Enternasyonal Sosyalizm 12. sayısı

ENTERNASYONAL SOSYALİZM
Tipografi
  • Daha Küçük Küçük Orta Büyük Daha Büyük
  • Varsayılan Helvetica Segoe Georgia Times

Seçimlerin Ardından Direniş Alanları – Şenol Karakaş

Depremin Gösterdikleri – Esra Akbalık

Fransız Başkaldırısı – Frédéric Lordon

Osmanlıyı Nasıl Bilirdiniz – Selim Deringil

15 Soruda İttihatçılık – Ayşe Hür

İkinci Yüzyılda Yanlış Cumhuriyet ve Kürt Sorunu – Hakan Tahmaz

İşçi Sınıfının Vatanı Varmış Galiba – Roni Margulies

Trans Hakları, Aşırı Sağ, Trans Dışlayıcı Radikal Feminizm ve Kapitalizm – Canan Şahin

Dijital Meta Olarak Bitcoin – Tomas N. Rotta ve Edemilson Parana

Kidron’un Sürekli Silahlanma Ekonomisini Yeniden Düşünmek – Joseph Choonara

Mike Davis Anısına – Alex Callinicos

John Molyneux Anısına – Memet Uludağ

 

“Şimdiki devlet, gelişen emekçi sınıfı temsil etmiyor. Bu devlet, kapitalist toplumu temsil ediyor. Şimdiki devlet bir sınıf devletidir…Reform ve devrim, tarih büfesinden sıcak veya soğuk yemekler seçermiş gibi keyfimize göre seçebileceğimiz, farklı tarihsel ilerleme yöntemleri değildir… Reform çalışmalarını uzun süren bir devrim ve devrimi de yoğunlaştırılmış reformlar dizisi olarak sunmak, tarihe ters düşer… Bunun içindir ki siyasal iktidarın ele geçirilmesi ve sosyal devrimin tersine ve onun yerine yasama reformu yönteminden yana olduklarını söyleyenler, gerçekte aynı amaca yönelmiş daha huzurlu, sakin ve yavaş bir yol seçmiş olmazlar; farklı bir amaç seçmiş olurlar…Programımız sosyalizmi gerçekleştirmek değil, kapitalizmin reformu olur.”
– Rosa Luxemburg, “Sosyal Reform mu Sosyal Devrim mi?”

 

Rosa Luxemburg’un 100 yıldan uzun süre önce dile getirdiği bu görüşler bugün de tümüyle güncel. 1990’lı yıllardan beri çeşitli biçimlerde ilerleyen ve döngüler halinde kapitalizmi, şirketleri, diktatörlükleri hedefleyen hareketler herseferinde mücadelenin bir aşamasında, devlet, seçimler, reformlar, devrim ve hareket içerisinde işçi sınıfının rolü tartışmaları ile belirlenmek zorunda kalıyor.

Tartışmalar milyonlarca işçinin katıldığı genel grevlere de dönüşse, on milyonlarca insanın bir araya geldiği ve grevler tarafından desteklenen meydan işgalleri şeklini de alsa daima devlet sorunu ile yüzleşmek zorunda kalıyor. Eylemlerin bir aşamasında ordunun rolü hareket içerisindeki grupların ve aktivistlerin siyaseti kavrayışlarına göre değişik şekillerde ele alınıyor. Bu tartışma yalnızca son 30 yılın meydan okuyan eylemlerinin, antikapitalist hareketten Arap Baharına, Arap Baharından ABD’deki ırkçılık karşıtı gösterilere, buradan diktatörlere meydan okuyan, askeri darbelere direnen eylemlere kadar son dönemin güncel tartışması değil elbette. 20. yüzyıl boyunca da mücadele içinde devletin nasıl ele alınacağı tartışmaları yapıldı. Bugün aynı sorun bütün mücadelelerde acil bir tartışma olarak gündeme geliyor. Yokoluşİsyanı iklim krizine karşı acil eylem durumu ilan ederken bir yandan da bu tartışmaya, yani devletin baskı mekanizmasının nasıl aşılacağına kendince bir yanıt vermiş oluyor. Şimdi bu tartışma Fransa’daki direnişlerle, İran’da geçen yılın sonlarında başlayan, kadınların başını çektiği büyük isyan dalgası ile yeniden gündemde.

Fransa’da Macron’un emeklilik yaşını yükseltme girişimine, bu girişimin parlamentoyu pas geçerek yapılmasına karşı milyonlarca işçiyi kapsayan, gençlerin işçilerle omuz omuza durduğu eylemler ülkeyi kısa sürede politik bir krizin içine yuvarladı. Grev ve gösteriler devletin çok sert bir şiddet mekanizması ile yanıt verdiği eylemler halini aldı. İşçiler sonuçta başarı kazanamamış gibi görünse ve Macron yasayı geçirmiş olsa da siyasi iktidar egemen sınıfın bazı kesimleri tarafından bile tartışılır bir hal aldı. Fransa’da işçi sınıfının işçi ve öğrenci gençlerle beraber milyonları harekete geçirmesi ve hareketler içinde çok büyük dayanışma örneklerinin yaşanması, Avrupa çapında gücü, potansiyelleri ve hareket kabiliyeti sık sık tartışılan işçi sınıfının gündemi belirleyen temel toplumsal güç olduğunu gösterdi. Fransa’dan gelen haberler, işçilerin eylem dalgasının, göçmenlere yönelik ayrımcı yasalar çıkartmayı hedefleyen iktidara karşı mücadele etmek isteyen ırkçılık karşıtlarına da çok büyük bir cesaret verdiği yönünde.

Önümüzdeki dönemde protesto grevlerinin iktidarın saldırılarını püskürtmek için ciddi bir harekete geçirme etkisi var. Fransa’daki bu direniş bir grev tartışmasını da gündeme getirdi ve onu sendikaların tabanında ve işçi sınıfının saflarında, hakların kalıcı bir şekilde kazanılmasını, iktidarın saldırılarının bir daha gündeme getirilmemek üzeri püskürtülmesini sağlamak adına önemli bir tartışmaya dönüştürdü.

Fransa’da işçilerin neredeyse her hafta milyonlar halinde sokağa çıkıp devlet karşısında geri adım atmayan direnişleri, dünyanın bütün ezilenlerine ilham veren bir mücadele oldu. Hem Fransa’da önümüzdeki dönemde hem de dünyanın çeşitli yerlerinde bu mücadelenin etkilerini, bu mücadelelerden ezilenlerin neler öğrendiğini hep birlikte göreceğiz.

Fransa’da polis plastik mermiler kullanıp eylemcilerin parmaklarının kopması ile sürdürdüğü şiddet dalgasını, gözaltında kötü muamele, eylemlerden sonra Müslümanların ve azınlıkların yaşadığı mahallelerde terör estirme, tutukluluk sürelerinde kurallara uymama, aşırı güç kullanma, gaz bombasına yüklenme gibi yöntemlerle giderek yükseltti. Rosa Luxemburg’un vurguladığı gibi, çağdaş devletin bir sınıf devleti olduğunu net bir şekilde gösterdi. Sonuçta yasa, çalışan insanların iki yıl daha fazla çalışıp emekli olmasını gerektiriyor. İşçilerin iki yıl daha sömürülmesini hedefleyen bu yasayı devlet, işçi sınıfına saldırarak, gaz bombası atarak, tutuklayarak hayata geçiriyor. Bu, devlet aygıtının ne anlama geldiğini, üstelik uygar Avrupa’nın göbeğinde gösteren çok çarpıcı bir örnektir. Bütün devletler, eğer işçi sınıfının aşağıdan yukarı örgütlenen özyönetim

organlarına dayanmıyorsa, başka bir deyişle azınlığın çoğunluğu yönetmesinin karmaşık mekanizmaları olarak işleyen bir örgütse, o zaman kitle eylemlerini dizginleyemeyeceğini düşündüğü her seferde böylesi bir şiddeti gündeme taşır.

Bu açıdan, devletlerin şiddet şovu yaptığı dönemlerde, sosyalistlerin devletin doğasını, kimin için çalışan bir komite olduğunu, hangi sınıfın aracı olduğunu, parlamenter mekanizmalarla bu aracın izleyenler lehine düzenlenebilip düzenlenemeyeceğini ve kapitalizmin seçimlerde çoğunluk kazanılması yoluyla, yani parlamento ile aşılıp açılmayacağını tartışmak açısından çok önemli bir fırsattır.

Bu nedenle, parlamentoyu, parlamenter mücadeleyi de küçümsemeden, ancak ezilenlerin genel direnişine yardımcı olmak üzere, kapitalizmin tüm ikiyüzlülükleri ve vahşetini teşhir edecek bir platform olarak kullanılması anlamında ciddiye alabiliriz. İşçi sınıfı ve ezilenlerin aşağıdan mücadelesinin sözcülerinin yer almasında fayda bulunan bir platform olarak ele almanın tek koşulu budur.

Türkiye’deki son tartışmalarda ise parlamenter mücadele ya parlamentoda görünür olmayı küçümseyen bir ton kazanıyor ya da parlementoda olmayı, oradan yüksek sesle yapılan konuşmaları çok önemli, giderek ezilenlerin gündelik yaşantısında örülen mücadelelerden daha belirleyici bir platform olarak ele alıyor. Enternasyonel Sosyalizm’in 12. sayısında, seçimlerden hemen önce yayınlanacak olan dergimizde, içimizden geçtiği şekliyle ifade edecek olursak, “bay bay Erdoğan, kimse seni özlemeyecek” diyoruz. Ama bu söz, Türkiye’deki bütün ezilenlerini seçimlerden sonra kıran kırana bir mücadelenin beklediği gerçeğini gölgelemek için kullanmamalıdır.

Seçimler bitecek, sokakta mücadele başlayacak. Elinizdeki sayının yazılarını tanıtmadan önce, Enternasyonal Sosyalizm dergisini yayınlayan aktivistlerin bir parçası olduğu DSİP’in Seçim Bildirgesini paylaşmayı da önemli buluyoruz.

Bu iktidar gitmeli

Bu iktidardan bir an önce kurtulmak ve yaşam hakkımıza dahi göz diken nefret ittifakını yenmek istiyoruz. Ancak herkes için barışçıl, adil, eşit ve özgür bir yaşamı kurmadan mücadelemiz bitmeyecek!

Kaçak ve çürük yapılara imar affı çıkararak, toplumsal fayda için değil rant odaklı şehir planlamaları yaparak, kentsel dönüşümü yoksulları mülksüzleştirmek için bir fırsat haline getirerek, afet yönetim planlarını ve tatbikatları ciddiyetle yapmayarak adeta deprem riskini görmezden gelen, talimat beklenirken insanların enkaz altında donmasına göz yuman ve dakikalar içinde on

binlerce insanımızın hayatını kaybetmesine sebep olan bu iktidar gitmeli. AKP-MHP gidecek ama depremde kaybettiklerimizin, ölüme terk edilen on binlerce yoksulun hesabını da verecek!

Afetleri felakete çeviren, kan başta olmak üzere insani yardım malzemelerini “satılık” hale getiren bu açgözlü iktidardan kurtulalım. Depremin ve diğer afetlerin etkilediği herkese geri ödemesiz maddi destek verilmeli, yıkılan ve kullanılamaz hâle gelen yapılar kamu kaynaklarıyla yenilenmeli. Kentlerimizin, doğamızın, yaşam alanlarımızın rant ve kâr uğruna talan edilmesine izin vermeyelim. AKP-MHP gidecek ama yaşam kalacak!

Yasaklar, sansür, yolsuzluk ve yoksulluk bu dönemin simgeleri haline dönüştü. İşçilerin, ezilenlerin direniş hakları, anaysal hakları arka arkaya kısıtlanıyor, yasaklanıyor. AKP-MHP gidecek, yasakları direnerek yırtıp atacağız!!

İşçilere uygulanan grev yasakları, sendikal örgütlenmelerin önündeki engeller, patronları kollayan düzenlemeler kaldırılmalı. Esnek çalışma adı altında, güvencesiz ve kayıt dışı olarak işçi çalıştırmak yasaklanmalı. Mobbing yapan, haksız fesihle işçi çıkaran, özlük haklarına saldıran işverenler cezalandırılmalı! AKP-MHP gidecek ama sendikal özgürlük kalacak!

Kadınlara ve lubunyalara karşı örülen nefret ittifakını durduralım. Haklarımızı, hayatlarımızı ve İstanbul Sözleşmesi’ni savunmaya her koşulda devam edelim. AKP-MHP gidecek ama 6284 kalacak!

Kürtaj haktır! Güvenli, sağlıklı ve ücretsiz kürtaj hakkı kamu-özel ayrımı olmaksızın tüm hastanelerde erişilebilir olmalı, keyfi uygulamalara son verilerek bedenlerimiz üzerindeki politikalardan vazgeçilmeli. AKP-MHP gidecek ama özgürlüklerimiz ve temel haklarımız için mücadele edeceğiz, kazanacağız!

İktidarın değişmesini istiyoruz diye göçmen düşmanlığına ve ırkçılığa sessiz kalmayalım. Bu topraklardaki herkesin ayrımcılığa ve sömürüye uğramadan insanca yaşayacağı bir yönetim mümkün! Mülteci, göçmen ve sığınmacılara eşit yurttaşlık hakkı tanınmalı. Göçmen kadınların cinsiyetçi saldırılara karşı korunması için özel önlemler alınmalı. Tüm mültecilerin eğitim, sağlık ve barınma hakları güvence altına alınıp güvenli göç hakkı tanınarak, sınırlar açılmalı! AKP-MHP gidecek ama göçmenler kalacak!

Krizlerin faturasının emekçilere kesilmesine izin vermeyelim. Asgari ücret 15 bin net! Asgari ücret değişen enflasyon oranlarına göre üç ayda bir yeniden düzenlenmeli. Asgari değil özgür, eşit ve adil bir yaşam sürmek için örgütlenelim. AKP-MHP gidecek ama tencerelerin boş kalmayacağı koşullar ve kim gelirse gelsin

krizin faturasını emekçilere yüklemesini engellemek için mücadele edeceğiz, kazanacağız!!

İşsizlik maaşı yükseltilmeli ve süresiz hale getirilmeli. İşsizlik kriterleri işçi ve işsizlerin yararına yeniden belirlenmeli ve işsiz kalan tüm çalışanlara işsizlik maaşı hakkı bir an önce tanınmalı. İşsizlik ve yoksulluk kader değil patronların tercihidir. AKP-MHP gidecek ama sosyal güvencemizi direnerek koruyacağız, kazanacağız!

Patronlara ve sermayedarlara vergi affına son verilmeli. Zenginlerin ödediği vergiler, gelirleri ve servetleri oranında artırılmalı. Sermayedarların vergileri kâra göre değil ciroya göre alınarak gelir eşitsizliğinin önüne geçilmeli. Zenginlerden toplanan vergiler toplumun refahını yükseltecek programlar aracılığıyla geri dağıtılmalı. AKP-MHP gidecek ama ellerimiz tüm sermaye sahiplerinin iki yakasında olacak! Patronlar vergilendirilecek!

Küresel iklim değişikliğinin sebep olduğu ekolojik çöküşün ve çevre felaketlerinin durdurulmasına yönelik taleplerde pazarlıklara karnımız tok. Şirketler, hükümetler ve uluslararası kuruluşlar dünyamızı el birliğiyle yok ediyor. Geç kaldığımız her an karanlık sona bir adım daha yaklaşıyoruz. Hemen şimdi SIFIR emisyon! AKP-MHP gidecek ama çevre için direnişimiz sürecek!

Hayvan cinayet, tecavüz ve şiddetine son verilmesi için yasal ve idari düzenlemeler bir an önce hayata geçirilmeli. Hayvan katillerinin, tecavüzcülerin ve şiddet faillerinin cezasız kalmasına karşı adalet sağlanmalı. 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu, Hayvan Hakları Kanunu’na dönüştürülmeli, bu temelde genişletilmeli ve uygulanması sağlanmalıdır. AKP-MHP gidecek ama canlarımız kalacak!

AKP-MHP iktidarını da savaş politikalarını da durduralım. Sınır ötesi operasyonlara, bölgesel güç olma girişimlerine son verilmeli ve kaynaklar savaşa ve silahlanmaya değil sağlığa, eğitime, yoksulluk ve işsizliğin ortadan kaldırılması için harcanmalı. Kürt halkının talep edilen tüm ekonomik, siyasi, kültürel ve yasal haklarını anayasal güvence altına alacak düzenlemeler bir an önce yapılmalı. AKP-MHP gidecek, demokrasi için mücadele kazanacak!

Her türden derin devlet yapılanmaları açığa çıkarılmalı. Başta faşist örgütlenmeler olmak üzere ırkçı ve milliyetçi odaklar dağıtılmalı! Bu yapıların üyeleri ve topluma karşı suç işleyenler yargılanmalı ve en ağır şekilde cezalandırılmalı. AKP-MHP gidecek, faşist çeteler dağıtılacak!

Düşünce, ifade, gösteri ve örgütlenme özgürlüğü üzerinde uygulanan tüm yasak ve baskılara son verilmeli. Siyasi tutsakların özgürlüğü sağlanmalı, demokrasi ve özgürlük mücadelesi suç olmaktan çıkarılmalı! AKP-MHP gidecek ama tutsaklar da özgür kalacak!

İktidarın baskıcı, zorba ve talancı uygulamalarına karşı demokrasi ve özgürlükler etrafında buluşarak “Bu iktidar gitmeli” diyoruz!

Bu yüzden Cumhurbaşkanlığı seçiminde oylarımız da uyarılarımız da Kemal Kılıçdaroğlu’na.

Irkçılara, milliyetçilere, azınlıklara yönelik nefret söylemlerini kullananlara oy yok!

Parlamento seçimlerinde herkesi HDP’nin kapatılmasına karşı çıkmaya, sandıkta ise Yeşil Sol Parti’ye oy vermeye ve tüm yaşamsal taleplerimiz için de bugünden itibaren sokaklarda, fabrikalarda, okullarda mücadele etmeye, hep birlikte antikapitalist bir alternatifi inşa etmeye davet ediyoruz.

Oylar Yeşil Sol’a, oylar emek, özgürlük, eşitlik ve demokrasiye! Hazırlıklarımız sokakta direnişe!

DSİP

İletişim: 05554237407

Bu sayıda neler var?

Enternasyonal Sosyalizm’in 12. sayısı seçim gündemiyle açılıyor.

Derginin ilk makalesi, Şenol Karakaş’ın kaleme aldığı “Seçimlerin Ardından Direniş Alanları”. 14 Mayıs seçimlerine günler kala yayımlanan bu sayıda Karakaş, seçimlere uzanan sürecin başlıca sorunlarını adeta röntgenini çekerek ortaya seriyor ve bizleri seçimlerden sonra bekleyen atmosfere dair şunları söylüyor; “Millet İttifakı’nın hem cumhurbaşkanlığını hem de meclis çoğunluğunu kazandığı versiyon da dahil olmak üzere bütün senaryolarda, seçimden sonra, egemen sınıfların tüm kesimleri için, içinden geçtiğimiz derin krizden daha fazla hasar almadan kurtulmanın yolu, krizin faturasını işçi sınıfına ve ezilenlere ödetmek olacak.” İşte bu nedenle, ekonomi de dahil olmak üzere, seçimlerden sonra toplumun her kesimini bekleyen mücadele başlıklarının farkına varmak, önemli direniş alanlarını şimdiden tespit etmek ve “seçimlerin hemen ardından sokaklara çıkmaya hazırlanmak lazım”.

Ardından Esra Akbalık’ın “Depremin Gösterdikleri: Yıkım ve İnşanın Politikliği Üzerine” başlıklı makalesi geliyor. “Bu jeolojik gerçeklik, üzerinde yaşadığımız toprakların fiziksel biçimlenmesinin doğal unsurlarından biri olmasına rağmen her seferinde ilk defa karşılaşılıyormuşçasına yabancı olduğumuz bir durum,” diyor Esra Akbalık. Fay hatlarında yaşıyor, felaket kapitalizminin yol açtığı yıkımlara maruz kalıyoruz: “Bilinen, tahmin edilen ve bilim insanları tarafından yetkili kurumlara uyarıları yapılan depremler olmalarına rağmen, yıkımın sarsıcı boyutunun önce şok, ardından da bir öfke dalgası yarattığını söylemek mümkün.”

Türkiye’nin öne çıkan bu iki gündemini Fransa’daki muazzam direniş takip ediyor: “Fransız Başkaldırısı”. Frédéric Lordon’un kaleme aldığı yazı bizlere Fransa’da yaşanmakta olan işçi mücadelesinin fevkalade bir özetini sunuyor. Fransız direnişçilerin örnek alınması gereken, kolluk kuvvetlerini tükenişe zorlayan devrimci mücadelesini tarif ederken “sadece iki ay içinde her şey değişti” diyor Lordon; “Burada çiftçiler, grevdeki demiryolu işçilerine torbalar dolusu sebze getiriyor; başka bir yerde Lübnanlı bir restoran sahibi, kordona alınan protestoculara falafel dağıtıyor; öğrenciler grev gözcülerine katılıyor; yakında, insanların göstericileri polisten saklamak için evlerinin kapılarını açtıklarını da göreceğiz. Gerçek hareket başladı. Durumun bir ön-devrim olduğunu şimdiden söyleyebiliriz.”

Fransa direnişini, dört makaleden oluşan özel bir dosya takip ediyor.

Bu bölümün ilk makalesi Selim Deringil’in kaleme aldığı “Osmanlıyı Nasıl Bilirdiniz”. Erken cumhuriyetin ve AKP rejiminin Osmanlı algısını tüm yönleriyle ortaya seren Deringil “Erken dönem Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlı geçmişine bakışı ‘devr-i sabık yaratarak yeni düzeni meşrulaştırma’ olarak tanımlanabilir,” diyor; “Bu yaklaşımın en ilginç boyutu ‘kopuş içinde süreklilik’tir. Zira Mustafa Kemal başta olmak üzere genç cumhuriyetin egemen sınıfı tümüyle Osmanlıdır. Her ne kadar ‘red-i miras’ etseler de tüm eğitimleri (Mekteb-i Harbiye, Mekteb-i Tıbbiye, Mekteb-i Hukuk) veya Bab-ı Ali’dir.”

Ayşe Hür’ün kaleme aldığı “15 Soruda İttihatçılık” başlıklı makale ise, İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) tarihini derinlemesine inceliyor. Kuruluşundan niteliğine, II. Meşrutiyet’i ilanından ideolojilerine, kurulan ve bozulan ittifaklarına kadar hemen her başlıkta incelenen İTC, Ermenileri neden kırıma uğrattı? “1912- 1913 Balkan Savaşları sırasında büyük toprak kayıpları sonucu, gözlerini Turan’a diken İttihatçılar savaşın ilk aylarında alınan bazı yenilgiler ile birlikte, devletin yok olma aşamasına girmiş olduğuna inanmaya başlamışlar ve soruna, devletin varlık veya yokluk sorunu olarak yaklaşmışlardı,” diyor Hür; “Ermenilere yönelik tehcir kararı, Anadolu’nun homojenleştirilmesine yönelik genel bir etnik temizlik hedefi ile savaşın kaybedilmeye başlaması ile yaşanan çöküş paniğinin birleşmesinden oluşmuş gibi gözüküyordu.”

Hakan Tahmaz’ın “İkinci Yüzyılda Yanlış Cumhuriyet ve Kürt Sorunu” başlıklı makalesi “İttihatçılardan devralınan tenkil, tehcir ve mübadele yöntemlerinin yeni biçimlerle” uygulanışı, diğer bir deyişle, Mustafa Kemal ve mücadele arkadaşlarının “cumhuriyeti Osmanlı’dan geri kalan siyasal, sosyal ve kültürel mirasla bir ‘Sünni Müslüman Türk ulusu’

yaratma mantığı üzerinde inşa etmesinin” bir sonucu olarak yaşanan Kürt sorununu ele alıyor. “Türkiye cumhuriyetinin yüz yıllık tarihi, bir anlamda bu kesimlerin direniş ve yok edilme tarihleridir. Etnik, kültürel, inançsal azınlıklar, zorunlu sürgün, tehcir, mübadele ve katliamla, büyük ölçüde cumhuriyetin kurucu ‘felsefesi’ uğruna, bu topraklardan sökülüp atıldılar,” diyor yazar. Cumhuriyetin ilk yüzyılı bu yeni tip ittihatçılığa karşı Kürtlerin yükselttiği direnişin de tarihiydi aynı zamanda: “Cumhuriyetin birinci yüzyılı, Türklüğü ihya etme, güçlendirme stratejisi sorgulanmaya cesaret edilmeden tamamlandı. İtirazlar ve isyanlar ise hâlâ sürüyor.”

Özel dosyanın “İşçi Sınıfının Vatanı Varmış Galiba” başlıklı son yazısında Roni Margulies, Türk solunun milliyetçiliğini mercek altına alıyor: “Türkiye’de ‘ulusalcılık’ diye bir kavramın icat edilmesine ihtiyaç duyulmuş olması, zaten tüm diğer verilerden bağımsız olarak bir ilginçlik/gariplik olduğunun göstergesi: Solun bir kesimi has milliyetçilerden, has faşistlerden ve has darbecilerden kendini ayırdedebilmek için Arapça kökenli bir kelime yerine eşanlamlı öztürkçe bir kelime uydurmak zorunda kaldı. Burada açıklanması gereken, gerçekte has milliyetçilerden ayırt edilmesi imkânsız olan bir hareketin varlığı değil, bu hareketin niye kendini has milliyetçilerden ayırt etmek ihtiyacı hissettiği, niye kendini solcu zannettiği.”

Bu bölümü sırasıyla; Canan Şahin’in yazdığı “Trans Hakları, Aşırı Sağ, Trans Dışlayıcı Radikal Feminizm ve Kapitalizm”, Tomas N. Rotta ve Edemilson Parana tarafından kaleme alınan “Dijital Meta Olarak Bitcoin” ve Joseph Choonara’nın “Kidron’un Sürekli Silahlanma Ekonomisini Yeniden Düşünmek” adlı makaleleri takip ediyor.

Canan Şahin’in, TERF tartışmasını, kesişimsellik ve ayrıcalık teorilerini incelediği makalesinde, transların dünyada ve Türkiye’de sürdürdükleri mücadeleye tanıklık etmemiz sağlanıyor. “Bu yazı sınıflı toplumların geçirdiği büyük tarihsel dönüşümleri özetleme amacı gütmüyor. Ama kapitalizmin ortaya çıkışının cinsiyet, cinsiyet kimliği ve cinsel yönelim açısından nasıl dinamikler ortaya koyduğuna bakmak da gerekiyor,” diyor Şahin ve başka bir paragrafta kullandığı şu cümleler dikkat çekiyor; “Kadınlık ve erkeklik kategorilerinin farklı görev ve değerlerle katılaşması sınıflı toplumların ortaya çıkmasıyla olmuştur. Yerleşik tarım toplumlarının artı-ürün üretme kapasitesi arttıkça hem tarlada çalışacak yeni nesillere duyulan ihtiyaç artmış hem de çocuk doğurma kapasitesinin getirdiği kesintilerin yarattığı üretkenlik kaybı kadınları üretim alanından yeniden üretim alanına itmiştir.”

Tomas N. Rotta ve Edemilson Parana’nın, kimi bölümlerini okurken beynimizdeki tüm nöronları işe sürmemizi gerektiren makalesi ise Bitcoin’i Marksist

bir perspektiften değerlendirip, üretiminde katma değer yaratılmadığını, matematiği kullanarak gösteriyor. Klasik Politik Ekonominin emek-değer teorisini kullanarak dijital metaların esasen dijital para veya para birimi olmadığını da açığa seren makalede şöyle deniyor; “Bitcoin madenciliği çoğunlukla bilgisayarlar tarafından, ihmal edilebilir miktarda doğrudan emek girdisi ile yapıldığından, buna tekabül eden bir katma değer yaratmaz. Bu şekilde, yeni Bitcoin’lerle ticaret ve bunların madenciliği sadece mevcut katma değeri ve serveti yeniden dağıtır. Bitcoin madenciliği yeni satın alma gücü yaratmaz, mevcut satın alma gücünü yeniden dağıtır.”

Joseph Choonara’nın, Michael Kidron’un sürekli silahlanma ekonomisi teorisini (SSE) yakından incelediği makalesinde ise “Kapitalizm, sadece Karl Marx’ın zamanından beri değil, Lenin, Rosa Luxemburg ve Nikolai Buharin gibi emperyalizm üzerine temel çalışmalar ortaya koyan bir sonraki kuşak Marksistlerden bu yana değişmişti. Kidron da bu değişmiş kapitalizme Marksist politik ekonomiyi uyguluyordu,” deniyor; “Bu girişiminin temelinde entelektüel meraktan ziyade dönemin sosyalist siyasal faaliyetine yön verme amacı bulunuyordu.”

Ve dergimizin bu sayısı, geride bıraktığımız yıl içinde yitirdiğimiz iki büyük devrimcinin; Mike Davis ve John Molyneux’nun anısına kaleme alınan iki önemli yazıyla sona eriyor.

Enternasyonal Sosyalizm’in 13. sayısı okurlarımızla sonbaharda buluşacak. Mike Davis’i, Alex Callinicos’un kaleminden; John Molyneux’yu ise Memet Uludağ’dan okuyacak olan sizlere bir sonraki sayımızda görüşmek üzere, aramızdan ayrılan yoldaşlarımız Davis ve Molyneux’ya da kendilerini mücadelemizde yaşatacağımızın sözünü vererek veda etmiş oluyoruz.

Derginin yayına hazırlanma sürecinde çeviri desteği vererek (yine) çok kritik bir rol üstlenen arkadaşlarımız Melike Işık’a, Levent Özyıldırım’a, Arife Köse’ye, Erdoğan Boz’a, editörlerimiz Tuna Emren ve Can Irmak Özinanır’a, tasarımcımız Volkan Akyıldırım’a teşekkürü bir borç biliriz.

13. sayımızda mücadelenin deneyimlerini hep birlikte tartışmak üzere…

SON SAYI