İnsandaki yıkıcılık sorunu

ENTERNASYONAL SOSYALİZM
Tipografi
  • Daha Küçük Küçük Orta Büyük Daha Büyük
  • Varsayılan Helvetica Segoe Georgia Times

Tuna Emren

Çoğu medeniyet korku üzerine kuruludur. Korkaklığı öğreterek medenileştirmek o kadar kolaydır ki… Cesareti getirecek standartları seyreltirsiniz. İradeyi kısıtlarsınız. İştahları düzenlersiniz. Ufuklara çitler çekersiniz. Her hareket için bir yasa yaparsınız. Kaosun varlığını reddedersiniz. Çocuklara bile yavaş nefes almayı öğretirsiniz. Evcilleştirirsiniz.

Frank Herbert, Dune

Korku, bir tehdit karşısında hissettiğimiz, kaygı ile derinden bağlantılı bir duygu. Bu yazı dizisinin, kapitalist toplumsal örgütlenmenin bağımlılık dinamiklerini inceleyen ilk bölümünde, uzmanların kaygıyı, küresel kapitalizmin yarattığı modern yaşam koşullarının baskın iki psikolojik olgusundan biri olarak değerlendirdiklerine değinmiştim.[1] Diğeri ise stres. Ve o da genelde belirsizlik, kontrolsüzlük, kendini yeterince ifade edememe gibi nedenlerle ortaya çıkıyor. Kaygının korkudan farkı, kalıtsal koşullanmalardan kaynaklı olmayıp, modern insana özgü görünen baskılanmış, yetersiz, yalıtılmış hissetmenin sonucunda ortaya çıkması. Bireyi toplumsal bağlamından koparmadan inceleyen psikanalist ve sosyolog Erich Fromm, “Kaygı, güçsüzlük ve önemsizlik psikolojik açıdan katlanılabilir değildir” diyor; “Korku içindeki bir bireyin rahatlaması, yaşamdan zevk alması zordur.” Çünkü o zaman insan olumlu yönelimlerle değil, kaygıyla harekete geçirilir ve bu durum “yaşamı felce uğratır”.[2]

Kaygı kavramını tanımlayan ilk düşünür, varoluşçu felsefenin esas meselelerini ortaya koyan Soren Kierkegaard’du. Kuşkular dünyasında acılar içinde kıvranmakta olan bireyi merkeze alan Kierkegaard da tıpkı çağdaşları Karl Marx ve Friedrich Engels gibi felsefenin en büyük sistem kurucularından Hegel ile hesaplaşmaya girişmiş, hatta yanlarına Bakunin’in de eklendiği bu dörtlü aynı amfide bir araya gelip Alman idealist düşünür Friedrich Wilhelm Schelling’in derslerine katılmıştı. Bireyin, kendi gelişimi ve mutluluğu dışındaki amaçlar uğruna nesneleştirilemeyeceğini vurgulayan Marx aslında Hegel’in öğrencisiydi. Marx’a göre Hegel’deki sorun, özgür iradeden bahsederken, gücü elinde bulunduran devlet aygıtını toplumla örtüşen ideal bir düzen olarak görüyor olmasıydı. Marx da Kierkegaard gibi insanı merkeze yerleştirdi, Hegel’in devletine ve beraberinde yine onun bir başka öğrencisi olan Ludwig Feuerbach’ın tanrısına başkaldırıp en tepede konumlanmış iki “mutlak” otoritenin yerine insanı geçirdi, toplumların tarihinin esasen bir sınıf mücadelesi tarihi olduğunu gösterdi.

İnsan aklını geliştirip yaratıcılığını desteklemek için gereken şartları sağlayacağına güç ve korkuyu “daima keskin ve hazır”[3] tutan bir ekonomik dizgenin saptadığı yaşam biçiminde özgürlükten bahsetmek pek mümkün değilse de kapitalizmin insan haklarını koruyup özgürlük sunduğunu anlatan masal bozuk bir plak gibi tekrarlanıp duruyor. Oysa “kapitalizmin özgür insanı” servetin korunması adına güç ve iktidar ile denetlenen, bu nedenle sürekli psikolojik ve fiziksel işkencelere maruz bırakılan bir birey. Potansiyel rakiplerle kuşatıldığı, mütemadiyen tehdit altında hissettiği, bunun kaçınılmaz bir sonucu olarak kuşkuyla dolduğu bu tekinsiz ve sınırsız dünyada “özgür” ve yalnız.

Kaygı olgusunu çözümlediği Özgürlükten Kaçış adlı çalışmasında “Bireyler, güven veren bağlardan koparılıp yabancılaştırıldığında dayanılmaz bir yalnızlık ve güçsüzlükle başa çıkmak zorunda bırakılır,” diyor Erich Fromm. Bundan kurtulmak isteyen bireyin önünde iki seçenek vardır: (i) Diğer insanlar ve dünya ile sevgiye, dayanışmaya ve üretmeye dayalı sağlıklı bir bağ kuracak, (ii) ya da kendi benliği ve dış dünya arasındaki uçurumu kapatmak için yalnızlığını yenmeye çalışacak, yani kaçış mekanizmalarını devreye sokacaktır.[4] Gerçek bağlar kurmak, bireyin kendi bütünlüğünün korunduğu, bağımsızlığından ödün verilmediği bir kazanım sunuyor: “Çünkü ayrılmış, yabancılaşmış olma duygusunu yenmenin yolu, bireysel bütünlüktür.” İkincisinde ise geçici meşgaleler giriyor devreye. Örneğin, en sık başvurulanlardan biri otoriteye bağlılıktır. Birey, güçsüzlük duygusu olarak taşıdığı yükten kurtulmak için kendinden daha büyük bir şeye bağlanmayı, bir otoriteye sığınmayı seçebiliyor. Ya da ortakyaşamsal (simbiyotik) bir ilişkiye yönelebiliyor ki burada da mazoşist ve sadist eğilimlerin devrede olduğu, her iki benliğin de kendi bütünselliğini yitirdiği bir bağımlılık ilişkisine şahit olabiliyoruz. Ortakyaşamsal ilişkilenmenin tutkalı, otorite ve güç tutkusu. Yetkeye hayranlık, ona boyun eğme ve bir yetkeye dönüşme arzusu öne çıkıyor. Bu aynı zamanda Nazi ideolojisinin hedeflemiş olduğu insan tipiydi.

Bir diğer sık başvurulan kaçış mekanizması ise kültürel kalıplar aracılığıyla dışarıdan sunulan kişiliğin benimsenmesi. Bunda birey, dış dünyaya bağlayamadığı kendi benliğinden vazgeçiyor ve bağ kurma gereksinimini ‘Sözde Ben’i sahiplenerek gerçekleştiriyor. Büyük bir bedel ödense de artık ezici yalnızlık duygusundan kurtulduğu için kaygı sonlanıyor: “Düzenin adamı, itaat ettiğinin bile farkında olmadan itaat eder.”

Şiddet, iktidar ve mülkiyet

Fransız düşünür Michel Foucault, 18. yüzyılın sonlarında, yaşam ve ölüm üzerine karar verme gücüne sahip imtiyazlı hükümdarlar tarafından açıktan sergilenen şiddet gösterilerinin yerini “davranış biçimlerinin ıslah edilmesi”nin aldığına dikkat çekerek, bu yeni durumu ‘bio-iktidar’ kavramı ile açıklar. Bilgi Üniversitesi Felsefe Bölümünden Doç. Dr. Ferda Keskin “Foucault’da Şiddet ve İktidar” başlıklı makalesinde bio-iktidar kavramını şöyle aktarıyor:

Bio-iktidar iki ana biçimde gelişmiştir. İnsan bedenine bir makine olarak yaklaşan birinci biçimi, disiplinci bir iktidardır. Amacı bedeni disipline etmek, yeteneklerini geliştirmek, daha yararlı ve uysal kılmak ve ekonomik denetim dizgeleriyle bütünleştirmektir; ikinci biçimi ise insan bedenine bir doğal tür olarak yaklaşır ve nüfusu düzenleyici bir denetim üzerinde yoğunlaşır. Bio-iktidar kapitalizmin gelişmesinde vazgeçilmez bir unsurdur; çünkü, kapitalizm bedenin üretim sürecine denetimli bir şekilde girmesini ve nüfusun ekonomik süreçlere uygun kılınmasını gerektirir. 18. yüzyılın başından itibaren meydana gelen bu gelişme sonucu insan bedenine, cinselliğe, aileye, okula, orduya, fabrikalara, vb. yayılan bir iktidar ağları dizisi ortaya çıkmıştır.

İşte modern ‘ruh’, ‘birey’ ve ‘insan’ kavramları da, Foucault’ya göre, iktidarın insan bedenini kuşatma biçiminde meydana gelen bu değişikliğin bir ürünüdür. Batı toplumunda beden bir iktidar ilişkileri ağında yer alır; çünkü, üretim biçimi gereği bedenin emek gücüne dönüştürülmesi ve üretim gücü olarak kullanılması gerekir. Bunun için gereken itaatkarlık, bedenin sözünü ettiğimiz yeni disiplinci iktidar tarafından kuşatılmasıyla elde edilir.

. . .

Son üç yüz yıl içinde insanı, insanın içinde var olan ruhu, kısacası modern çağın bireyini üreten bu disiplinci iktidarın itaat ettirme biçimidir. Böylece modern insan kavramını anlamak, iktidarın mikrofiziğini anlamayı gerektirir. Çünkü insan, bu yeni iktidar biçiminin cezalandırılanlar, denetlenenler, ehlileştirilenler, ıslah edilenler, deliler, çocuklar ve yaşamının sonuna kadar aynı yerde aynı işi yapmaya mahkûm olanlar üzerindeki işleyişinin bir ürünüdür.

Foucault, 17. yüzyılın sonlarından itibaren, şiddet ağırlıklı suçların yerlerini mülkiyete karşı işlenen suçların aldığını da söyler: Mülkiyet, yasayı belirleyen güç tarafından güvence altına alınmıştır artık.

Mülkiyet kimilerine göre, insanın kendi bedenine “sahip” olması kadar doğal, hatta evrensel bir gerçeklik. Bu argümanda, sahipliğin bedenle başladığı vurgusu öne çıkıyor. Akla ister istemez şöyle bir soru geliyor; kapitalist uygarlığın modern insanı olarak gördüğümüz birey kendi bedenine – beden enerjisine – sahip mi gerçekten? Bedenin enerjisinin büyük bölümü emek sömürüsüyle tüketilirken, üzerinde hak iddia edenin o enerjiyi satın alan sermaye sahibi değil de enerjisini yaşamın geri kalanından vazgeçecek ölçüde satmak zorunda bırakılan birey olduğu söylenebilir mi?

Fetihle, yasalara dayanılarak elde edilmiş mülkiyetin, insan bedeninden yola çıkılarak hak sayılması, onu varoluşsal bir ihtiyaç haline getirmiyor elbette. Bu anlamda mülkiyet, yaşamın mı yoksa nesnelerin mi yüceltildiğiyle ilgili bir sorun. Çünkü böyle bir rasyonelleştirme çabasıyla makul kılınmaya çalışılan sahiplikte gerçek ihtiyaçların karşılanması amacının ötesine geçiliyor, sömürülen ve sömürenlerin olduğu bir ilişkiye zemin hazırlanıyor. Bencillik ve oburluğun desteklendiği, tüm insani ilişkilerin piyasa yasaları üzerine kurulu olduğu bir düzenin “doğal” olduğunu varsayan bu akıl yürütme, mülkü (ya da sermayeyi) korumayı hak sayarken, tüketimin de başlı başına bir amaç olduğunu fısıldıyor.

Marx, 1844 El Yazmaları’nda sorunu şöyle açıklıyordu:

Acıkmış yemek istiyorsam ya da yürümeye gücüm yetmediği için arabaya binmek istiyorsam, para yemeği de sağlar bana arabayı da, yani, isteklerimi imgelem (muhayyile) dünyasından dönüştürür, onları düşünülmüş, imgelenmiş, istenmiş varoluşlarından gerçek duyusal varoluşlarına çevirir, imgelemden hayata, imgelenen varlık durumundan gerçek varlık durumuna aktarır. Bunun gerçekleştirilmesinde para gerçek yaratıcı güçtür.

Parası olmayanlarda da vardır istek, ama onların isteği benim, bir üçüncü kişinin üzerinde hiçbir etkisi olmayan bir imgelem ürünüdür; bu isteğin varoluşu yoktur, bu yüzden gerçekdışı, hedefsizdir benim için. Paraya dayanan etkili istekle benim gereksemelerime, tutkularıma, dileklerime dayanan etkisiz istek arasında ayrım, varlık ile düşünmenin, yalnız benim içimde var olan düşüncelerle, benim dışımda benim için var olan gerçek nesne biçimindeki düşüncelerin arasındaki ayrımdır.

Geziye çıkacak param yoksa bir gereksemem de, yani, maddeleşmiş gerçek bir geziye çıkma gereksemem de yoktur. Bilimsel çalışmaya yatkın bir yeteneğim varsa, ama yeterli param yoksa, o zaman hiç çalışma yeteneğim, yani gerçek ve etkili bir yeteneğim yok demektir. Öte yandan, gerçekten hiç bilimsel çalışma yeteneğim yoksa, ama gerekli istek ve param varsa, demek ki etkili benim yeteneğim. İnsan olarak insandan ve insan toplumu olarak toplumdan doğmayan, evrensel bir dışsal araç ve yeti olarak para, imgelemi gerçekliğe, gerçekliği de boş bir imgelem ürününe çevirebilme gücüne sahiptir; aynı şekilde, gerçek kusurları ve fantezileri, yani yalnızca bireyin imgeleminde var olan gerçekten güçsüz yetileri, gerçek yeti ve yeteneklere dönüştürebildiği gibi, gerçek insani ve doğal yetileri de katıksızca soyut fikirlere, dolayısıyla kusurlara, acı veren fantezilere dönüştürebilir.

. . .

İnsanı insan olarak, dünyayla ilişkilerini de insani ilişkiler olarak kabul ederseniz, sevgiyi yalnız sevgiyle, güveni yalnız güvenle, vb. değiştirebilirsiniz. Sanatın tadına varmak istiyorsanız, sanat kültürü almış biri olmalısınız; başkalarını etkilemek istiyorsanız, başkalarını gerçekten canlandıran ve yüreklendiren biri olmalısınız. İnsanla -ve doğayla- ilişkilerinizin her biri, gerçek bireysel hayatınızın belirli bir şekilde kendini göstermesi olmalı, istemimizin nesnesine uymalıdır. Karşılığında sevgi uyandırmadan seviyorsanız, yani sevgi olarak sevginiz karşılığında sevgi yaratmıyorsa, seven bir kişi olarak dışavurumunuzla kendinizi sevilen bir kişi yapamıyorsanız, sevginiz güçsüzdür, bir talihsizliktir.[5]

Hegel, mülkiyeti “özgürlüğün ilk tecessümü” ve kendi başına bir amaç olarak görmüştü. Marx ise sermaye sahibinin mülkiyetine dikkat çekti, insanı yabancılaşmaya sürükleyen üretim araçlarının kamulaştırılmasını, yani insanın kendi emeğine yabancılaşmasına son verilmesini savundu. Marx’ın diyalektiğinde asıl mesele, bireyin tam gelişimi: İnsan, nesnelerden üstündür ve yaşam da mülkiyetten. Ve insanı, kendini gerçekleştirme fırsatlarını elinden alarak gelişimden yoksun bırakan yoksulluğun yanı sıra zenginlik de bir kusurdur.

İnsani ilişkilerin ‘sahiplenme’ unsuru üzerinden belirlendiği, bireylerin kendilerini nesne ile bir olma yanılsamasıyla deneyimlediği bir toplumun sağlıklı olduğu söylenemez. “Mülkiyet, sahte benliği destekler,” der Erich Fromm; birey ve sahip oldukları bir bütüne dönüşür, kişilik bu ilişkide var edilmeye çalışılır: “İçsel güvenliği büyük ölçüde mülkiyete dayalı kişiler kaçınılmaz olarak muhafazakârdırlar.”[6] Ve beklenebileceği üzere, mülkiyeti güvence altına alan devletin tekelini zayıflatacak her başkaldırıya karşı çıkarlar.

İki kuram arasında düello: Yıkıcılığın kökeni

Şiddete eğilim ve saldırganlık insanın doğasında mı vardır, yoksa çevresel etkilerin sonucu olarak mı ortaya çıkar? Bu soruyu ‘içgüdücü kuram’ destekçilerine soracak olursak, yıkıcılığın kalıtsal olarak devraldığımız, boşalma yolları arayan bir içgüdü olduğu yanıtını alıyoruz. Demek ki yıkıcılık insanın “doğasında” vardır ve bundan tamamen kurtulmak – esasen genetik bir koşullanma olduğu için – mümkün değildir. Bu iddia, (onu ilk ortaya atan kişi olmasa da) içgüdüler yaklaşımına yeni bir boyut kazandırmış olarak görülen Avusturyalı etolog Konrad Lorenz’in fikirleri üzerinde yükseliyor. İçgüdücü kuram destekçileri günümüzde artık Lorenz’in 60’lı yıllardaki fikirlerinin ötesine geçmiş olsalar da onun geniş çevrelerce kabul gören iddialarını temel aldıkları için, önce Lorenz’in böyle bir yargıya nasıl vardığının incelenmesi gerekir.

Aslında Freud’un da saldırganlığa dair, içgüdülere dayalı bir kuramı vardı fakat Lorenz’in daha anlaşılır bulunan “İşte İnsan: Saldırganlığın Doğası Üzerine” adlı çalışması en çok okunan kitaplardan biri olunca ilgi Freud’dan Lorenz’e çevrildi. O da tıpkı Freud gibi, içgüdüsel koşullanmayı hidrolik bir sisteme benzeterek ele alıyor, sonra kendine özgü bir yol izleyip, buna bağlanmış enerjinin, boşalmadığı takdirde sürekli birikip elverişli dış uyaranlar karşısında aniden salıverileceği sonucuna varıyordu. Hatta yıkıcılığı salıverecek bir uyaran yoksa bile ve ola ki aşırı birikmişse, o zaman da bir noktadan sonra kendi kendine patlamasının kaçınılmaz olduğunu iddia etti. Uyaranların ortaya çıkmasını beklemektense arayıp bulduğumuzu, bulamazsak yarattığımızı da ekleyip, bu tutumu da bir tür “iştah” olarak tanımladı.

Sigmund Freud insan içgüdülerini iki sınıfa ayırmıştı; cinsel olanlar ve kendini korumaya yönelik olanlar. Sonra bu kuramı geliştirip iki tane daha ekledi; yaşam ve ölüm içgüdüleri. O da neticede şiddetin ve yıkıcılığın insan doğasına özgü olduğunu varsayıyor, etkisi hafifletilebilse bile bundan kurtuluş olmadığını öne sürüyordu. Yine de Freud ve Lorenz’in ayrıldıkları kısımlar, ortak oldukları kısımlardan fazladır. Fakat en çarpıcı olanı, Freud’un bu saldırgan doğanın yıkıcılığını görüp onu ‘ölüm içgüdüsü’ olarak adlandırmış, Lorenz’in ise tür içi saldırganlığın o türün varlığını sürdürebilmesi için ortaya çıktığı sonucuna varmış olmasıdır. Özetle ileri sürdüğü, yıkıcılığın yaşama hizmet ettiğiydi. Evrim bunu, türün bireylerini çevreye dağıtıp “daha iyi” olanın ayakta kalmasını sağlamak adına yapıyordu.

Freud ölüm içgüdüsünün tüm canlılarda var olduğunu ileri sürmüş olsa da bu varsayımı destekleyen bilimsel bir veri mevcut değildir. Freud’un yaklaşımındaki hata tam olarak burada; hayvan davranışları ile uyuşmayan bir kuram ileri sürmüş olmasında. Fakat Freud yıkıcılığın karşısında onun kadar güçlü bir ‘eros’ bulunduğunu da söyledi ve böylece bir de yaşam içgüdüsü eklemiş oldu bu formüle. Lorenz’e göre böyle bir şey olamazdı, çünkü sevgi de özünde saldırganlık içgüdüsünün bir ürünüydü. Ayrıca o da kuramının tüm canlılarda geçerli olduğunu söylüyor, ancak hayvanlardaki saldırganlığı doğal, insandakini ise kabul edilemez buluyordu. Ne var ki tıpkı Freud’un hayvan gözlemleri yapmadığı gibi, Lorenz de kendisi ve yakın çevresindeki birkaç insan dışında insanlar üzerinde bilimsel kriterlere uygun çalışmalar yürütmüş değildi. Bunun yanı sıra, Charles Darwin’in kuramını da kendince yorumladığı görülüyordu.

Evrimin başat mekanizmalarından biri olan doğal seçilim, türün geleceğini planlamaz, ihtiyaç duyduğu özellikleri yerine getirmek için çalışmaz; yalnızca yaşadığı ortama uyum sağlayabilen canlıların kalıtsal özelliklerini gelecek nesillere aktarabilmesi için çalışır. Burada gözden kaçırılmaması gereken nokta şu; türün ayakta kalıp kalamayacağını çevresel koşullarına uyumu belirler ve seçilimin bu uyuma yardımcı olmak için yaptığı şey, mümkün olabildiğince çeşitlilik yaratmaktan ibarettir. Genler çeşitliliğin sağlanmasına programlıdır özetle. Haliyle, doğal seçilim en güçlüyü değil, yeterince iyi olanı sever. Çevreye en iyi uyumu mükemmel olanın, en güçlünün sağlayacağı varsayımı da bu nedenle hatalıdır. Hatta çoğu türde vasat olan, en iyi seçim olabilir çünkü bu tür bir eleme sonraki nesillere daha çeşitli, daha fazla niteliğin aktarılmasını sağlar ve böylece evrim kendi elini güçlendirmiş olur. Kalıtsal hastalıkların kolay kolay elenememesinin sebebi de bu zaten.

Darwin “İnsanın Türeyişi” adlı eserinde, insanın bir tür olarak daha az tepkisel, daha esnek, daha az içgüdüsel olduğunu vurgulamışsa da onun vardığı sonuçlar Lorenz’i pek etkilememiş gibi görünüyor. Kaldı ki evrimin tek mekanizması doğal seçilim değildir. Yapay seçilim, akrabalık seçilimi, genetik sürüklenme gibi faktörler de o türün geleceğinde belirleyici rol oynar. Darwin, “Türlerin Kökeni” eserinde evrimi, herkesin aşina olduğu yapay seçilim üzerinden anlatıyordu mesela. Gayesi, hedefi olan mekanizma budur; bir türü daha dayanıklı ve güçlü ya da (köpeklerde olduğu gibi) daha sevimli ve uysal yapmaya çalışıyorsanız yapay seçilime başvurursunuz. Adı üstüne; yapaydır. Doğa ilkini ve onun yanı sıra cinsel/akrabalık seçilimini, bir genetik kopyalama hatasından ibaret olan mutasyonları, türün bireylerinin göçlerde birbirlerinden yalıtılıp kopmasından doğan gen akışını ve evrimin rastlantısal faktörü sayılan genetik sürüklenmeyi kullanıyor.

Lorenz “insan yıkıcıdır, çünkü ezelden beri yıkıcıdır, ezelden beri yıkıcı olduğu için bugün de yıkıcı olması normaldir” benzeri tuhaf bir akıl yürütmenin bulunduğu ve Homo sapiens’e ya da onun evrimsel kuzenleri olan primatlara dair hiçbir görgül kanıt barındırmayan bir sonuca vardı: İnsan yıkıcıdır. Freud, elde ettiği sonuca, insanı derinlemesine inceleyerek varırken, Lorenz tüm gözlemlerini balıklar üzerinde gerçekleştirmiş, Freud’un çalışmalarını bile yeterince incelememişti. Gerçekte, gördüğü bazı benzerlikleri, kendince doğru saydığı belirli bir nedene indirgemeye çalışıyordu. Ayrıca Freud daha sonradan insanın gerçek tutkularına yoğunlaştı ve karakter özelliklerine eğilerek davranışların kökenine inmeye başladı.

Gelelim diğer yaklaşıma… İlkine göre ilerleme sayılabilecek bu kuram davranışlara odaklanıyor. Davranışı, onu gerçekleştiren insan faktörünü devreden çıkararak tek başına ele alıp, başlangıçtaki sorumuza şuna benzer bir yanıt sunuyor: Davranışlarımızı belirleyen unsur kalıtsal değil toplumsaldır, dolayısıyla insanın bir doğası olduğu iddia edilemez. Fakat psikolog Burrhus Frederic Skinner tarafından geliştirilen bu kuram da insanın tutkularını görmezden geliyor ve bireyin sadece kendi çıkarlarını düşünerek harekete geçtiğini varsayıyor.

Davranışçı kuram, gözlenebilir davranışı bilimsel açıdan güvenilir bir veri saydığı için bazı gerçekleri görmezden gelir. Örneğin, bir insanın samimi, hakiki duygularla mı yoksa sizi aldatmaya ve kendi çıkarlarını gerçekleştirmeye yönelik sahte bir itkiyle mi harekete geçtiği, çoğu zaman davranışın kendisinden çok daha önemlidir. Neticede her gülümseme aynı itkiyle gerçekleşmez. Ancak davranışçılar, önemli olanın eylemin, yani gülümsemenin kendisi olduğunu söyler, eylemi gerçekleştiren insanı bir makine gibi görür. İçgüdücü yaklaşımda evrimsel geçmişinin değişmez kalıplarıyla yönlendirilen insan burada bir kez daha kalıba dökülüp kendi toplumsal gerçekliğinin kuklası gibi gösteriliyor.

Davranışçıların bu oportünist yaklaşımı, toplumun sınıflardan oluştuğunu gören birine Marx’ın ‘küçük burjuvazi’sinin bir resmini çiziyormuş gibi gelebilir ki öyledir de. Davranışçı kuramın, istenilen her şekilde davranmaya koşullandırılabilen insan modeli, kendisinden beklenildiği gibi davranıp ödülünü alabilir ya da buna karşı çıkar ama kişisel çıkarları her zaman baskın geldiği için önceden belirlenmiş davranış kalıbını benimsemeyi tercih eder. Özetle bu bencil insan saldırgan davrandığında istediğini elde ettiğini görürse, çıkarlarına uygun düşecek şekilde hareket ettiği için saldırganlığı benimser. Böylece bir kez daha en iyi olan kazanır, ayakta kalamayan elenir ve kapitalizm aklanır.

Bunun gerçekten böyle olduğunu göstermeye adanmış iki ünlü deneyden de bahsetmeden olmaz. Bunlardan ilki, bir toplumsal psikolog olan Stanley Milgram’ın yürüttüğü ve insanın, insanlıktan çıkmaya meyilli olduğunun kanıtı gibi sunulan Milgram deneyleridir:

İtaatin hukuksal ve felsefesel açılardan devasa önemi bulunmaktadır, ancak bunlar çoğu insanın somut durumlarda nasıl davrandığı konusunda fazla bilgi vermez. Yale Üniversitesinde sıradan bir insanın sadece bir deney bilimcisinden aldığı emirle başka bir insana ne kadar acı çektireceğini ölçmek için basit bir deney düzenledim. Katılan deneklerin güçlü vicdani duyguları ile saf otoriteyi çeliştirdim, ve kurbanların acı dolu çığlıklarının eşliğinde genellikle otorite kazandı. Yetişkin insanların, bir otorite makamının komutası doğrultusunda her şeyi göze almakta gösterdikleri aşırı isteklilik, çalışmamızın acilen açıklama gerektiren en önemli bulgusudur.[7]

Deneyi biraz araştırmaya girişen herkesin görebileceği üzere; (i) Milgram deneklerini yanlış bilgilendirmişti, (ii) deneyin en önemli bulgusunu vurgulamaktan kaçındı. Aslında deneklerin çoğunda vicdanın baskın olduğu görülmüş, itaat etmeye zorlandıklarında acı duydukları tespit edilmişti. Bu da Fromm’un deneyi yorumladığı şekliyle, “deneklerin içinde, zalimce davranışı hoşgörüyle karşılamayan yoğun güçlerin” bulunduğunu gösteriyordu.[8]

Bir diğer ünlü deney, Philip Zimbardo tarafından gerçekleştirilen Stanford Deneyidir. İki hafta sürmesi gereken deney altıncı günde sonlandırıldı çünkü işler çığırından çıkmıştı. Zimbardo’nun genel tezi de Milgram’ınkinden farklı sayılmazdı: İnsanların etik algıları ne kadar gelişmiş olursa olsun, hemen her şeyi yapabilecekleri konusunda güvence verirseniz acımasız sadistlere dönüşürler. Stanford Hapishane Deneyi, gerçek bir cezaevine benzeyen, aşağılayıcı olması planlanmış yapay bir hapishanede gerçekleştirildi. Gönüllülerin bir kısmı mahkûm, bir kısmı da gardiyan rollerini oynadı. Sonuçta bu gardiyanların büyük çoğunluğu (tam olarak üçte ikisi) sadistçe tutumlar sergilemedi ama Zimbardo tam tersini ortaya koyan bir bulgu açıkladı. Oysa işin gerçeği, onlara tüm elverişli koşulları sağladığı halde büyük bir kısmını sadistlere dönüştürmeyi başaramamıştı. Üstelik o da Milgram gibi deneklerini aldatma yoluna başvurdu, gönüllülerin neyin gerçek neyin oyun olduğu konusunda şüpheye düşmelerini amaçladı. Deneyin doğası itibarıyla, onları ne gerçek ne de sahte olabilen kurgusal bir evrende arafta bırakmıştı ve tam olarak bu nedenle gerçek yaşamdaki kişilerin durumunu yansıtmaları beklenemezdi. Eğer ki kurgusal bir evrendeyseniz, içinde bulunduğunuz durum gerçekliğini yitirmeye başlar ya da gerçeklik sizin için öyle bulanık olur ki normalde davranacağınız gibi davranmayabilirsiniz.

Neyse ki davranışçılar ve içgüdücülerin verdikleri yanıtlarla yetinmek zorunda değiliz. Nörobilim, ilkel beyin olarak da adlandırılan amigdalanın tehlike ile karşılaşma anlarında dolaysız bir tepki olarak devreye girip “kaç ya da savaş!” dediğini söyler. Türün varlığını sürdürmesine engel teşkil eden tehditler karşısında “uyanan” amigdala kalıtsal olarak miras alınmış biyolojik bir savunma sistemi. Velhasıl, insanın gerçekten evrimsel bir kaç-savaş koşullanması var. Fakat yıkıcı saldırganlığı dayatmayıp iki seçenek sunuyor; “Kaçabilirsin . . . Her ne yapacaksan çabuk karar ver!” İşin püf noktası da burada işte; içgüdücüler bu kalıtsal kaçma güdüsünü görmezden geliyor. Ayrıca birey seçeneklerden hangisini hayata geçirmeye çalışırsa çalışsın, bu biyolojik tepkinin çok kısa süreli olduğu gerçeği de atlanıyor. Beynin muazzam bir hızla enformasyon toplayıp işlemeye başladığı ‘amigdala anlarında’ bir sonraki enformasyon sizin kaçmanıza ya da saldırmanıza fırsat tanımadan gelebilir. Bu ikincisi, ilkinden farklı olarak tehlikenin gerçekliğini sorgulayan verilerin beynin evrimsel anlamda daha geç ve daha iyi gelişmiş birimleri tarafından işlenmesiyle elde edilir.

Seçilimin sonradan amigdalanın tepkilerini bastıran bu birimi, neokorteksi geliştirmiş olması, tehdit ölümcül değilse amigdalanın alarm durumunu kısacık bir süre içinde sona erdirmesi, saldırganlığın evrimsel dayatma olmadığının açık bir göstergesi değil midir? “İçgüdücülerin saldırganlık durumuna ilişkin mantık yürütmeleri kaçışa da uyarlansaydı şu tür bir yargı çıkardı karşımıza,” diyor Fromm: İnsana kalıtsal bir ‘kaçma’ güdüsü yön verir. “Bunu mantığıyla denetlemeye çalışabilir ama onu dizginleyecek bazı yollar bulabilse bile etki yaratamaz.”[9] Kaldı ki kaçmanın, kendini koruma koşullanmasında evrimsel açıdan daha avantajlı olduğu da ortada. Bunun en çarpıcı örneği, askerlerin kaçmayıp saldırmak üzere eğitilmesi gerektiğidir. Öyle ki ABD’nin Vietnam’a gönderdiği askerlerini ayakta kalıp savaşmaya devam etsinler diye amfetamin bağımlısı yapması ya da Irak’taki Amerikan askerlerinde saldırganlığın uyarılması için birbirinden yaratıcı yöntemlerin denenmesi “gerekmişti”.[10]

Gelgelelim, çeşitli deneylerde görülmüş olduğu üzere, örneğin beyindeki gri madde miktarının düşük olması vb. nedenlerle ortaya çıkan bazı olağandışı durumlarda amigdalanın aşırı aktif olabilmesi de mümkündür. Yine de, ne gri maddenin düşük yoğunluğu ne de amigdalanın aşırı çalışıyor olmasından yola çıkarak, bir insanın şiddete diğerlerinden daha meyilli olduğuna dair nörolojik bir bulgu elde etmiş olmayız. Bir örnek vermek gerekirse, Harvard Üniversitesi’nden Joshua Buckholtz’un amigdala araştırmalarında incelediği ve amigdalasının aşırı aktif çalışması gerektiği sonucuna varılan bireyler suçlular arasından değil toplum gönüllülerinden seçilmişti ve birçok benzer araştırmada olduğu gibi bunda da suç işleme yatkınlığının genetik faktörlerle doğrudan bir bağlantısı olmadığı sonucuna varıldı. Özetle, “bir faktör ne kadar güçlü olursa olsun, tek başına olduğu sürece şiddete meyilli olduğumuzu göstermiyor.”[11]

Şiddetin arkeolojisi: İlkel olan kim?

Homo sapiens’teki yıkıcılığın kökeni tartışmasının bizi eninde sonunda götüreceği yer, insanın ilk atalarının nasıl yaşadığı sorusuna yanıt sunabilecek antropolojik bulgulardır. Çünkü ilkel avcı-toplayıcı atalarımızın avlanmaktan ve öldürmekten zevk duyduğu varsayımının da nitelikli bir incelemeye tabi tutulması gerekir.

Bu varsayımda sapiens ağırlıklı olarak avlanarak beslenmiş bir tür gibi gösterilir. Oysa antropolojik bulgular “ilkel” atalarımızın ağırlığı otçul diyete verdiğini söylüyor. Peki yine de etçil psikolojisi gereği, saldırmak, acı vermek ve öldürmekten haz duymuş olabilir mi?

İnsanın antropolojik, psikolojik ve toplumsal koşullarının bir arada değerlendirilmesini gerektiren bu soruyu, türümüze dair tarihsel bulguları yıllarca büyük bir titizlikle ve derinlemesine incelemiş bir toplumsal psikolog ve sosyolog olmasının yanı sıra, bir de bizzat konu hakkında hayatının en önemli çalışmalarından biri saydığı “İnsandaki Yıkıcılığın Kökenleri” adlı 700 sayfalık son derece kapsamlı bir incelemeyi kaleme almış olan Erich Fromm’dan daha iyi yanıtlayabilecek biri yoktur:

. . . bunun tek anlamı, sadist bireylerin ve sadist kültürlerin bulunduğudur. Ancak sadist olmayanlar da vardır. Sözgelimi, kendini güçsüz hisseden ve yaşamdan çok az haz alan, düş kırıklığı içindeki bireyler ve toplumsal sınıflar arasında sadistliğe çok daha sık rastlandığı görülecektir; maddi yoksulluğu ve toplumsal güçsüzlüğü sadist gösterilerle doyurulan Roma alt sınıfı ya da saflarında Hitlerin en bağnaz izleyicilerini çıkaran Alman orta sınıfının alt tabakası bu duruma örnek gösterilebilir. Konumlarını ve mülklerini tehdit altında hisseden egemen sınıflarda ya da öç almak için yanıp tutuşan bastırılmış gruplarda da sadistliğe rastlanır.

Avcılığın işkenceden haz duymaya neden olduğu düşüncesi dayanaksız ve kabul edilemez bir yargıdır. Bir kural olarak avcılar, hayvanın acı çekmesinden haz duymazlar ve gerçekte, işkenceden haz duyan bir sadist kötü bir avcı olacaktır. . . İlkel avcıları sadist ya da yıkıcı tepilerin güdülediği yolundaki varsayımı doğrulayacak hiçbir kanıt da yoktur. Buna karşılık, avcıların öldürülmüş hayvanlara karşı sevecen bir duyguya ve belki de öldürmeden dolayı suçluluk duygusuna sahip olduğunu gösteren kanıtlar vardır. . .

Fromm, egemen seçkinlerin (örneğin, bir derebeylik sistemindeki soyluların) bir sporu olarak avcılık ile ilkel avcıların avlanmasının iki farklı avcılık biçimi olduğunu belirtiyor: “‘Seçkin avcılığı’, görünüşe bakılırsa, iktidardaki seçkinlere özgü olan, belli bir ölçüde sadistliği de içeren güç ve denetim arzusunu doyurmaktadır, avcılık psikolojisinden çok, derebeylik psikolojisi hakkında bize bir şeyler anlatmaktadır.”

Avlanma davranışının bireyler ve toplumsal örgütlenme üzerinde zalimlik ve yıkım eğilimi oluşturduğu varsayımına katılmayan Fromm, ilkel avcılarla ilgili zalimlik, yıkıcılık gibi niteliklerin insan doğasına bağlanmasından Thomas Hobbes’u sorumlu tutarak, bilimsel bulguların, en “ilkel” insan atalarımızın bile Hobbes’un “doğal insan” tanımındaki kadar ilkel olmadığını ortaya koyduğunu hatırlatıyor.

Amerikalı antropolog Marshall Sahlins, Paleolitik Çağ avcıları hakkında şöyle yazıyordu:

İnsan toplumu, Taş Devri’nin tehlikelerine ayıklanma yoluyla uyum sağlarken, bencillik, ayrım gözetmeyen cinsellik, egemenlik ve kaba yarışma gibi primat özelliklerini yendi ya da denetim altına aldı. Çatışmanın yerine akrabalığı ve işbirliğini koydu; dayanışmayı cinsiyete, ahlakı güce üstün kıldı. İlk günlerinde insan toplumu, tarihin en büyük iyileştirme hareketini başardı: İnsanın primat doğasını alaşağı etti, böylelikle de türün evrimsel geleceğini güvence altına aldı.[12]

Göçebe avcı-toplayıcıların süs eşyası, giysi, basit aletler gibi, ihtiyaçları karşılamaya yönelik eşyalar dışında bir özel mülkiyete sahip olmadıklarını da biliyoruz. Üretim araçları topraktan ve avlanma alanlarından ibaret olan bu topluluklar doğal kaynakları eşit paylaşıyor, kimseyi aç bırakmamayı önemsiyordu. Ekonomik yaşantısı, yiyecek bulma ve onu elde etmeye dair az sayıdaki alete, araca dayalı olan bu göçer avcı-toplayıcı topluluklarda gıda ihtiyacı ağırlıklı olarak meyve, kabuklu yemiş gibi bitkisel kaynaklardan karşılanıyordu. Fakat avlanmak gerektiğinde hem aletlerin ilkel oluşundan hem de çevresel koşullar üzerinde denetimlerinin bulunmuyor olmasından ötürü işbirliğini sürdürmeleri gerekiyordu. Yani avlanma nedeniyle doğamıza işlemiş olan bir eğilim ya da güdü varsa, bunun işbirliği ve paylaşma olması gerektiği çok açıktır. İşbirliği nasıl pratik bir gereklilikse avın paylaşılması da öyleydi. Av etini uzun süre muhafaza edebilmeleri söz konusu olmadığından, bozulmadan tüketmek zorundaydılar ve ava çıkan her avcı eli dolu dönemediği için, ne varsa onu her koşulda paylaşmak, hepsi için daha akıllıca bir seçimdi:

İnsanın işbirliği ve paylaşma geçmişi (uygarlık tarihinin ortaya koyduğu üzere) pek parlak değildir. Ya avcılık yaşantısı kalıtımsal güdüler aktarmadı ya da paylaşma ve işbirliği tepileri, örgütlenme düzenleri bu erdemleri bastıran ve yerlerine acımasız bencilliği ikame eden (özendiren) kültürler tarafından hiç edildi.[13]

Amerikalı bir başka antropolog; Elman Service ise hem ilk atalarımızda hem de yalıtılmış dünyalarındaki günümüz yerli kabilelerinin ekonomik ilişkilerine dair son derece çarpıcı bulgular aktarır:

Kendi ekonomimizin niteliğinden dolayı, insanların ‘doğal bir değiş-tokuş eğilimi’ne sahip olduklarını; bireyler ya da gruplar arasındaki ekonomik ilişkileri ‘tasarruf sağlama’nın, çabanın sonucunu ‘en çoğa çıkarmanın’, pahalı satıp ucuza almanın karakterize ettiğini düşünmeye alışmışızdır. Ne var ki, ilkel halklar bunların hiçbirini yapmazlar; gerçekte, çoğunlukla tam tersini yaptıkları görülür. Bu halklar ‘herkese öteberi verirler’, eli açıklığa bayılırlar, konukseverlik beklerler, cimriliği bencillik sayarak cezalandırırlar.

Ve hepsinden garibi, koşullar ne denli ürkütücüyse, mallar ne denli kıt (ya da değerli) ise, bu halklar da o denli az ‘tutumlu biçimde’ davranırlar ve o denli çok cömert görünürler. Elbette, bir toplum içinde bulunan kişiler arasındaki alışveriş biçimini göz önüne alıyoruz ve bu kişilerin tümü, bir takım toplumunda, şöyle ya da böyle akrabadırlar. Bir takımda, bizim toplumumuzda yakın toplumsal ilişkileri gerçekten sürdüren insanlardan çok daha fazla akraba vardır. Bununla birlikte, modern bir aile ekonomisiyle benzerlik kurulabilir çünkü bu ekonomi de asıl ekonomiye atfedilen ilkelerle doğrudan karşıtlık içindedir. Çocuklarımıza yiyecek ‘veririz’, değil mi? Kardeşlerimize ‘yardım eder’ ve yaşlı ana-babalarımıza ‘bakarız’. Ötekiler de bizim için aynı şeyi yaparlar, yapmışlardır ya da yapacaklardır.

Genel çerçevede, yakın toplumsal ilişkiler hüküm sürdüğü için sevgi duyguları, aile yaşamı kuralları, cömertlik ahlakı malların kullanılış biçimlerini koşullandırır ve bu koşullandırmayı öyle bir gerçekleştirir ki, mallara karşı ekonomik tutum ortadan kalkar. İnsanbilimciler zaman zaman bu somut uygulamayı ‘katıksız armağan’ ya da ‘karşılıksız armağan’ gibi sözcüklerle tanımlamaya çalışmışlardır; bundan da amaçları, bunun ticaret değil takas olduğu ve bu uygulamada geçerli olan duygunun dengeli bir alışveriş duygusu olmadığı gerçeğini göstermekti. Ama bu sözcükler eylemin gerçek niteliğini yansıtmaktan epeyce uzaktır; hatta bir ölçüde yanıltıcıdır.

Bir keresinde Peter Freuchen’e bir Eskimo avcı bir parça et verdi ve Freuchen ona büyük bir minnetle teşekkür ederek karşılıkta bulundu. Avcının keyfi kaçtı ve yaşlı bir adam hemen Freuchen’i aydınlattı: ‘Etin için teşekkür etmemelisin; payını almak hakkındır. Bu ülkede hiç kimse başkalarına bağımlı olmak istemez. Bu nedenle, armağan veren ya da alan hiç kimse yoktur çünkü bu yolla bağımlı duruma gelirsin’ . . .

. . . Hiçbir avcı-yiyecek toplayıcı toplumda minnet dile getirilmez ve aslına bakılırsa, bir adamı kamp arkadaşlarıyla avını bölüştüğü zaman övmek bile yanlış olacaktır. Bir başka durumda onun cömert olduğu söylenebilir ama belirli bir paylaşma olgusuna karşılık olarak değil; çünkü o zaman bu söz, minnet anlatımıyla aynı anlama – böyle bir paylaşmanın beklenmediği, paylaşan kişinin salt doğal bir tutum olarak cömert olmadığı anlamına – gelecektir. Böyle bir durumda bir kişiyi cömertliğinden dolayı değil, avcılıkta gösterdiği ustalık ve gözüpeklikten dolayı övmek doğru olacaktır.[14]

Bu topluluklarda bir kast sistemi, herhangi bir hiyerarşik yapı ya da fiziksel üstünlüğü daha değerli gördüklerini gösteren bir üst-ast düzeni de göze çarpmıyor. Kuttörenleri yöneten, topluluğun hafızası niteliğindeki yaşlı bilge kişileri, modern toplumun hekimlerine (ve daha birçok şeye) karşılık gelen şamanları, yani becerilerini, gücünü topluluğu için kullanan, saygı duyulan bireyleri var. Ancak bir egemenlik tutkusu yok, güç sarhoşluğu yok, yetkeci düzen yok, sömürü yok. Günümüz kapitalist toplumlarıyla kıyaslandığında, bizden çok daha eşitlikçi oldukları ortada. Ve eğer ki bir toplumsal yapı yoksa – ki öyle görünüyor – o zaman toplumsal yapıların, insanın doğasına özgü bir gereksinim olmadığı sonucuna da varıyoruz. “En alışılmış yaptırım, suçludan uzaklaşma, ona karşı inceliğin azalmasıdır,” diyor Fromm; “Söylenti [yayma], alaya alma, aşırı durumlarda da dışlama.” Öldürmenin nadiren görüldüğü, kanlı “çözümlere” başvurulmadığı ve sorunların çoğunlukla grubun bilge kişisi tarafından çözüme kavuşturulduğu anlaşılıyor:

İki kişi arasındaki sürtüşmelerde kararı çoğunlukla her ikisinin de akrabası olan bir yaşlı veriyordu. Biri açıkça haklı ve diğeri de haksızsa, o zaman kamuoyunun ortak görüşü kabul görüyor.

Sürtüşmeler bu yollarla çözülemiyorsa, bu iki kişinin çarpışacağı bir oyun düzenleniyor. Eskimolar güreş ve tos vurma karşılaşmaları yapıyordu. Bu oyun herkesin gözü önünde oynanır, kazanan kişi davayı da kazanmış sayılırdı.[15]

Marksist yazar Chris Harman, “Halkların Dünya Tarihi” adlı harikulade eserinin öndeyişinde, “insanlar, yöneten ve yönetilen, zengin ve yoksul olmadan önce” her şeyi paylaşıyorlardı diyor:

Biz 21. yüzyıla girerken dünya; açgözlülük, zenginle yoksul arasında muazzam eşitsizlikler, ırkçı ve milliyetçi şövenist önyargılar, barbarca uygulamalar ve korkunç savaşların dünyasıdır. İşlerin her zaman böyle olduğuna, dolayısıyla başka türlü olamayacağına inanmak çok kolaydır. Böyle bir mesaj çok sayıda yazar, düşünür, politikacı, sosyolog ve psikiyatrist tarafından etrafa yayılmaktadır. Bunlar hiyerarşi, itaat, açgözlülük ve zorbalığı, insan davranışının ‘doğal’ özelliğiymiş gibi sunmaktadırlar. Gerçekten de bunları, tüm hayvanlar âleminde sözde genetiğin ‘yasaları’nca empoze edilen sosyo-biyolojik zorunluluklar olarak görenler vardır. Çok sayıda popüler, sözde ‘bilimsel’ ucuz kitap bu tür bir görüşün propagandasını yapar: insanlardan ‘çıplak maymun’ diye söz ederek (Desmond Morris), ‘öldürücü zorunluluk’ diyerek (Robert Ardrey), ve daha karmaşık bir üslupta, tüm bunların ‘bencil gen’ tarafından programlandığını ileri sürerek (Richard Dawkins).

Bununla birlikte, insan davranışının bu Taş Devri karikatürleri, yazılı tarihten önceki sayısız nesil boyunca atalarımızın hayat deneyimlerince onaylanamıyor. Bilimsel kanıtların toplamı, atalarımızın toplumlarının rekabet, eşitsizlik ve zulümle nitelenemeyeceğini gösteriyor. Dünyanın her yerinde insan davranış kalıpları hakkında arkeolojik kazılardan elde edilen kanıtlar yalnızca 5000 yıl öncesine kadar geri gidiyor. Antropolog Richard Lee bulguları şöyle özetlemiştir:

‘Devletin ortaya çıkışı ve toplumsal eşitsizliğin yerleşmesinden önce, insanlar binlerce yıl boyunca küçük çaplı, akrabalık temelli toplumsal gruplarda yaşıyorlardı ve bunların ekonomik hayatındaki temel kurumlar, toprak ve kaynakların kolektif ya da ortak mülkiyetini içeriyor; yiyeceklerin dağıtımında genelleştirilmiş bir karşılıklılık uygulanıyor ve görece eşitlikçi siyasal ilişkiler kuruluyordu.’[16]

Herkesin gereksinimlerinin sağlandığı böyle bir toplum düzeninde ‘bolluk’ ve ‘kıtlık’ gibi kavramlara da yer olmaz. “Kıtlık, ticarete dayalı ekonominin özgül saplantısıdır,” der Marshall Sahlins.[17] Modern insan, kıtlığı aşırı bolluk içinde, milyonlarca ürün çeşidi varken sadece bazılarımızın bu ürünlere erişiminin planlandığı bir üretim biçiminde tecrübe ediyor. Yaşama yetersizlikle başlamak ve buradan, ağır çalışma koşullarına zorlanarak bir hayat kurabilmeyi denemek, bunu başarsa bile tüm hayatı boyunca aşırı yoksulluğa itilmeyeceği belli bir seviyede dengede kalabilmek için gerçek bir mücadele vermek zorunda. Özetle, bu insanın hayatı baştan sona büyük bir mücadele. Kaldı ki toplumun gelişimi de bireylerin gelişebileceği sağlıklı ortamın ne ölçüde sunulabildiğine bağlıdır. Bu dünyadan baktığımızda, tarihöncesi avcı-toplayıcıları sürekli birbirleriyle savaşan, ilkel, barbar topluluklar olarak değerlendiriyor, kaygının yerini güven duygusunun aldığı bir toplumu hayal etmekte bile zorlanıyoruz.

Borneo’da yaşayan Penan halkının felsefesi, ilkel avcı-toplayıcıların hayata nasıl baktıkları hakkında bir ipucu verebilir: “Bugün hiç yiyecek yoksa, yarın olur.”

Savaşın getirdikleri

Chris Harman aynı eserinde, işbirliği ve paylaşımın insanlık tarihinin büyük bölümü boyunca hüküm sürdüğünü belirtir; “Yaklaşık 10.000 yıl öncesine kadar değişik toplumlar belirli ortak temel özellikleri paylaşıyordu. Bunun nedeni hepsinin yiyeceklerini, barınaklarını ve giysilerini aşağı yukarı aynı şekilde, ‘toplayıcılık’ yoluyla elde etmeleri; yani meyve, kabuklu yemişler, kökler, yabanıl hayvanlar, balık ve deniz kabukluları gibi doğal ürünleri aynı şekilde toplamaları ve aynı şekilde kullanıma hazırlamalarıydı.”[18] “İlk refah toplumu” olarak da adlandırılan bu insanlar, 30 ila 40 kişilik gevşek-bağlı gruplar halinde yaşıyor, kimi zaman bir araya gelerek 200 kişiye varan topluluklara dönüşüyorlardı.

Antropolog Richard Lee, Kalahari’deki Bushmen topluluğunu incelediğinde, “ileri derecede eşitlikçi bir halk olduğunu ve erdemlerini devam ettirebilmek için bir dizi önemli kültürel pratik geliştirdiklerini” gördü; “Küstah ve palavracıları önce hizaya getirip daha sonra onlara yeniden oyuna katılmaları için” fırsat tanıyorlar.[19] Savaşa yol açabilecek bir sebep yoksa, henüz yerleşik yaşama geçilmediği için o günün gıdasını o gün elde eden ve sırf bu nedenle bile belirli bir enerji düzeyini koruması gereken insanların durup dururken savaşması kadar mesnetsiz bir beklenti olamaz. Richard Lee, “Bizim geçmişimizi şekillendiren uzun süren eşitlikçi paylaşım deneyimidir” diyor; “Hiyerarşik toplumlardaki hayata görünürdeki uyumumuza ve dünyanın pek çok yerindeki insan hakları sicilinin oldukça karanlık izlerine rağmen, insanlığın, kökleri derinde bir eşitlikçilik duygusunu, kökleri derinde karşılıklılık normuna bağlılığı, kökleri derinde…bir topluluk ruhunu koruduğu yolunda işaretler vardır.”[20]

Fakat elbette hiç savaşmadıklarını da söyleyemeyiz. Antropolog Mervyn Meggitt “Desert People” (Çöl İnsanları) adlı çalışmasında Avustralya’da yaşayan Walbiriler’de nadiren de olsa bazı fetih savaşlarının görüldüğünü fakat onların bile askeri güce önem vermediklerini anlatıyor. Topluluğun her erkeği potansiyel bir savaşçı sayılıyor olsa da bir öndere ya da saldırı taktiklerine sahip değiller. Mecbur kalmadıkça savaşmamayı tercih ediyorlar, çünkü tüm topluluklar yaşadıkları bölgelere manevi duygularla bağlı ve yeni bölgeleri ele geçirmiş olmak bile, onunla ne yapacaklarını bilmedikleri için, sıkıntı yaratan bir meseleye dönüşüyor. Meggitt’in çizdiği bu tablo tüm ilkel savaşların ortak yönü: Savaşa yönelik bir örgütlenme bulunmuyor, yağmalanabilecek bir zenginlik yok, su kaynaklarından faydalanmak gibi çok geçerli bir sebepleri yoksa yer değiştirmek istemiyorlar, köle kültürüne rastlanmıyor ve zaten öyle bir ihtiyaç da yok, “öteki”ne yönelik kıskançlık, kin duyguları beslemiyorlar. Amerikalı ünlü siyaset bilimci Quincy Wright, 1965’te yayımlanan “A Study of War” (Savaşlar Üzerine) adlı önemli çalışması için 653 ilkel yerli topluluğu incelemiş ve içlerinde en az “gelişmiş” olanların aynı zamanda en az savaşanlar oldukları sonucuna varmıştı: Sınıflı toplumların daha çok savaştıkları anlaşılıyor.[21]

Kuzey Amerika yerlilerini konu alan Western filmlerinde bizlere savaşların, çatışmaların hiç sonlanmadığı, herkesin bir başkasının kuyusunu kazmakla meşgul olduğu bir dünya resmedildi. Kendi içlerinde hiyerarşik bir yapılanmaları bulunmayan bu halkların gerçekte tek bir önderleri olduğunu görüyoruz, o da savaşlarla hiç ilgisi bulunmayan bir “Barış Şefi”. Savaştıkları doğru; haklı bir gerekçesi olan ve biraz da macera arayan herhangi bir grup üyesi az sayıda kişiden oluşan bir grup toplayabildiğinde onlara önderlik ediyor. Ne var ki geri döndüklerinde yetkisi sonlanıyor, atından indiği anda tekrar toplumun sıradan bir üyesi olarak yaşamaya adanıyor. Yani bir bireyin, geçerli bir sebep sunabilirse gücü kalıcı olarak ele geçirebildiği bu tür topluluklarda dahi çoğunlukla öyle bir çabaya rastlanmıyor. Dahası, Adamson Heobel’in aktardıklarına göre, “Karşı tarafta bir yıkıma da yol açmıyorlar.”[22] Genelde bunlar, kendi isteklerini diğer bir gruba kabul ettirmeye çalışan küçük gruplar oluyor ve bunu da mümkün olduğunca ölçülü bir şekilde yapıyorlar.

Tarihöncesi avcı-toplayıcı gruplar, erkeklerin kadınlardan üstün görülmediği bir topluluk bilincine de sahipler: “Hem erkekler hem de kadınlar, kampı nakledecekleri yer ya da bir sürüden ayrılıp diğerine katılma gibi temel konularda karar alma süreçlerine katılırlardı. Evlilik bağının kendisi gevşekti. Çiftler kendilerinin ya da çocukların hayatlarını ani olarak tehlikeye atmamak koşuluyla ayrılabilirlerdi. Sık sık ‘insan doğasının bir parçası’ varsayılan erkek üstünlüğü yoktu.”[23]

Sınıf egemenliğinin 9 bin yıl önce, tarım toplumlarının gelişimiyle oluşmaya başladığı görülüyor. Çömlekçilik gelişince – bu gelişmeyle birlikte tarım ürünlerini saklayıp biriktirebilmeye başladıkları için – bilhassa Çatalhöyük’teki gibi uygarlıklarda varsıllar ve yoksullar ayrımı başlıyor. Ama onlardaki eşitsizliğin boyutları henüz mezarların büyüklüğü, içlerindeki özel eşyaları ya da binaların yapılarıyla sınırlı. Çatalhöyük kazılarını yöneten James Mellaart, modern dünyadakini andıran bir eşitsizlikten bahsedilemeyeceğini, hiyerarşik bir örgütlenmenin bulunmadığını söylüyor ve kadınların din görevlisi olduğunu aktarıyor. İlk tarım toplulukları “Hak Ana Düzeni” ya da “Ana Hukuku” diye adlandırılan, kadının üstün konumda olduğu bir düzende yaşadılar. Örneğin, Çatalhöyük’te çocukların babalarıyla değil anneleriyle gömüldükleri görüldü – ki bu, akrabalık bağının annede olduğunu gösteren ayırıcı bir özelliktir.

Orta Anadolu’daki Çatalhöyük uygarlığının 800 yıl süren tarihi boyunca herhangi bir katliam, bir yağma ya da şiddeti işaret edecek tek bir bulguya rastlanmadı. Dolayısıyla saldırgan olmadıkları, barışçıl bir toplum yapısı kurdukları, diğer bir deyişle; avcı-toplayıcı atalarının değerlerine sahip çıktıkları anlaşılıyor. Fakat sonra, MÖ 4 ila 3 bin yılları civarında, Avustralyalı arkeolog Gordon Childe’in “kentsel dönüşüm” olarak adlandırdığı yeni bir devrim daha yaşandı ve işte bu noktada kardeşliğe, dayanışmaya, rızaya dayalı düzen sonlandı; bütün bunlar yerini merkezi yönetime, iktidarın yayılmasına ve sömürüye bıraktı. Uzmanlaşmış işgücüne ihtiyaç duydular ki bu yeni bir şeydi. Ve bu karmaşık yeniliklerin, egemenliğini ilan eden seçkin bir azınlık tarafından denetlenmesi gerekiyordu. Büyük kıtlıklar yaşandı, daha verimli tarım yöntemlerinin geliştirilmesi daha iyi bir seçenek gibi göründü. Uzmanlaşmış işgücü, nüfusun ihtiyacından fazlasını yetiştirmeye adandı; bu fazlalık kıtlık zamanları için bekletilmek yerine üretimin artırılması için gereken yatırım (sermaye) olarak kullanıldı; böylece artı-değer elde edildi ve o da beslenmesi gereken uzman nüfusun ihtiyaçlarına gitti. Childe, ayrıcalıklı sınıfların orantısız bir lükse sahip olduğunu ve kölelere ihtiyaç duyulmaya başlandığını da aktarıyor.[24]

Sınıflı toplumun ortaya çıkması savaşları da beraberinde getirdi. MÖ 3000 yıllarında büyük fetih savaşları başladı. Sebebi, insan saldırganlığı değildi. Savaşı yararlı kılan, buna bağlı olarak insanda yıkıcılık ve zalimliği artıran nesnel koşulların bir sonucuydu.[25] Bu erkek egemen toplumda, çatışan çıkarlar, ekonomik dengeler gibi bazı sorunlar mevcuttu. Yazar ve tarihçi Lewis Mumford’un ifadesiyle; “Mücadeleyi, saldırganlığı, egemenliği, fethi ve köleliği dışa vurmanın pek çok yolu bulundu.” Örneğin Mısır ve Mezopotamya’daki hükümdarlar “baş tutsaklarını kendi elleriyle sakat bırakmak, işkenceden geçirmek ve öldürmekle” övündüklerini gösteren anıtlar diktiler, tabletler yazdırdılar.

Bu yazının kaleme alınmasına ilham veren eserinde Erich Fromm, tüm ilkel toplulukları üç grupta ele alıyor. İlki, yaşamı olumlayanlar. Bunlarda neredeyse her şey yaşamın korunup geliştirilmesine hizmet eder. Şiddete, yıkıcılığa ya hiç rastlanmaz ya da nadiren yaşanan olağandışı durumlar olarak kalırlar ve bunlara yöneltilen cezalar da şiddet içermez. Savaşmıyor, çocuklara şefkatle yaklaşıyorlar ve kadınlar ile erkeklerin eşit oldukları görülüyor. Cinselliğe hoşgörülü ve açık fikirli bakıyor, kıskançlık gibi olumsuz duygular beslemiyorlar. Onları bir arada tutan şey, sevgi ve dayanışma duyguları. Kıtlık zamanlarında bile güven içinde yaşıyor, bu olumsuz durumun karakter gelişiminde belirleyici bir rol oynamasına izin vermiyorlar. Pueblo yerlileri, Dağ Arapeşleri, Arandalar, Todalar, kutup yerlileri gibi topluluklar bu grupta inceleniyor. İlk grup ile yıkıcı toplumlar arasında yer alan geçiş topluluklarında ise saldırganlık da savaş da mevcut. Hiyerarşiye ve bireyciliğe de rastlanıyor. İlk grubun ayırt edici özellikleri olan nezaket ve güvene bu topluluklarda değer verilmiyor; onun yerini erkek saldırganlığı alıyor. Örneğin; Samoalılar, Kazaklar, İnkalar, Dakotalar da bu grupta. Ve son olarak, Aztekler, Haidalar ve Witotolar gibi, şiddetin ayırt edici bir nitelik, baskın bir unsur olduğu bazı yıkıcı topluluklarla karşılaşıyoruz. Savaşmaktan zevk duyuyor, yaşamı bir korku ortamına çeviriyor, özel mülkiyete ve beraberinde hiyerarşik düzene başvuruyorlar.

İyi haber(ler)

İnsanın en önemli evrimsel kazanımlarından biri olarak, “şiddet içgüdüsü” gibi koşullanmaları en düşük seviyeye indirmek için çalışan neokorteks; mantık yürütmenin, insani gelişimin, ilerlemenin, sanatın, matematiğin, konuşma becerisinin, iradenin ve seçimlerimizin merkezi olduğu için, beynin insana özgü olduğu söylenebilecek tek katmanıdır. İnsanda zayıflamış olan içgüdülerin yerini karakter özellikleri doldurur. Fakat karakteri bile onun doğası sayılamaz, çünkü nihayetinde bu da bir parçası olduğu toplum ile ilişkisinin dinamiklerine bağlı olarak gelişir ve koşullar değiştikçe o da değişime uğrar. Erich Fromm, “. . .özgürlük sadece bir şeylerden kurtulmak değil, aynı zamanda bir şeyleri de gerçekleştirebilmektir” diyor; “İşte bu noktada, bireyin gerçek potansiyelini gerçekleştirmesi girer devreye. Üretim ve tüketimin insanın gelişim ihtiyaçlarına göre şekillendirilmesidir bu. Şimdi tam tersini yaşıyoruz.”[26]

Yıkıcılığın psikolojik kökenine göz attığımızda, orada güçsüzlük ve soyutlanmışlık duygularını buluyoruz. Ve özünde; dayanışmadan, işbirliğinden, birlikte yaşama amacından kopuşun, yani Marx’ın ‘yabancılaşma’ dediği şeyin bir sonucu olduğu görülüyor. “Yıkıcılığın derecesi, yaşamın oluşturulması, serpilmesi ya da geliştirilmesinin engellenme ölçüsüyle orantılıdır. Yani insanın duyusal, coşkusal, zihinsel yetilerinin gelişme ve dile getirilmesindeki kendiliğindenliğin engellenmesi ölçüsünde.”[27]

Bireyleri, tam gelişimleri için ihtiyaç duydukları koşullardan yoksun bıraktığımız ölçüde toplumu da gerçek potansiyeline erişmesinin mümkün olmadığı vasat bir seviyede; sorunların güç ve şiddet kullanılarak çözüldüğü, insanın doğadan kopuk yaşamak zorunda kaldığı, yoksul bırakıldığı, hıza ve makinelere tapılan tekdüze bir dünyaya ayaklarından zincirlenmiş halde bırakıyoruz. Çoğunluğun temel yaşamsal gereksinimlere bile ulaşamadığı, hakların gasp edildiği, hemen herkesin kaygıyla dolu olduğu bir toplumda şiddetin ortaya çıkmış olması şaşırtıcı mıdır?

İyi haber: İnsan – neyse ki – ‘Çıplak bir Maymun’ değil! Doğasına özgü olduğu varsayılan değiştirilemez içgüdüler tarafından yönetilmiyor.

Bir iyi haber daha: Toplumun hipnotize edici, ezici basıncından kurtulması mümkün olmayan, neredeyse tümüyle koşullandırılmış bir kukla da değil.

Açıkça ortada olduğu üzere, bunların hepsi değiştirilebilir unsurlar. Doğası gereği saldırgan ve yıkıcı olan bir şey varsa, onun da kendi yıkıcılığını örtbas etmek için suçu bireyin doğasına yüklemeye çalışan kapitalist örgütlenme olduğu ortada. Olur da ‘doğaya içkinlik’ tezi çökerse, o zaman da üzerlerinde her türden baskı kurarak güçsüzleştirdiklerini güçsüz olmakla suçlayıp elemeye girişebilir. Ne var ki mülkiyetin ve ölü nesnelerin tahtını devirip gücünü yaşamın kendisinden alacak; koşulların insanı değil, insanın koşulları yöneteceği; toplumu zincirlerinden kurtarıp özgürleştirecek bir düzenin ikame edilmesi de mümkün. Ve bu da iyi bir haber…

Tüm toplumsal düzenlerin oluşumunda belli bir kötücüllük bulunduğunu hatırlayın. Bu, yapay bir varlığın varoluş mücadelesidir. Despotluk ve kölelik hemen sınırlarında gezinir. Birçok zarar oluşur ve dolayısıyla yasalara ihtiyaç doğar. Yasa kendi güç yapısını geliştirir, daha fazla yaraya ve yeni adaletsizliklere yol açar. Bu travmalar yüzleşme ile değil, iş birliği ile tedavi edilir. İş birliği talebi, şifacıyı tanımamızı sağlar.

Frank Herbert, Dune

KAYNAKÇA

Caldwell, J. A., & Caldwell, J. L. 2005, “Fatigue in military aviation: an overview of US military-approved pharmacological countermeasures.” Aviation, space, and environmental medicine76 (7 Suppl), C39–C51.

Emren, Tuna, “Suçlu Genler”, Popular Science Türkiye, Sayı: 29, Eylül 2014

Emren, Tuna, “Limbik Kapitalizm Beynimizle Oynuyor: Dopamin Ekonomisinde Nöro-Adalet Arayışları”, Enternasyonal Sosyalizm, Sayı: 8, Mayıs 2021.

Fromm, Erich, 2017a, Özgürlükten Kaçış, çev. Şemsa Yeğin, Say Yayınları, İstanbul.

Fromm, Erich, 2018, İnsandaki Yıkıcılığın Kökenleri, çev. Şükrü Alpagut, Say Yayınları, İstanbul.

Fromm, Erich, 2019, Olma Sanatı, çev. Orhan Düz, Say Yayınları, İstanbul.

Harman, Chris, 2001, Halkların Dünya Tarihi, çev. Uygur Kocabaşoğlu, Yordam Kitap, İstanbul

Herbert, Frank, 2016, Dune, çev. Dost Körpe, İthaki Yayınları, İstanbul.

Lee, R. B, 1988, Reflections on Primitive Communism, Berg Publishing, Oxford.

Marx, Karl, 2000, 1844 El Yazmaları, çev. Murat Belge, Birikim Yayınları, İstanbul.

NIDA. 2019, Ekim 23. “Substance Use and Military Life DrugFacts”. https://www.drugabuse.gov/publications/drugfacts/substance-use-military-life (2021, Ekim 16)

Sahlins, M. D. (1968) “Notes of the Original Affluent Society” (Özgün Bolluk Toplumu Üzerine Notlar). Man the Hunder’da yayınlandı. R. B: Lee ve I. DeVore. Chicago:Aldine.

Sallins, M. D. (1960) “The Origin of Society” (Toplumun Kökeni). Sci. Amer, 203 (3)

Service, E. R. (1966). “The Hunters” (Avcılar). Englewood Cliffs, N. J.: Prentice-Hall

The Atlantic, 2016, “The Drugs That Built a Super Soldier”, https://www.theatlantic.com/health/archive/2016/04/the-drugs-that-built-a-super-soldier/477183/ (10 Ekim)

Wright, Quincy, 1983, A Study of War, University of Chicago Press, Chicago.

 

[1]     Emren, 2021.

 

[2]     Fromm, 2017a.

 

[3]     Herbert, 2016.

 

[4]     Fromm, 2017a, a.g.e.

 

[5]     Marx, 2000.

 

[6]     Fromm, 2019.

 

[7]     https://tr.wikipedia.org/wiki/Milgram_deneyi

 

[8]     Fromm, 2018

 

[9]     A.g.e.

 

[10]    Caldwell ve Caldwell, 2005; NIDA, 2019; The Atlantic, 2016.

 

[11]    Emren, 2014.

 

[12]    Sallins, 1960.

 

[13]    Fromm, 2018, a.g.e.

 

[14]    Service, 1966.

 

[15]    A.g.e.

 

[16]    Harman, 2001.

 

[17]    Sahlins, 1968.

 

[18]    Harman, 2001, a.g.e.

 

[19]    Harman, 2001, a.g.e.

 

[20]    Lee, 1988.

 

[21]    Wright, 1983.

 

[22]    Fromm, 2018, a.g.e.

 

[23]    Harman, 2001, a.g.e.

 

[24]    Fromm, 2018, a.g.e.

 

[25]    Fromm, 2018, a.g.e.

 

[26]    Fromm, 2018, a.g.e.

 

[27]    Fromm, 2017a, a.g.e.

SON SAYI