İklim mitleri II - Vegan yaşam biçimi iklim krizini durdurabilir mi?

MARKSİST.ORG
Tipografi
  • Daha Küçük Küçük Orta Büyük Daha Büyük
  • Varsayılan Helvetica Segoe Georgia Times

Yaklaşık 6-7 yıl önce sürdürülebilirliğin sırlarını paylaştığı savıyla gündeme oturmuş bir filmden; Cowspiracy’den miras kalan iddiaya göre, hem çevresel krizi hem de iklim krizini sonlandırarak bizleri kurtaracak yegâne çözüm vegan yaşam biçimidir.

Endüstriyel hayvan yetiştiriciliğindeki akıl almaz eziyeti gözler önüne seren belgesel bu açıdan önemli bir adım atmışken, besi çiftliklerinin küresel sera gazı emisyonlarının yüzde 51’inden sorumlu olduğu yönünde bir iddiada bulundu -ki bu veri yanlıştı. Son yıllarda çevre hareketine de iyiden iyiye işlemiş olan söylemi, yani dünyayı veganlığın kurtaracağı iddiası ise şu anlama geliyor: İklim krizinin esas suçlusu hayvansal tarımdır, dolayısıyla çözümü de et tüketimine son vermesi beklenen bireylerdedir. 

Diğer tarımsal işletmelerde hiçbir sorun olmadığını mı düşünmeliyiz öyleyse? Yani örneğin soya yetiştiricilerinin makul ve sürdürülebilir süreçlerle üretim yaptıklarını mı varsaymalıyız? İnsanın aklına daha birçok soru geliyor. Gezegende bir plastik problemi yaşanmıyor mu? Vegan yaşam biçimi bu sorunu da sonlandırabilecek mi? Havamızın daha solunabilir olmasını sağlayıp çölleşmeyi önleyebilir mi? Yakın gelecekte sayıları çığ gibi artacak iklim göçmenleri için nasıl bir çözüm sunuyor? Okyanus ekosistemlerindeki çöküşü durdurabilir mi? 

Vegan yaşam biçiminin son derece doğru bir duruşu var elbette. Her canlının eşit yaşam hakkının savunulmasının nesi yanlış olabilir ki? Ayrıca bütüncül bir yaklaşım olarak görülmesi gerektiği de çok açık. Dolayısıyla, bir sorunu çözmeye yönelik olduğuna kimsenin itirazı yok. 

O zaman sorunu tekrar tahlil etmekte fayda var. 

Sürdürülebilirliğin sırrı nedir?

Meseleye nereden bakıyor olursak olalım, onu sürdürülebilir bir insan-doğa ilişkisi bağlamında ele alıyor ve üretimin zorunlu bir dönüşüm geçirmesi gerektiği konusunda mutabık kalıyoruz. Zaten asıl fikir ayrılığı bu noktadan sonra başlıyor. 

Bir kısmımız şöyle söylüyor: 

Bu, sistemsel bir sorundur. 

Fakat burada bahsi geçen ‘sistem’, yalnızca aşırı yoğun emisyon kaynakları ve etik olmayan süreçler olarak gördüğümüz belirli alt-sistemler değil, ana sistemin, nam-ı diğer kapitalist üretimin ta kendisi.

Veganlığın yerküreyi kurtaracağı iddiası ise odağına alt-sistemleri alıp bunlara odaklı bir yaklaşım sunuyor. 

Bir sistemin sürdürülebilir yaşam döngüsüne kavuşturulması için planlama/çözümleme/yeniden tasarım/gerçekleştirme gibi adımlardan geçilmesi gerek ama ilk adım gerçek ihtiyaçların belirlenmesi olmalıdır. 

Üretim ilişkilerinin odağına kârı oturtan kapitalist üretimde herhangi bir alt-sistemi ele alıp (gıda sektörü), onu bu aşamalardan geçirerek sürdürülebilir kılabilir miyiz? Ve böylece bir kolu iklim krizine, diğeri aşırı yoksullaşmaya uzanan geniş yelpazede hem ekolojik hem de siyasi ve toplumsal krizler olarak yaşanan bu ‘çoklu krizleri’ sonlandırma şansımız olur mu?

Üretim ilişkileri kâr odaklı olduğunda, imalat toplumun gerçek ihtiyaçlarına yönelik bir yol izlemeyip, üretilen malların ne kadar kazanç getireceğini temel alan bir sürece tabi oluyor. Örneğin, toplumun gıda konusundaki esas talebi, makul fiyatlı ve besleyici gıdalar olsa da market rafları, raf ömürleri uzatılmış, katkı maddeleriyle bezenmiş “çöplerle” dolduruluyor. Bir yanda açlıktan ölümler, diğer tarafta aşırı üretim... Gıdaya erişimdeki adaletsizliği şimdilik bir yana bırakalım, erişebilenler için bile durum hiç de iç açıcı sayılmaz. Günümüzün en yaygın sağlık sorunları arasında yer alan obezite, hipertansiyon ve diyabeti göz ardı mı edeceğiz? Beslenme kültürünü, besleyici olmayan gıdalarla yeniden şekillendirenler, küresel nüfusun büyük bölümünü bu hastalıklarla boğuşmak zorunda bırakıyor. Giderek yoksullaşan toplumlara ucuz ama ticari değeri yüksek ürünlerin gıda diye sunulduğu bir sistemde bunlarla beslenmek tercih değil, dayatma oluyor. Yoksulluk kaynaklı yetersiz beslenme arttıkça obezite de yükselişe geçiyor örneğin. 

Yetersiz ya da kötü beslenme sorunlarının sınıfsal bir mesele olduğu ortadayken, bireyleri bu kötü gıdalarla beslendikleri için ayıplamak, asıl suçluların görmezden gelinip aklanmasına yardımcı olur. 

İklimi Değil Sistemi Değiştir adlı kitapta yer alan “Sürdürülebilir Bir Toplum Yaratabilir miyiz?” başlıklı makalesinde Martin Empson, kapitalizmin kâr güdümlü işleyişinin, kaynakları nasıl boşa harcadığını da gösteren son derece çarpıcı bir örnek sunar: “2009 yılında, dünyanın önde gelen rüzgâr türbini üreticilerinden biri - tüm dünya yenilenebilir enerji kaynaklarını artırabilmek adına daha fazla rüzgâr türbini üretilmesi için feryat ederken -  Wight adasındaki tesislerini kapattı, yüzlerce kişiyi işsiz bıraktı. Sebebi siparişlerin azalması değildi. Aksine bir talep patlaması yaşanıyordu. Ne var ki türbinleri Çin’de veya ABD’de üretmek çok daha kârlı olacaktı.”

Kapitalist sermaye tam da bunu yapıyor işte. En kârlı ürünlere yönelip, onlardan muazzam miktarlarda üretmeye adanırken fiyat dengelerini altüst edecek hamlelerin peşine düşüyor. Talep sabitken arzı artırıyor, aşırı tüketim krizi patlatıyor ve toplumun gerçek ihtiyaçlarına aldırmıyor. 

Böylesi bir üretim hırsı zaten çevresel krizler yaratma pahasına sürdürülüyorken, bunu değiştirmeden kapitalist tarımsal işletmelerin doğasını değiştirebileceğimizi düşünüyorsak, yani demokratik bir planlamadan ödün vermişsek, odaklandığımız çözüm önerilerinin sürdürülebilir olacağını iddia edebilir miyiz?

Gerçek emisyon değerleri

Kapitalist tarımsal üretim her açıdan, her seviyesinde yıkıcı. Muazzam miktarlarda fosil yakıt kullanımına bağımlı ve inanılmaz miktarlarda atık üretiyor bir kere. Ve ne üretse aşırı ürettiği halde dünyayı aç bırakmaya devam ediyor. 

BM’e göre, dünya genelinde 800 milyon insan kronik bir yetersiz beslenme döngüsünde. 160 milyon çocuk yetersiz beslenme yüzünden büyüme geriliğinden mustarip. Ve beş yaş altı ölümlerin yarısı (yılda 3,1 milyon çocuk) yeterince beslenememe yüzünden yaşanıyor. 

Doğrusu, tek başına bu tablo, gezegende bir sınıf mücadelesi yaşandığının ve gıda üretim sistemlerinin kökten değişmesi gerektiğinin kanıtı zaten.

Milyonları aç bırakanlar ayrıca bir de son derece yüksek emisyonlu bir üretim modelini dayatıyorlar. 

BM Gıda ve Tarım Örgütü FAO’nun 2014 yılında paylaştığı emisyon verileri şöyle:

Tarım sektörü (hayvancılık da buna dahil), ormancılık ve diğer arazi kullanım faaliyetlerinden kaynaklı küresel emisyonlar, toplam küresel emisyonların %24’üne karşılık gelmektedir.

Bunun %14,5’u hayvancılık kaynaklı.

Enerji sektörünün payı %35. Yüzde 21’inden endüstri sorumlu. Yüzde 14’ü ise ulaştırma sektöründen kaynaklı.

Bu veriler, Cowspiracy’nin yüzde 51’lik iddiasını boşa çıkarıyor. Evet, hayvancılık sektörünün emisyonlarda önemli bir payı olduğu açık ama gerçekte yüzde 14,5’e tekabül eden bir paydan söz ediyoruz.  

Son on yılın tarım emisyonlarının dağılımında öne çıkan iki dilimse şöyle: %40’lık pay ile enterik fermantasyon (metan gazı) ve %35’lik payı ile gübre yönetimi (FAO, 2014). Yani tarım ve hayvancılık emisyonlarının üçte ikisinden fermantasyon ve gübre yönetimi sorumlu. 

FAO verileri, hayvancılık emisyonlarının ağırlıklı olarak metan kaynaklı (gübre ve sindirim) olduğunu gösterir. Gübre yüzdesinin içinde bir de suni gübreler var ki onlar da azot monoksit salımından sorumlu. 

Tarım sektörünün bu kadar yoğun sera gazı salmasının üç sebebi var. Birincisi, tarımda biyoyakıtlar ve hayvan yemleri yetiştiriciliğine ağırlık verilmeye başlanması. Yani aslında günümüz tarımı dünyayı beslemeye değil, yem yetiştiriciliği ve yakıt üretimine odaklı. İkincisi, tarım arazileri açmak için yürütülen ormansızlaştırma faaliyetleri -ki sadece 2000-2012 aralığında bile tropik ormansızlaştırmanın %71’i toprağın işlenmesi amacıyla yapıldı. Ve sonuncusu da endüstriyel gıda üretiminin her bir aşamasının aşırı fosil yakıt tüketimine dayanması. 

Hayvancılık sektörünün en büyük emisyon dilimi, tahmin edilebileceği üzere besi çiftliklerinde. En yoğun salım Güney Amerika’da yapılıyor: 1 milyon tonluk CO2 eşdeğeri emisyon! Metan salımı, yani bağırsak fermantasyonu bunun %30’una karşılık geliyor. Geri kalanıysa yine gübre (%23) ve ormansızlaştırma (%40) kaynaklı. 

Sadece Güney Amerika’daki besi çiftlikleri sayısını azaltmak bile, küresel emisyonlarda kayda değer bir düşüş elde edilmesiyle sonuçlanır. FAO’nun hesaplamaları, en düşük emisyonlu uygulamaların hayata geçirilmesiyle, dünya genelinde yüzde 18’lik bir azaltıma gidilebileceğini de gösteriyor. 

Ancak bu işe kalkışan birinin, böylesi bir dönüşümü, kârlarının azalmasını kabullenmeyecek işletmelere sunacağı da unutulmamalı. Dahası, bu dönüşümü teşvik edecek politikalara da ihtiyaç var. Hatta sadece arazi pratiklerini iyileştirip otlatmayı yeniden düzenlesek ve yeni tarım arazileri açmak için orman kıyımı yapmaya son versek (besi hayvanı sayısını azaltmadan) toprağı sağlığına kavuşturur, böylece yeniden muazzam bir karbon yutağı olarak çalışmasını sağlayabiliriz. Sonuç, yılda yarım milyon ton CO2 eşdeğeri yoğunluğunda azaltım olurdu. 

İhtiyaç duyulan dönüşümü küçük çiftlik sahipleri ile başarma şansımız yok çünkü bunu finanse edebilecek durumda değiller. Kaldı ki kapsamlı bir dönüşüm için uygulamaya konulacak stratejiler de bölgeden bölgeye değişim gösterir. Yoksul tarım toplumlarına, kalkınmış OECD ülkelerinde başarıya ulaşan pratikleri uygulayamazsınız. 

Özetle, FAO’nun önerisini hayata geçirebilseydik, artık kârı değil toplumun gerçek ihtiyaçlarını merkeze alan bir sistemden bahsediyor olurduk zaten. Yani dönüp dolaşıp aynı yere geliyoruz: Toplumun ihtiyaçlarını merkeze alan bir üretim sistemine ihtiyacımız var.

Organik ama yüksek emisyonlu

Organik yetiştiricilik de mevcut haliyle çözüm sunamıyor. Örneğin organik tavukçuluğun ve organik süt üretiminin emisyon miktarları, endüstriyel alternatiflerine nazaran daha yüksek. 

Sütte bunun sebebi, verim arttıkça birim başına emisyonun azalması. Yani bir mandırada elde edilen süt miktarını artırmaya yönelik stratejiler emisyon yoğunluğunun azalmasıyla sonuçlanıyor. Mandıra çiftliklerinin %20’sine sahip olan OECD ülkeleri, verime odaklandıkları için dünya süt üretiminin %73’ünü gerçekleştiriyorlar ve onların üretim emisyonları, dünya ortalamasının altında seyrediyor.

Gübre kullanımı ve enerji tüketimi yöntemlerinde bir iyileştirmeye gitseler, FAO’ya göre, emisyonlarını rahatlıkla %14-17 azaltabilirler. 

Organik tavukçuluk da yine aynı sebeple yüksek salım anlamına geliyor. Serbest gezen, doğal süreçlerine müdahale edilmeyen kümes hayvanları yavaş büyür, daha az yumurta verir. Sağlıklı ve etik olanı da budur elbette. Ancak bu doğal süreçlerin birim başına emisyon miktarları yükseliyor. 

Organik tarım zararlı kimyasalların kullanımını azaltıyor ama bu sefer de ürünlerin fiyatları yükseldiği için aşırı yoksulluğa sürüklenen milyonlarca kişi için çözüm sunamıyor. Kaldı ki sorun kimyasallardan ibaret olmadığına göre, çözüm de yalnızca onlardan kurtulmaya yönelik olamaz. 

Günümüzün en çok tercih edilen iki organik ürününe bakınca gördüğümüz tablo böyle olsa da organik tarımın emisyon değerlerinin iyileştirilmesi mümkün. Tıpkı endüstriyel üretimdeki fosil yakıt girdilerinin azaltılabileceği gibi. İlkinde tek sorun fiyatların yükselmesi ve emisyon miktarlarıyken, ikincisi başlı başına bir sorun. Besi ve kümes hayvanlarının kabul edilemez koşullarda yetiştirildiği, hızlıca büyüsünler diye antibiyotik kullanıldığı ve kısacık yaşamlarını acı çekerek sürdürdükleri bir üretim sisteminin savunulacak bir tarafı olamaz. 

Soya ve badem gerçekleri 

Arazi kullanım emisyonlarına baktığımızda, şaşırtıcı bir şekilde, kümes hayvanları yetiştiriciliğinin farkı açarak öne geçtiğini görüyoruz. Bunun sebebi, kümes çiftliklerinin yem olarak soya kullanması ve soya ekimi için ihtiyaç duyulan yeni araziler. 

Veganlar haklı sebeplerden dolayı soya, pirinç ve badem gibi gıdalara yönelmek zorunda. Ancak soyanın da ormansızlaştırmada önemli bir payı olduğu görülüyor. Bölgesel ormansızlaştırmayı, yani besi hayvanları için duyulan yeni arazi ihtiyacında ne kadar orman arazisinin yok edildiğini hesaplamak zor değil. Veriler net. Soyada ise durum farklı. Emisyon miktarı kolay kolay hesaplanamıyor çünkü bu ürün küresel dolaşımda. Ve gerçekte sorumlu olduğu emisyon yoğunluğu da dünya geneline yayılıyor.  

Badem ise masum görüntüsü altında inanılmaz bir arı kıyımına yol açan gıda ürünlerinden. Bir kere, dünya badem üretiminin %80’i tek bir bölgede; Kaliforniya’daki Orta Vadi’de gerçekleştiriliyor. Burası, normalde hiçbir şeyin yetişmediği bir yer. Yapısal olarak “yarı çöl” sınıfında ama hiçbir şeyin yetişemiyor olmasının sebebi bu değil. Çiftlikler, dağlardan gelen suyun tamamını tarım arazilerine yönlendirdikleri için bölgede eşi benzeri görülmemiş bir çölleşmeye sebep olunuyor. Dahası, badem ağaçları ile meyveliklerden muazzam verim alma pahasına tarım arazileri dışında kalan ne varsa katlettikleri için arı kolonilerinde çöküş yaşanmasına da sebep oldular, tozlaşma sürecini bitirdiler. Öyle ki koca bölgede ne bir çalı ne de bir arı bulunabileceği söyleniyor. 

Her yıl 3 bin kamyon arı taşınıyor buraya, badem ağaçları için gereken tozlaşma sağlanabilsin diye. Bu kamyonlar ülkeyi bir uçtan diğerine geçiyorken, ayrıca boş yere ve yoğun miktarlarda emisyon üretilmiş oluyor. Kovanları bir yerden diğerine bu koşullarda taşırken hiç kayıp vermemek diye bir beklenti de olamaz. Her bir seferde hem bu nedenle hem de arazilerde bolca kullanılmakta olan böcekkıranlar yüzünden milyonlarca arıyı öldürdüklerini de bilerek devam ediyorlar bu işe. 

Arıları dünyanın her yerinde katlediyoruz. Orta Vadi’deki gibi monokültür tarımı uygulanan her yerde. Toprağın kendini yenilemesine izin vermeden sürdürülen yıkıcı pratikler yapay gübrelerin ve böcekkıranlar gibi öldürücü kimyasalların kullanılmasını da “zorunlu” kılıyor çünkü. Tarım ilaçları sadece böcekleri değil, polen taşıyıcıları da öldürüyor, habitatları ekolojik yıkıma sürüklüyor. 

Tek bir badem için 4 litreden fazla su kullanıyor bu yetiştiriciler. Soyadan üretilen biyo-dizel yakıtların 1 litresi için 11.400 litre su kullanılıyor. Sadece soya üretimine bakarsak, Martin Empson’ın aynı kitapta yer alan “Gıda, Tarım ve İklim Değişikliği” makalesine göre; hektar başına üç ton soya için 5,8 milyon litre su kullanıldığını görebiliriz ve bu, buğday için gerekenin iki katıdır. 

Bu arada, yağmur suyu yerine sulamanın kullanıldığı her uygulamada üç kat fazla salım yapılıyor çünkü ihtiyaç duyulan enerji miktarı da üçe katlanıyor. 

Endüstriyel hayvan yetiştiriciliği aynı zamanda besi ya da kümes çiftliklerinde ihtiyaç duyulan yemler için yeni tarım arazileri ihtiyacını da doğuran saçma sapan bir süreç olduğu için, monokültür tarımının dayatılmasıyla sonuçlanıyor. Örneğin AB ülkelerindeki besi çiftliklerinin ihtiyaç duyduğu yemler, Brezilya’da yetiştirilen soyadan üretilir. Ve Brezilya’da bir ormansızlaşma krizi yaşanması pahasına sürdürülür bu. Sonuçta monokültür tarım da besi monokültürlerinin devamlılığını sağlar, bu döngü kendini besleyip büyütür, dünyanın her yerine yayılır, ulaştığı her bölgede ekolojik yıkıma sebep olur.

Ancak “tamam işte, et tüketmeye son verirsek yağmur ormanları da kurtulur, bu döngü de sona erer” demeden önce şu gerçeği hatırlamak gerek: Tüm bunları, yani aşırı emisyonlar, endüstriyel üretimin sebep olduğu biyoçeşitlilik krizi, ormansızlaştırma, toprağın sömürülmesi gibi birçok kritik faktörü birbirine bağlayan bu yıkım zinciri kapitalizmin irrasyonel güdüleri nedeniyle kırılamıyor. 

Yerküre, iklim krizi yüzünden su stresi yaşıyorken bile yeraltı akiferlerini tükenişe zorlayan, giderek daha da derinden su çekilmesi anlamına gelen ve sırf bu nedenle bile fosil yakıtlara duyulan ihtiyacı artıran (çünkü daha derinden su çekmek daha fazla enerji tüketmek anlamına gelir), eşzamanlı olarak göller ve denizlerin kirlenmesine sebep olan, toprağa zararlı kimyasalları boca edip tarımı bu ilaçlara bağımlı hale getirirken polen taşıyıcıları katleden, gıdamızı zehirleyen, sadece çevresel krizi büyütmekle kalmayıp bir de sağlık krizi yaratan bu uygulamaların hemen sonlandırılması gerek. Ne var ki hepsi bizatihi bu çarpık, yozlaşmış sistem tarafından teşvik ediliyor.

Tahakküme meydan okumak

Küresel gıda sistemini elinde bulunduran, dünya gıda piyasalarını diledikleri gibi yönlendiren, tarım politikalarını belirleyen birkaç dev şirketin sürekli kalkınması ve kalkındıkça krizler yaratması üzerine kurulu bu döngünün en büyük destekçileri devletler. 

Örneğin, sübvansiyonlarını korumak ve artırmak için yürüttüğü birkaç yıllık lobi faaliyetlerine 10 milyon dolar gibi gözleri yerinden oynatan bir bütçe ayıran Cargill, kendi sitesinden paylaştığı bir bildiride, gıda fiyatlarını yükselttiği ve anti-ekolojik olduğu çok iyi bilinen biyoyakıt üretiminin gıda güvenliği sorununu çözeceğini iddia ediyor ve bu konuda desteklenmeyi bekliyordu: 

“. . . gıda ürünlerinden biyoyakıt üretiminin, büyüyen küresel nüfusa gıda sağlama ihtiyacına karşı ve gelecek nesiller için doğal kaynakları korumak amacıyla dengelenmesi gerektiğine inanıyoruz. Bu dengeyi sağlamak için hükümet ve paydaşlarının çabalarını destekliyoruz. Biyoyakıt ticareti açısından Cargill, talimatlar, sübvansiyonlar, ihracat vergileri, tarifeler ve diğer tarife dışı engeller gibi yapay kontroller dayatan politikalar yerine, kademeli değişimi, güvenilirliği ve istikrarı teşvik eden pazar odaklı politikaları tercih ediyor.”

Bu arada şirketin bahsi geçen biyoyakıtlar için, çevresel anlamda büyük bir tehdit olduğu bilinen palm yağı üretimine odaklandığını da ekleyelim.

Kapitalizmin yarattığı krizlerden, kapitalist çözümlerle kurtulmaya çalışmanın manasızlığını gösteren en iyi örneklerden biri de Monsanto’dur. Bayer’in satın aldığı Monsanto, önce “roundup” adıyla tescil ettiği glisofat temelli, ekosistemin kökünü oyan kimyasalları üretti, ardından bu kimyasallara dayanıklı gıda ürünleri geliştirmeye kalktı. Ve bilim insanlarından hükümetlere hemen herkes -ta ki artık savunulacak bir tarafı kalmayıncaya dek – bu yöntemi savundu. 

GDO tohum üretimine adanan Monsanto’nun iddiası, geliştirdiği tohumlar sayesinde “açlığın sonlandırılacağı” idi ama bunun yerine toprağa ve biyolojik çeşitliliğe zarar verdi, küçük tarımsal işletmeleri borçlandırıp piyasadan sildi, geçim faaliyetlerini yok ettiği insanları çaresiz bıraktı ve var olan tüm krizleri daha da büyüttü. Oxfam raporlarının ortaya serdiği üzere, dünya genelinde yetersiz beslenmeye terk edilenlerin, aşırı yoksulların sayısı her geçen yıl çığ gibi büyüyor.

Kapitalist ekonominin tekelleştirdiği tarım, girdiği bölgeyi yağmalayıp suyunu kurutuyor, toprağını zehirliyor, ekosistemlerini, biyoçeşitliliğini mahvediyor, bölgenin yoksul topluluklarını (öldürmüyorsa da) açlığa mahkûm ediyor. Doymak bilmez hırslarını haklı çıkarmak için de aynı yalanı tekrarlayıp duruyor; “Gıda güvenliği sorununa çözüm sunuyoruz!” 

Sundukları “gıda güvenliği” çözümleri, sırtını Dünya Bankası gibi kurumlara dayayıp rekabet gücünü zayıflatmayı hedefleyerek küçük üreticiyi bitiriyor, piyasayı büyük aktörlere teslim ediyor. Örneğin, Afrika’daki küçük çiftlik sahiplerini ezip geçen de yine Dünya Bankası’nın, gıda devlerini kayıran neoliberal politikalarıydı. Neoliberal kapitalizmi bu hedeflere yönlendiriyor, büyük ölçekli endüstriyel üretimi zorunlu kılacak süreçlerin devamlılığını temin ediyorlar. 

Vegan yaşam biçimi etik açıdan alkışlanması gereken bir seçim olsa da maalesef sorunu çözemeyeceği gibi, sorumluluğu da bireylere yükler. 

Üretilen gıdanın üçte birini çöpe atan kapitalist gıda sisteminin öncelikleri değişmeyecek. 

Sadece endüstriyel hayvancılığın yem olarak kullandığı tahıl miktarıyla bile, açlığa mahkûm edilen milyonlarca insanın beslenmesi mümkün aslında. Ama sermaye için kârlı değil. Ortada gıda için böylesi bir talep varken bile daha kârlı bir pazar gördüklerinde o yönde yapay bir tüketici talebi yaratmaya çalışıyorlar. Üstelik, önümüzdeki yıllarda iklim krizinin etkisiyle şiddetlenmesi beklenen endişe verici bir gıda krizinin de yaşanacağı biliniyor. 

Aşırı üretime son verip besleyici gıdaları herkese eşit ve adil bir dağılımla ulaştırabilmek adına tam anlamıyla sürdürülebilir, yani şirketlerin değil toplumların önceliklerine odaklı ve mümkün olduğunca düşük emisyonlu bir gıda üretim sistemine ihtiyacımız olduğu ortada. Ve bu, kökten değişim anlamına gelir. Kökten değişim de büyük sermayenin tahakkümüne meydan okumak demek. Böyle bir hareketin, onunla baş edebilecek kadar güçlü olması da lazım tabii. Karşımızdaki devin zayıf noktası da bu zaten. Gözünü korkutan tek şey, kitlesel toplumsal hareketler. 

Hedefimiz, 2030. Isınmayı 1,5C’de sabitlemeliyiz. 

Bunun yalnızca ekolojik bir yıkım değil, aynı zamanda bir sınıf mücadelesi olduğu da unutulmamalı.

Gelişmiş ülkeler küresel nüfusun yüzde 20’sini oluşturdukları halde, 1850’den bu yana gerçekleşen sera gazı emisyonlarının %70’inden sorumlu. Hükümetler bu konudaki sorumluluklarını yerine getirmedikleri gibi, gelişmekte olan ülkelerin iklim değişimiyle mücadelesinde kullanacakları kaynakları da azaltan politikaları benimsemeye devam ediyorlar. Kalkınmış ülkelerin gelişimi, kalkınmakta olanlara kabaca 5 trilyon dolara karşılık gelen muazzam bir ekolojik zarara mal oluyor. İklim krizinin ortaya çıkmasından diğerleri kadar sorumlu olmadıkları halde, bu krizden en çok etkilenecek olanlar onlar. 

Bir geleceğimiz olsun istiyorsak, varsayımlara, yanlış verilere ya da boş iddiaların çekiciliğine kapılmayı bırakıp, spekülasyon yapmadan, yerküredeki yaşam üzerine zar atmadan ilerlemek zorundayız. 

Sermayenin eliyle büyütülen bu kriz kapitalizmin fosil yakıt bağımlısı bir sistem olması nedeniyle yaşanıyor. Büyüme odaklı, kâr yönelimli, yıkıcı krizler üreten kapitalizmde sıfır karbonlu geleceğe en az risk ve akla en uygun bilimsel senaryolarla ilerleme şansımız olmadığına göre, esas mücadeleyi kapitalizmin kendisine karşı yürütmemiz gerektiği açık. Doğrudan kapitalizmin sorumlu olduğu bir krizi çözmenin yolu, krizin sorumlusunu hedef almaktan geçer. Yani et tüketimini sonlandıramayan bireyleri değil, fosil yakıt kullanımını sonlandıramayan bu sistemi hedefe oturtmak gerek. Endüstriyel hayvancılığın sebep olduğu eza ve cefayı bitirecek olan da budur.

Kadınların, işçilerin, LGBTİ+ların, ırkçılık karşıtlarının, özetle tüm ezilenlerin talepleri aynı: Eşitlik ve adalet. Öyleyse kapitalist barbarlığa, eşitlik ve adalet talebini yükselten güçlü bir birleşik mücadeleyle yanıt vermemiz gerekmiyor mu? 

Tuna Emren

SON SAYI