tümünü sarsan siyasi sorunlara ve olaylara aynı anda tepki gösterme yeteneğini aşılayacak, gösterdikleri tepkinin tutarlı, düzenli ve çabuk olmasını sağlayacaktır."(52)
Böyle bir örgütün üyesi olmak, işçi ve aydınlara, içinde bulundukları somut durumu, binlerce başka insanın bilimsel sosyalist eyleminin ışığında değerlendirebilme yeteneğini verecektir. 'Disiplin’, bireysel tecrübeleri partinin tüm teori ve eylemleriyle aynı bağlamda düşünmeyi kabul etmek demektir. Yani, somut durumların bağımsız değerlendirmesini yapabilmenin karşıtı değil, aksine, önkoşuludur. Bu nedenledir ki, Lenin için 'disiplin' parti içindeki görüş ayrılıklarının hasıraltı edilmesini değil, ortaya dökülüp tartışılmasını gerektirir. Ancak bu şekilde üyelerin büyük bir kısmı bilimsel değerlendirmeler yapabilirler. Partinin yayın organı, tutarsız bulduğu görüşlere bile açık olmalıdır.
"Kanımca, (merkeziyetçiliğin düzgün sınırlarından taşmak, mutlak disiplinden ödün vermek pahasına bile olsa), değişik görüşler öne süren parti gruplarının dediklerinin parti içinde herkesçe duyulması, görüş ayrılıklarının önemli mi önemsiz mi olduklarını herkesin tartabilmesi, kimin nerede ve nasıl tutarlı veya tutarsız olduğunu herkesin görebilmesi için elimizden gelen her şeyi yapmalıyız."(53)
Kısacası, önemli olan, parti içinde tüm üyelerin tartışmaya katılıp kendi eylemlerinin anlamlarını kavramalarını sağlayacak siyasi bir berraklığın ve keskinliğin varolmasıdır. Bu nedenle, menşeviklerin yaptığı gibi (ve bazı insanların hala yaptığı gibi), sınıf ile partiyi birbirine karıştırmak saçmalıktır. Bir bütün olarak sınıf sürekli bir şekilde kapitalizme karşı bilinçsiz bir muhalefet içindedir; parti ise sınıfın, bilinçli olup, geri kalanının mücadelesine bilinçli bir yön vermeye çalışan kesimidir. Bu kesimin disiplini tepeden dayatılan bir şey değil, aksine, partinin kararlarına katılan ve bunları eyleme geçirmeye çalışanlar tarafından gönüllü olarak kabul edilen bir şeydir.
Lenin'in anladığı parti ile Roşa Lüksemburg ve Troçki'nin hem tasavvur ettikleri, fakat hem de korktukları sosyal demokrat parti arasındaki farkı böylece görebiliriz. Bunlardan İkincisi, tüm sınıfın partisi olarak düşünülüyordu. Sınıfın iktidara gelişi partinin iktidarı alışı olacaktı. Sınıfın içindeki tüm eğilimler bu partide temsil edilmek zorundaydı; merkeziyetçiliğin gerekli olduğu kabul edilmekle birlikte, sınıfın kendiliğinden hareketinin tepesinde ve ona karşı bir merkeziyetçilik olmasından korkuluyordu. Oysa, Lüksemburg'un dikkat çektiği ’otokratik' eğilimler en çok işte bu tip partide gelişti. Çünkü, buradaki üye ve sempatizan karmaşıklığı, daha yarı politize olmuş üyelerin tümünü bir dizi toplumsal eylemde bir arada tutmak için gereken muazzam mekanizma, siyasi tartışmanın azalmasına ve siyasi ciddiyetsizliğe yol açtı. Bu ise üyelerin kendi politik değerlendirme yeteneklerini geriletti, mekanizmanın dayatma gereğini artırdı. Siyasi farklılıklara açıklık ve kararlılık getirmeyi hedef almış bir örgütsel merkeziyetçilik olmayınca, üyelerin iradelerinin sürekli azımsanması kaçınılmaz oldu. Bu koşullarda, yerleşmiş liderlere karşı kişisel sevgi ve saygı bağları bilimsel ve siyasi değerlendirmelerden daha önemli hale gelir. Bataklıkta, hiç kimse yanlış da olsa açık bir yol izlemezse, o zaman hangi yolun doğru yol olduğunun tartışması olamaz. Örgütsel bağları siyasi değerlendirmelerle bağdaştırmayı reddetmek, 'kitle partisi'ni korumak gibi ulvi niyetlere dayanıyor da olsa, ister istemez politikaya sadakat yerine örgüte sadakate yol açtı. Bu da, eski dostluklar uğruna kendi adına hareket edememek anlamına geldi (bunun en açık örneği şüphesiz 1917'de Martov'un durumudur).
Stalinist partinin, bolşevik partinin bir başka şekli olmadığını anlamak son derece önemli. Stalinist parti de örgütsel mekanizmaların hâkimiyeti altındaydı. Onda da, önemli olan örgütün siyasetine değil, örgütün kendisine bağlılıktı. Teori, pratiği yönlendirmek yerine, başka şeyler tarafından belirlenen bir pratiğe kılıf uydurmak amacını güdüyordu. Parti bürokrasisinin aldığı siyasi kararların niteliğini örgüte sadakat tayin ediyor, örgütün genel çizgisini ise Rus devlet aygıtının ihtiyaçları tayin ediyordu. Sözünü etmekte yarar var, Rusya'da parti mekanizmasının partinin tümü üzerindeki asıl zaferi için, tam da partiye yüzbinlerce 'sempatizanı' doldurmak, 'parti'yi 'sınıf ile sulandırmak gerekmişti. En iyisinin bile kendine siyasi olarak güvenmediği bir durumda, tüm üyelerin yetkiyi mekanizmaya bırakmalarına 'Lenin damgası' da araç oldu. Üye olarak, siyasi ve teorik konulan başlangıç noktası olarak alıp, tüm pratiklerini bunlara tabi kılma ciddiyetini ve disiplinini göstermeye gönüllü olanları kabul ettiği içindir ki, gerçek leninist parti bu bürokratik kontrol eğilimlerinden arınmış olur.
Ama bu, elitist bir parti anlayışı değil midir? Bir bakıma öyledir; fakat bu, partinin hatası değil, işçi sınıfı bilincinin eşitsiz gelişmesine neden olan hayatın gerçeklerinin hatasıdır. Etkin olabilmek için parti en 'ileri' olarak tespit ettiklerini kazanmayı hedeflemelidir. 'Elitist' olmamak uğruna kendi bilim ve bilinç düzeyini düşüremez. Örneğin, sınıfın 'kendi pratiğini' hesaba katmak uğruna şovenist işçilerin enternasyonalist parti üyeleri kadar 'iyi' olduğunu kabul edemez. Ancak, 'öncü' olmak, kendi arzularını, siyasetini ve çıkarlarını sınıfınkilerin yerine ikame etmek de değildir.
Burada önemli olan şu ki, Lenin işçi devletinin nüvesi olarak partiyi değil, İşçi Konseyi'ni görür. En ileri unsurları olduğu gibi en geri unsurları da dâhil, işçi sınıfı bir bütün olarak kendi devletini teşkil eden örgütlenmelere katılacaktır. "Her işçi yönetimde söz sahibi olmalıdır." Lenin'in devlet üzerine başlıca eserinde parti lafı hemen hemen hiç geçmez. Partinin rolü devlet olmak değil, işçi konseyleri kurması için ve burjuva devletinin kurumlarını devirmek amacıyla mücadele etmesi için sınıfın geri unsurlarının öz- bilinçlerini ve özgüvenlerini yükseltmek amacıyla onların arasında sürekli ajitasyon ve propaganda yapmaktır. Sovyet devleti tüm sınıfın kendi eyleminin en ileri maddi şeklidir; parti ise sınıfın, bu öz eylemin dünya tarihsel sonuçlarının en bilincinde olan kesimidir.
İşçi devletinin ve partinin rolleri farklı olmak zorundadır (işçi devletinde birden fazla partinin olabilmesi de bundandır). Birincisi, işçilerin tüm kesimlerinin (coğrafi, sınai vb) bütün değişik çıkarlarını temsil etmelidir. Örgütlenme tarzında sınıfın tüm heterojenliğini kabul etmelidir. Öte yandan parti ise, sınıfı ulusal ve uluslararası düzeyde birleştiren şeylerin etrafında kurulur. İdeolojik ikna yoluyla sınıfın heterojenliğini gidermeyi hedefler. Tek tek işçi gruplarının dar sorunları ile değil, ulusal ve uluslararası siyasi ilkeler ile ilgilenir. Önderliğini ancak ikna yoluyla kabul ettirir, zor yoluyla değil. Kapitalizmin işçi sınıfı tarafından devrimci yıkımında yer almayı amaçlayan bir örgüt sınıfın dolaysız iktidar organlarının yerine kendini ikame etmeyi düşünmez. Böylesi bir perspektif sosyal demokrat veya stalinist partide görülür (üstelik, ileri kapitalist ülkelerde bu partiler kitlelerin öz eylemlerinden o derece korkarlar ki, ikame edebilecekleri böylesine organların yaratılmasına yol açacak devrimci pratiğe girişmekten bile çekinmişlerdir). Kapitalist koşullar altındaki devrimci örgüt, kapitalizmin devrilmesi sürecinde ortaya çıkacak işçi devletinden kaçınılmaz olarak oldukça farklı bir yapıya sahiptir. (54) Devrimci parti kendi ilkeleri için, işçi devletinin kurumları içerisinde karşı ilkeleri savunan diğer partilerle mücadele edecektir. Bu ancak, onun kendisi işçi devleti olmadığı için mümkündür.
Bu, Lenin'in parti teorisinin ve devlet teorisinin iki ayrı olgu olmadığını, birbirinden ayrı ele alınmayacağını görmemizi sağlıyor. Lenin, devlet teorisini geliştirinceye dek, Bolşevik Partisi'ni Rus koşullarına uygun özel bir uyarlama olarak görme eğilimindeydi. Partinin devlet olacağını öngören sosyal demokrat (ve daha sonra stalinist) anlayış göz önüne alınırsa, gerçek devrimci ve dolayısıyla demokratik sosyalistlerin, sınıfın en bilinçli kesiminin bir örgütünü gerekli görseler bile, partiyi bu en ileri kesimle kısıtlamak istememeleri çok doğaldır. Bu, Rosa Lüksemburg'un siyasi örgüt ve teorik berraklık konusundaki muğlaklığının nedenini açıklar. "Gerçekten devrimci bir hareketin işlediği hatalar" ile "en akıllı merkez komitesinin hata yapmazlığı"nı karşı karşıya getirmesine olanak tanır. Ancak, eğer parti ile sınıf iktidarının kurumları birbirinden farklı şeyler ise (biri diğerini etkilemeye çalışıyor da olsa), birinin 'hata yapmazlığı', diğerinin kendi hatalarından ders çıkarma sürecindeki başlıca unsurdur. Bunun farkında olan ise Lenin'dir. Gerekli dersi çıkaran Lenin olmuştur, Lüksemburg değil (hiç değilse hayatının en sonlarına kadar). "Gelişmiş sanayi ülkelerindeki Marksistler için Lenin'in ilk başlardaki tavrı, Rosa Lüksemburg'un tavrından çok daha az geçerli bir kılavuz olabilir"(56) sözü doğru değildir. Kendi durumlarını ve bir bütün olarak sınıfın durumunu bilimsel olarak irdeleyen, kendi hatalarını acımasızca eleştiri süzgecinden geçiren ve bir yandan işçi kitlelerinin günlük mücadelelerine katılırken öte yandan bu kitlelerin eski düzene duydukları ideolojik ve pratik bağlılığa sürekli karşı çıkarak işçilerin kendi bağımsız öz eylemlerini yükseltmeğe çalışan bir devrimci marksist örgütün kurulması dün olduğu kadar bugün de gerekli. Hem sosyal demokrasinin hem stalinizmin 'sınıf ile 'parti eliti’ni özdeşleştirmelerine karşı gösterilen tepki çok sağlıklı. Ancak, bu tepki, onların mirasını aşmak için yapmamız gerekenleri açıkça kavramamızı önlememeli.
Chris Harman
Z Yayınları Parti ve sınıf Özgün adı: Party and class
Bu broşür, İngiltere Socialist Workers Party'sinin yayın organı International Socialism dergisinin 35. sayısında (kış, 1968-69) yayınlanan "Party and Class" adlı makalenin çevirisidir. İlk olarak 1985 yılında Londra'da yayınlanmış olan çeviri, elinizdeki baskı için tekrar gözden geçirilmiştir.
Notlar
- Karl Kautsky, The Erfurt Programme (Erfurt Programı), Chicago, 1910, s. 8.
- a.g.e., s. 8.
- a.g.e., s. 43.
- a.g.e., s. 85.
- a.g.e., s. 198.
- a.g.e., s. 198.
- a.g.e., s. 198.
- Karl Kautsky, The Road to Power (İktidara Giden Yol), Chicago, 1910, s. 24.
- Bkz. Karl Kautsky, Social Revolution (Sosyal Devrim), s. 45 ve Carl E. Schorske, German Social Democracy 1905-1917 (Alman Sosyal Demokrasisi, 1905-1917), Cambridge, Mass., s. 115.
- Karl Kautsky, The Road Power, s. 47.
- Karl Kautsky, The Erfurt Programe, s. 188.
- a.g.e. s. 188. N
- a.g.e. s. 189.
- Karl Kautsky, The Road to Power, s. 95.
- Nashe Slovo 17 Ekim 1915 sayısından Leon Troçki'nin sözleri. Aktaran Leon Trotsky, Permanent Revolution (Sürekli Devrim), Londra, 1962, s. 254. .
- Örneğin, bunlardan 'devrimci yönetim organları' olarak söze edilse de, 1915'te Sotsial Demokratta olasılıklar üzerine önemli bir yazıda bunlara çok kısıtlı yer verilmiştir, dört sayfalık yazıda ancak beş altı satırda sözü geçer.
- Bkz. Organisational Questions of the Russian Social Democracy (Rus Sosyal Demokrasisinin Örgütsel Sorunları) ve The Mass Strike, The Political Party and the Trade Unions (Kitle Grevi, Siyasi Parti ve Sendikalar).
- Rosa Luxemburg, Leninism or Marxism (Leninizm mi, Marksizm mi?), Ann Arbor, 1962, s. 82. İlginçtir, cevabında Lenin genel olarak merkeziyetçilik sorusu üzerinde fazla durmaz, Lüksemburg'un yazısındaki biçimsel hatalar ve ayrımlarla ilgilenir.
- Rosa Luxemburg, The Mass Strike, s. 57.
- a.g.e., s. 57.
- Rosa Luxemburg, Leninism or Marxism, s. 92.
- a.g.e., s. 85.
- a.g.e., s. 93.
- a.g.e., s. 93.
- a.g.e., s. 93.
- Leon Trotsky, The Permanent Revolution and Results and Prospects (Sürekli Devrim ve Sonuçlar ve Olasılıklar), Londra, 1962, s. 246.
- Aktaran I. Deutscher, The Prophet Armed (Silahlı Peygamber), Londra, 1954, s. 92-93.
- a.g.e., s. 92-93.
- Bu konularda Troçki'nin daha sonraki tartışmasını ele almak için maalesef bu yazıda yer yok.
- V. I. Lenin, Revolutionary Days (Devrimci Günler),Toplu Eserler, İngilizce baskı, cilt 8, s. 104.
- V. I. Lenin, Revolutinary Army and Revolutionary Government (Devrimci Ordu ve Devrimci Hükümet), Toplu Eserler, İngilizce Baskı, cilt 8, s. 564.
- Aktaran Raya Dunayevskaya, Marxism and Freedom (Marsizm ve Özgürlük), New York, 1958, s. 182.
- a.g.e., s. 182.
- V. I. Lenin, The Collapse of the Second International (İkinci Enternasyonalin Çöküşü), Toplu Eserler, İngilizce Baskı, cilt 21, s. 257-58.
- Leon Trotsky, History of the Russian Revolution (Rus Devrimi Tarihi), Londra, 1965, s. 981.
- V. I. Lenin, Toplu Eserler, İngilizce Baskı, cilt 26,s. 57-58.
- V. I. Lenin, What Is To Be Done (Ne Yapmalı?),Moskova, s. 25.
- Bkz. V. I. Lenin, Toplu Eserler, İngilizce Baskı, cilt 7, s. 263.
- V. I. Lenin, Toplu Eserler, İngilizce Baskı, cilt 6, s.491.
- a.g.e., cilt 7, s. 265.
- a.g.e., cilt 8, s. 157.
- a.g.e., cilt 8, s. 155.
- A. Gramsci, Passato e Presente (Geçmiş ve Günümüz), Turin, 1951, s. 55.
- A.Gramsci, The Modem Prince and Other Essays (Modern Prens ve Başka Denemeler), Londra, 1957, s. 59.
- a.g.e., s. 66-67.
- A. Gramsci, II Materialismo Storico e la Filosofía diBenedetto Croce (Tarihi Materyalizm ve Benedetto Croce’nin Felsefesi), Turin, 1948, s. 3&
- A. Gramsci, The Modern Prince and Other Essays, s. 67.
- V. I. Lenin, Toplu Eserler, İngilizce Baskı, cilt 7, s.117.
- a.g.e., cilt 8, s. 145.
- a.g.e., cilt 8, s. 196.
- V. I. Lenin, What Is To Be Done, s. 11.
- V. I. Lenin, Toplu Eserler, İngilizce Baskı, cilt 8, s.154.
- a.g.e., cilt 7, s. 116.
- 1918 sonrasının Rusya'sı tartışmanın karışmasına neden oluyor. Ancak önemli olan şu ki, Sovyet egemenliği yerine parti egemenliğini yaratan şey partinin biçimi değil, Rus işçi sınıfının imha olmasıydı.
- T. Cliff, Rosa Luxemburg, Londra, 1959, s. 54. Burada, bu büyük devrimciye göstermek istediği saygı Cliff’i gerçekten bilimsel bir değerlendirme yapmaktan alıkoyuyor.