Irak’a savaşa hayır

BROŞÜRLER
Tipografi
  • Daha Küçük Küçük Orta Büyük Daha Büyük
  • Varsayılan Helvetica Segoe Georgia Times

ABD neden savaş istiyor?

ABD Devlet Başkanı George Bush ve onu destekleyenlere bakılırsa Irak ve onun lideri Saddam Hüseyin insanlık için bir tehlike. ABD’nin iddialarına göre Irak’ın elinde kitle imha silahları var ve Usame Bin Ladin’in El Kaide örgütü gibi örgütlerle de işbirliği yaptığı için bunları her an kullanabilir. Her an dünyanın her hangi bir yerinde 11 Eylül benzeri ve hatta daha korkunç sonuçları olan bir eylem olabilir. Ya da Saddam her an komşularından birisine elindeki kitle imha silahları ile saldırabilir ve onbinlerce insanın ölümüne neden olabilir. Bu kadar çok korku senaryosundan sonra elbette Saddam’ı devirmek, Irak’ın elindeki kitle imha silahlarını almak gerekir.

Aylardır Bush ve onu destekleyenler bu iddiaları öne sürüyorlar ama bir türlü yeterli kanıt bulamıyorlar. Önce kısaca bu iddialara bakalım.

Irak dünya için bir tehdit mi?

Bush “Irak ulusumuz için bir tehdittir” diyor. Oysa en başta CIA bu iddiaya karşı çıkıyor. CIA’nın başı George Tenet 7 Ekim 2002’de Bush hükümetine yazdığı mektupta Irak’ın terörist bir saldırı gerçekleştirmesi için olanaklarının olmadığını ifade ediyordu. Aynı günlerde CIA, ABD senatosunun gizli bir oturumuna çok önemli bir ajanının ifadesini sundu. Bu ifadeye göre “Saddam Hüseyin’in bir terörist saldırı gerçekleştirebilme olasılığı yakın zamanda yoktu.”

George Bush’un kendi savunma danışmanı Condoleezza Rice bile, bir savaş yanlısı olmasına rağmen, Irak rejiminin bir tehdit olmadığını kabul ediyor. Rice’a göre ABD ordusu ile Irak ordusu arasındaki güçler o denli eşitsizdir ki Irak bırakalım ABD’ye saldırmayı, komşularından birisine de saldıramaz. Rice tehdit ederek şöyle diyor: “Eğer ellerinde kitle imha silahları varsa bu silahları kullanılmazdır çünkü kullanmaya kalktıkları takdirde ulusal bir yok olma ile karşı karşıya kalırlar.”

Nitekim 1991’de Saddam’ın elinde İran savaşından kalma bir miktar kimyasal ve biyolojik silah vardı ancak bunları kullanması halinde ABD’nin nükleer silahlar dahil çok daha ağır kitle imha silahları kullanma olasılığı vardı ve bu nedenle kullanılmadılar.

Irak’ta nükleer silah var mı?

Bush yönetimi ısrarla Irak’ın nükleer silah yapma kapasitesi olduğunu ileri sürüyorlar. Oysa Birleşmiş Milletlere bağlı olarak çalışan Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu Irak’ın nükleer kapasitesini sürekli olarak kontrol ediyor. Bu kurumun raporlarına göre “Irak’ın elinde nükleer silahlar ve nükleer silahlarda kullanılabilecek maddeler ve bomba imha yetenekleri yoktur.”

Bush ve müttefikleri Irak’ın, elinde nükleer kapasite olan ülkelerden birisinin yardımı ile nükleer silah yapabileceğini iddia ediyorlar. Ancak bu çok saçma bir iddia. Çünkü bu biçimde her hangi bir ülke de nükleer silah üretebilir.

Sürekli tartışılan bir konu ise Irak’ın ithal ettiği alüminyum borular. ABD yönetimine göre bu borular nükleer silah yapımı amacıyla kullanılabilir. Oysa aynı borular çok çeşitli sivil ihtiyaçlar için de kullanılmakta.

2002 Eylül ayında İngiliz hükümetinin yayınladığı bir rapora göre Irak Afrika’dan uranyum ithal edebilir.

Ne var ki, ambargo delinse ve uranyum Irak’a ulaşsa dahi bununla nükleer bomba yapmak mümkün değil. Nükleer silah yapabilmek için zenginleştirilmiş uranyum gerekmektedir. Bunun için ise yüksek teknolojiye sahip nükleer istasyonlar gerekmektedir ki Irak’ın elinde böylesi şeylerin olmadığı çok açık.

Kimyasal ve biyolojik silah var mı?

Nükleer silah olduğu iddiasının yanı sıra ABD yönetimi Irak’ın elinde kimyasal ve biyolojik silahlar olduğunu iddia etmektedir.

En son olarak ABD Dış İşleri Bakanı Colin Powell Birleşmiş Milletler silah denetçilerinin raporunu yetersiz bularak bu iddiaları tekrarladı. Oysa Blix raporu olarak bilinen silah denetçilerinin raporu Irak’ta Bush yönetiminin iddialarını doğrulayacak hiçbir şey bulamadıklarını tekrarlıyor.

Powell ise çocukları bile güldürecek iddiaları Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi toplantısına delil olarak sundu.

Powell’a göre Irak silah denetçileri gelmeden önce tesislerden bu silahları kaçırmaktadır. Oysa silah denetçileri sadece etrafa bakıp kontrol etmiyorlar. Ellerinde bu tür silahjlar orada olmasa da varlıklarını saptayabilecek olanaklar var. Kısacası Powell’ın iddiaları her zaman olduğu gibi bütünüyle boş.

1980’ler Irak’ın elinde gerçekten de kimyasal ve biyolojik silahlar vardı. Bunların çoğu ya ABD ve İngiltere tarafından Irak’a verilmişti ya da bu iki ülkenin sağladığı teçhizatla üretilmişlerdi. Reagan ve bugünkü Başkan Bush’un babası George W. Bush 1980’lerde Irak İran savaşı sırasında Irak’a kimyasal ve biyolojik silahlar vermişti ve Irak bu silahları kullanmıştı.

O sıralarda Irak rejiminin elinde sınırlı miktarda antrakt bakterisi ve sarin, VX ve hardal gazı bulunmaktaydı. Ancak bütün bunlar Körfez savaşının ardından BM silah denetçileri tarafından 1990’larda bulunup imha edildi. Türkçe’de kitabı da çıkan Scott Ritter Birleşmiş Milletler Silah Denetçisi ve aynı zamanda da Bush’un Cumhuriyetçi Partisi’nin de üyesi. Ritter şöyle diyor: “1998 Aralık ayında Irak’ın kitle imha silahı yapma ve saklama kapasitesi sıfır noktasına yaklaştı. Silah denetçileri kimyasal ve biyolojik silah yapma kapasitesine sahip tüm tesisleri imha etti. Hepsi gitti.”

İngiltere Başbakanı Tony Blair bol miktarda antrakt olduğunu iddia etmekte. Ritter ise 1996’da sıvı antrakt üreten tesisin durdurulduğunu söylüyor ve “sıvı antraktın üç yıldan fazla yaşayamayacağını” belirtiyor ve ekliyor: “bizden bir miktar gizlenmiş olsa bile bugüne kadar yaşaması mümkün değildir.”

Son olarak ise Irak’a Birleşmiş Milletler kararı ile giden silah denetçileri hiç bir şey bulamadıklarını söylüyorlar. Irak’ın kendileri ile daha fazla işbirliği yapmasını ve bir süre daha araştırmaları gerektiğini söyleyen silah denetçilerinin raporu açıkça Irak’ın elinde kimyasal ya da biyolojik silah olmadığını ve bunları üretebilecek tesis de bulamadıklarını belirtiyor.

Ya uzun menzilli silahlar?

Öte yandan Irak’ın elinde uzun menzilli silahlar da yok. 1997’de BM silah denetçilerinin raporuna göre Irak’ın elindeki uzun menzilli 819 füzeden 2’si hariç hepsi imha edilmiştir. Üstelik Körfez Savaşı sırasında bu füzelerin yeteneklerinin çok düşük olduğu da görülmüştür. Sadece 2-300 metre menzili olan bu füzelerin antrakt türü kimyasal ve biyolojik silah taşımaları da mümkün değil.

Bir başka iddia ise Irak’ın elinde kimyasal ve biyolojik bomba kullanma yeteneği olan Çek L29 uçakları olduğu. Ancak bu uçaklar hızları çok yavaş olan araçlar. Bu nedenle basit bir hava savunma sistemi tarafından kolaylıkla düşürülebilirler. Zaten 400 km menzilleri var.

Birleşmiş Milletler kararları

Irak’ı BM kararlarına uymamakla suçlayan ABD için aslında BM kararlarının hiç bir önemi yoktur. ABD hükümetleri uzun yıllardır sayısız BM kararını hiçe saymış ve bu kararlara kendi ekonomik ve politik çıkarları ile ters düştükleri takdirde uymamıştır.

ABD’nin Orta Doğu’daki bekçi köpeği İsrail ise BM kararlarına uymama rekoruna sahiptir. Filistinliler dışında bütün Orta Doğu halkları için bir tehlike olan yayılmacı İsrail bugüne kadar sayısız BM kararını ve sayısız uluslararası yasayı tanımamıştır. ABD bölgedeki bu en önemli müttefikinin bu tür tutumlarını daima desteklemiştir.

- İsrailli göçmenler bugüne kadar 750 bin Filistinliyi topraklarından sürmüştür. Birleşmiş Milletler 1958’den bu yana bu göçmenlerin geri dönebilmesi için 28 karar almıştır ve İsrail bunların hiçbirini uygulamıştır.

- BM’in 242 sayılı kararı İsrail’in Gaza, Batı Yakası ve diğer işgal altındaki bölgelerden çekilmesini istemektedir. 1967’de çıkan bu karara İsrail uymamıştır.

- Bugün işgal altındaki bölgelerde ki yerleşim bölgelerinde 400 bin İsrailli yaşamaktadır. BM Güvenlik Konseyi’nin 446 nolu kararı bu durumu yasadışı olarak saptamıştır ama işgal altındaki bölgelere İsraillilerin yerleşimi sürmektedir.

- 2002 yılında İsrail ordusunun Cenin mülteci kampında gerçekleştirdiği katliamı araştırmak için BM’nin yollamak istediği araştırma kurulu reddedilmiş ve BM kararı tanınmamıştır.

ABD ise Birleşmiş Milletler kararlarını tanımamak konusunda daha da ileri gitmiştir.

1975’de ABD Endonezya’nın Doğu Timor’u işgal etmesine yeşil ışık yakmıştır. Doğu Timor işgali süresince Endonezya bu adada 300 bin insan öldürmüş ve bu tutumu BM tarafından kınanmıştır.

Buna rağmen ABD ve baş müttefiki İngiltere bu işgali gerçekleştiren Endonezya diktatörü Suharto’yu 23 yıl boyunca desteklemiştir.

George Bush ise iş başına geldiğinden bu yana birçok uluslararası anlaşmayı çiğnemektedir.

Uzun Menzilli Füzeler ile ilgili anlaşmayı çöpe atıp “Yıldız Savaşları” programı ile yeni ve korkunç bir silahlanma yarışı başlatmaktadır.

Irak’ta kimyasal ve biyolojik silah var diye savaş çıkaracak olan Bush yönetimi biyolojik ve kimyasal silahları yasaklayan anlaşmayı durdurmuştur.

İklim koşulları ile ilgili Kyoto anlaşmasını tanımamaktadır.

Saddam’dan kurtulunca Irak’a demokrasi mi gelecek?

Bu sorunun cevabı kesin bir biçimde hayırdır. ABD’nin Irak’ta demokrasi olup olmadığına aldırdığı yoktur. Zaten Saddam sonrası için yapılan planların en başında General Tommy Franks’ın Irak’ın başına sömürge valisi olarak dikilmesi gelmektedir.

ABD yıllardır Orta Doğu’daki sayısız diktatörlüğü desteklemiştir. Bölgenin en gerici rejimleri daima ABD desteği ile ayakta kalmışlardır. Sayısız ilerici gelişme ise ABD’nin çok zaman açık desteği ile bastırılmıştır.

Öte yandan ABD uzun bir süre Saddam’ı desteklemiştir. İran devriminin radikalliğinin bölgeye yayılmaması için Saddam İran’a saldırdığında ona başlıca desteği ABD vermiştir. Bu destek siyasal olmanın yanı sıra mali ve askeridir.

Orta Doğu’yu bugünkü suni devletler topluluğu haline getiren de Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra İngiltere’dir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ise İngiltere’nin bölgedeki rolünü ABD üslenmiştir.

Örneğin Suudi Arabistan ve diğer Körfez Şeyhlikleri ABD’nin en yoğun desteğine sahiptirler. Bütün bu ülkeler petrol sayesinde süper zengin kraliyet aileleri tarafından yönetilmektedir. Hiçbirinde demokrasinin kırıntısı dahi yoktur. Kadınlar hiç bir hakka sahip değildir. Bazılarında otomobil sürmeleri bile yasaktır. Çalışamazlar. Kadınlar Afganistan’da Taliban rejimi altında hangi konumdaysa Suudi Arabistan veya Körfez Şeyhliklerinde de aynı koşullar altındadırlar.

Saddam’a gelince, o açık ki bir diktatördür. Kürtleri ve her türlü muhalefeti kanla bastırmaya çalışan bir diktatör. Bu diktatörün devrilmesi ancak Irak halklarının kendi eylemi ile olabilir. Irak halkları bir çok başka ülkede halk yığınlarının diktatörleri devirmesi gibi Irak’ta da Saddam’ı devirebilir. Yeter ki emperyalistler ellerini çeksinler.

Afganistan’da ne oldu?

Irak’tan önce ABD’nin saldırısına uğrayan Afganistan’a bakmak Irak’ta da neler olacağını görmek açısından önemlidir. Bush ve Blair Afganistan’a saldırmadan önce bu ülkeyi Taliban’ın pençesinden kurtararak demokratikleştireceklerini söylüyorlardı. Kadınlara özgürlük gelecekti. Peki saldırıdan sonra ne oldu?

Öncelikle yoksul Afgan halkının tepesine 10 bin ton bomba yağdı. Binlerce sivil öldü.

ABD ve İngiliz orduları başka ülkelerin askeri birlikleri ile birlikte Afganistan’ı işgal etmiş durumda.

Ülke baştan başa savaş ağaları tarafından bölünmüş durumda. Bu savaş ağaları elleri altındaki bölgelerde en korkunç suçları işlemektedirler. Dünyanın en büyük uyuşturucu üretimi ve ticareti bu savaş ağaları tarafından gerçekleştirilmektedir. Bugün Afganistan dünden daha yoksuldur ve 7 milyon insan açlıkla yüz yüzedir.

Dünya Bankası’na göre savaştan sonra Afganistan’ı yeniden inşa etmek için 16 milyar dolar gerekmektedir. 2002 sonuna kadar Afganistan’a 45 milyon dolar ulaştı.

Afganistan’ın başına ise bir ABD petrol şirketinde üçüncü sınıf memur olan Karzai hükümeti geçirildi. Bu hükümet bütünüyle kukladır.

Kadınların durumuna gelince, hiçbir şey değişmedi. Kadınların büyük çoğunluğu hala “burka” giymekte, yaşamları eskiden olduğu büyük ölçüde sınırlı.

Kadından sorumlu bakan Sima Samar ise “Afganistan’ın Salman Rushdie’si” olarak etiketlenip istifaya zorlandı.

Bush’un savaşının gerçek nedenleri: Petrol ve hegemonya

Petrol kapitalizmin en önemli metasıdır. Petrole duyulan açlık ile ABD egemen sınıfının dünya üzerinde askeri ve ekonomik hegemonya kurma isteği ile birleşince ABD’nin Irak’a savaş açmasının nedeni ortaya çıkıyor.

ABD kapitalizmi petrol için herşeyi yapabileceğini defalarca kanıtladı. Petrol ABD ekonomisi için son derece önemli.

Dünya çapında petrol 5 dev şirket tarafından kontrol ediliyor. ABD merkezli Exxon-Mobil, ChevronTexaco, İngiltere merkezli BP, İngiliz-Hollanda merkezli Shell ve Fransa merkezli TotalFinaElf. Bu 5 petrol şirketi dünyanın en büyük 15 şirketinin arasında yer alıyor.

Orta Doğu ise dünyanın bilinen petrol kaynaklarının yarısından fazlasına sahip. Sadece Suudi Arabistan’da dünya petrol kaynaklarının % 25’i var. Irak ise petrol kaynağı açısından dünyada ikinci. Bilinen petrol kaynaklarının % 11’i Irak’ta.

İşte Orta Doğu’nun batılı kapitalist ülkeler açısından önemi burada yatıyor. Körfez savaşı sırasında bir Amerikalı general şöyle diyordu: “Kuveyt havuç yetiştiriyor olsaydı hiç umursamazdık.”1950’de İngiltere Dış İşleri Bakanı Selwyn Lloyd ise şöyle diyordu: “Bu petrol yatakları ne pahasına olursa olsun Batının elinde olmalıdır. Eğer işler yanlış giderse, acımasızca müdahale etmek zorundayız.”

İşte şimdi ABD ve İngiltere petrol yataklarının kontrolü için acımasızca müdahale ediyorlar. Bugün Amerikan kapitalizmi eskisinden daha çok Orta Doğu petrolüne muhtaç. Uzun yıllar boyunca ABD dünyanın en büyük petrol üreticisiydi. Ancak Amerika’nın petrol rezervleri tükenmekte ve bu nedenle artık tükettiğinden daha az üretim yapmaktadır. Dev Amerikan petrol şirketleri bu nedenle dünyanın bütün petrol üreticisi ülkelerine göz dikmiş durumda. Bu nedenle Latin Amerika’da Venezüella ve Kolombiya, Afrika’da Angola savaş alanı durumunda. Bu nedenle Orta Asya, hazar Denizi yataklarının kontrolü için Afganistan’a saldırıldı. Ancak Orta Doğu petrol açısından en önemli bölge. ABD artık bu bölgeye bütünüyle yerleşmek istiyor.

ABD’nin dev petrol şirketlerinden Chevron’un en üst yöneticisi Kenneth T Derr “Irak’ın muazzam petrol rezervleri var. Bu rezervlerin Chevron’un eline geçmesini çok isterim.”

ABD Orta Doğu petrolünün üretiminden dağıtımına kadar bütünüyle kendi eline geçmesini isterken sadece kendi ihtiyaçlarını düşünmüyor. Petrolün bütünüyle ABD tarafından kontrolü ABD kapitalizminin başlıca rakipleri Avrupa, Japonya, Rusya ve Çin’e karşı da ABD’ye muazzam bir üstünlük sağlayacaktır.

Bush yönetiminde Paul Wolfowitz meseleyi çok açıkça ortaya koyuyor. Wolfowitz: “ABD’nin küresel hedefi ileri kapitalist ülkeler gibi rakiplerin bizim liderliğimize karşı çıkmalarını, hatta daha büyük bölgesel veya küresel rol oynama isteklerini engellemektir.”  diyor.

ABD’nin Eylül 2002’de yayınlanan Ulusal Savunma Stratejisi adlı resmi doküman da sorunu çok açık ifadelerle ortaya koyuyor. Bu dokümana göre ABD “eşitsiz askeri gücünü” kullanarak “serbest pazar” ekonomisini temel alan bir değişmez modeli bütün dünyaya kabul ettirmelidir. Ve doküman şöyle devam ediyor: “En iyi savunma saldırıdır.”

Bush ise aynı anlayışı 2002 Haziran’ında şu sözlerle ifade ediyordu: “Barış ve güvenlik için tek yol eylemdir.”

Türkiye bu savaşa girmek zorunda mı?

Türkiye’de hükümet ve çeşitli devlet yetkilileri sürekli olarak savaşa hayır diyorlar. Buna rağmen her gün kapalı kapılar arkasında yapılan görüşmelerde savaşa destek veren adımlar atılıyor. Her gün ABD isteklerine boyun eğiliyor.

Oysa Türkiye’de yapılan bütün kamuoyu araştırmaları toplumun büyük çoğunluğunun savaşa karşı olduğunu gösteriyor. Savaşı destekleyenler bir avuç bile değil.

Şimdiye kadar sadece TÜSİAD’lı patronların bir kısmı ve faşist MHP savaştan yana olduğunu açıkça ilan etti. TÜSİAD, ABD’yi kızdırmamak gerektiğini söyleyerek savaşa destek veriyor, MHP ise savaşa girip Musul ve Kerkük’ü ele geçirmek gerektiğini savunuyor.

Nüfusun, büyük patronlar ve ülkücü faşistler dışında bütünü savaşa karşıyken ve hükümet yetkilileri dahi savaşa karşı oldukları ifade ederken nasıl oluyor da Türkiye ABD’nin petrol savaşına katılıyor?

Sorunun esası hükümetin savaşın durdurulamayacağına inanmasıdır. Mademki savaşı durdurmak mümkün değil öyleyse bu savaştan en az zararla çıkmak gerekir fikri politikaya egemen durumda.

Savaşın durdurulamayacağını düşünen kafa ABD’nin askeri, politik ve mali gücünün sarsılmaz, yenilmez olduğunu düşünüyor. Dolayısıyla bu güce karşı gelmek yerine ona boyun eğmeyi, onu desteklemeyi tercih ediyor. Ulusal çıkarı zararları en aza indirmek olarak saptıyor.

Basın bu tutumu destekliyor. Gazete yazarları, televizyon programları önce savaşa karşı çıkıyorlar, savaşın ne kadar kötü sonuçlar yaratacağını anlatıyorlar ve sonra ABD’nin üstünlüğünü anlatıp “biz bu savaşı engelleyemeyiz öyleyse kazançlı çıkalım” diyorlar.

Sokaktaki insan bu tutuma karşı çıkamıyor. Savaşa hayır demesine rağmen, bu savaşın ne için yapıldığını bilmesine rağmen savaşın durdurulabileceğine inanmıyor. ABD’nin askeri gücü gözünde büyüyor. Kendi örgütsüzlüğüne bakıyor ve yılıyor. Bu nedenle hükümet politikasına destek vermese de ses çıkaramıyor.

Oysa savaş karşıtı hareket hem güçlü hem de giderek güçleniyor. Hem Türkiye’de hem de dünyanın her tarafında. Savaşı durduracak olan güç bu. Hükümetler savaşa karşı da çıksalar daima son kertede ABD’den yana tutum alacaklardır. Oysa halk yığınları açısında durum çok açık. Bu savaş insanlığın, tek tek bütün bireylerin aleyhinedir. Bu nedenle örgütlenebildikleri ölçüde kendilerine güvenleri artmaktadır ve daha güçlü bir biçimde savaşa karşı ses çıkarmaktadırlar. Bu nedenle de bir ülkedeki büyük bir savaş karşıtı hareket hemen her yerde muazzam olumlu etkiler yaratmaktadır. Madem orada oluyor neden burada da olmasın diye düşünen savaş karşıtları harekete geçiyor. Savaş karşıtı hareket hızla yayılıyor.

Türkiye’de savaş karşıtı hareket 1 Aralık eylemi ile patladı. O güne kadar nispeten sakin olan hareket şimdi heryerde ortaya çıkıyor. Heryerde savaşa karşı gösteriler oluyor. Sendikalar savaşa karşı eylemin başını çekiyor. İş bırakma eylemi yapıldı.

Musul Kerkük sorunu

Savaş yanlılarının en önemli argümanlarından birisi Musul ve Kerkük’ün ele geçirilmesi. Savaş yanlıları diyorlar ki Saddam devrildikten sonra bölge yeniden tarif edilecektir. Bu sınırların yeniden çizilmesi demektir. Bizim Musul Kerkük üzerinde tarihi haklarımız var. Buradaki petrol üzerinde tarihi haklarımız var. Öyleyse savaşta ABD’den, kazanandan yana tutum alırsak Musul ve Kerkük üzerinde de hak iddia edebiliriz. Ayrıca bu bölgede “soydaşlarımız” var.

Bütün bu iddialar çok anlamsız. Bu savaş eğer petrolün en büyük kapitalist şirketlerin kontrolüne geçmesi için yapılıyorsa o takdirde kimse Musul-Kerkük petrolünü Türkiye’ye vermez. Bu bölgenin petrolü büyük şirketlerin kontrolüne geçecektir. Türkiye olsa olsa bu petrolün akacağı boruların geçtiği ülke olacaktır...

Musul Kerkük sorunu ile birlikte ifade edilen bir başka sorun ise Kuzey Irak’ta bir Kürt devleti kurulması olasılığıdır. Türkiye böyle bir gelişmeyi engellemek için savaşa katılmak ve sınırların yeniden çizilmesinde pay sahibi olmak istemektedir.

Her ulus kendi kaderini tayin etme hakkına sahiptir. Önce bu hakka saygı duymak gerekir. İkincisi Türkiye savaşa hangi ölçüde katılırsa katılsın zaten bölgenin sınırlarının çizilmesinde hiç bir hakka sahip olamayacaktır, bunu bilmek gerekir. ABD bu savaşa bütün dünyada sınırların sadece kendisi tarafından yeniden çizilmesi için girmektedir. Bu savaşın asıl nedeni bu.

Savaşa girilmezse IMF kızar mı?

Bir başka iddia ise Türkiye’nin savaşa ABD’nin yanında girmemesi halinde IMF, Dünya Bankası gibi kurumlar ve bizzat ABD’nin kendisinin Türkiye’yi cezalandıracağı doğrultusunda. Bu cezalandırma, bu iddianın sahiplerine göre Türkiye’ye kredi vermemek, yatırım yapmamak şeklinde olacaktır. Öte yandan eğer savaşa ABD’nin yanında katılınırsa daha fazla para alınabileceği iddia edilmektedir.

Bütün bu iddialar hayali içermektedir. Öncelikle ABD yetkilileri Türkiye’ye yardım yapılmayacağını ifade etmektedirler. Eğer bir “yardım” yapılacaksa da bu “yardım” değil borç olacak ve karşılığında Amerika’dan silah alma koşuluna bağlı olacak. Yani Türkiye hiç bir ihtiyacı yokken biraz daha borca girecek ve bunun karşılığında okul-hastane değil daha fazla silah sahibi olacak.

Kredilerin kesilecek olmasına gelince. Türkiye Dünya Bankası ve IMF’ye göre, (yani küresel sermayenin merkezi örgütlerine göre) patlamaya hazır üç ülkeden birisidir. Kredi muslukları bu nedenle Türkiye’ye açıktır. IMF kredilerinin başka bir nedeni yoktur. Diğer taraftan ise bir Arjantin’deki savaş karşıtı hareket sorunu çok iyi koymaktadır.

Arjantin IMF’nin patlamaya hazır gördüğü bir başka ülkedir. Bu ülkenin savaş karşıtları ödedikleri borçların faizlerinin Irak’ın tepesine bomba olarak düştüğünü görmekte ve bu nedenle borçların ödenmemesi gerektiğini savunmaktadırlar.

Türkiye’nin geri ödediği borçlar da aynı şekilde Irak’ın tepesine bomba olarak düşecektir. Dolayısıyla aynı talep bu ülkede de geçerlidir. Borçlar ödenmesin!

Bütün bunlardan sonra ise Amerikan kapitalizminin petrol ihtiyacını gidermek ve dünya hegemonyasına yardımcı olmak için savaşa girmek, kan dökülmesine, Irak’ın sınırsız bir biçimde tahrip edilmesine ortak olmak insani olarak da yanlıştır.

Birleşmiş Milletler bu savaşı durdurabilir mi?

Ak Parti hükümeti ve birçok başkaları savaşı desteklemek için Birleşmiş Milletler kararı gerektiğini söylüyorlar. Peki, gerçekten de Birleşmiş Milletler savaşı durdurabilecek ve güvenebileceğimiz bir kurum mudur?

Her şeyden Birleşmiş Milletler savaşı durduramaz. BM’nin bu tür kararları Güvenlik Konseyi’nden geçiyor. Güvenlik Konseyi’nin ise bütün kararları veto hakları olan 5 daimi üyesi var: ABD, İngiltere, Fransa, Rusya ve Çin. Bu beş ülke savaşı durdurmanın garantisi olarak görülemez. Neden?

İngiltere: Bu ülke Tony Blair hükümeti altında bir dizi savaşa girdi. 1990-1 Körfez Savaşı, 1999 Balkan Savaşı ve son olarak da Afganistan’a saldırı.

Blair hükümetinin Savunma Bakanı Geoff Hoon İngiltere’nin bir nükleer tehditle karşılaşmadan dahi nükleer silah kullanabileceğini söyleyebilen biri.

Fransa: Fransa Cumhurbaşkanı sayısız mali skandala karışmış bire sağcı. Savaşa karşı görüntüsü altında aslında Orta Doğu’nun yeniden paylaşılmasında Fransa için daha büyük bir pay koparmaya çalışıyor. Fransa’da İngiltere gibi 1991 Körfez Savaşı’na ve Balkan Savaşı’na katıldı ve Afganistan’a saldırıyı destekledi.

Fransa tarihsel olarak Afrika’daki bir çok kanlı savaşın destekçisi. Örneğin Zaire’de Mobutu’yu desteklerken 1994’de ise Rwanda’da Hutu milislerinin gerçekleştirdiği katliamı da destekledi. Son olarak ise Fildişi sahillerindeki iç savaşı körüğklemektedir.

Blair ve Chirac son yaptıkları zirvede Fransa’nın Balkanlardaki rolünü arttırmakta anlaştılar.

Rusya: Dünyanın bu eski süper gücü eskisi kadar etkin değil. Devlet Başkanı Putin bir eski KGB ajanı. Şu sıralarda ise mafyatik yöntemlerle Rusya’nın Pazar ekonomisine entegrasyonunu hızlandırmaya çalışıyor.

Rusya 1999’da Çeçenistan’da katliamlar gerçekleştirdi. Rus birlikleri Çeçen başkenti Grozny’i tamamen imha ettiler. Bu saldırı da 10 binlerce sivil öldürüldü.

Putin şimdi Çeçenistan savaşını komşu Gürcistan’a yaymak istiyor.

Çin: Dünyanın bu yeni yükselen gücü ABD!nin “terörizme karşı savaş” sloganını kullanarak ülkenin Batısındaki halkları ezmek için kullanıyor.

On yıllardır işgal ettikleri Tibet’te baskıyı arttırırken Uygurlar üzerinde de baskı artıyor.

2002 Eylül’ünde ABD Uygurların yaşadığı bölge için bağımsızlık isteyen Doğu Türkistan İslami Cephesi’ni “terörist örgütler” listesine aldığından beri Çin’in bölgede uyguladığı vahşi baskı daha da arttı.

Bir de Birleşmiş Milletler’in son yıllardaki tutumlarına bir bakalım:

- BM Güvenlik Konseyi 1991 Körfez Savaşı’nı onayladı.

- BM Irak’a ambargo kararı aldı ve bu ambargonun uygulanmasını sağladı.

Irak’a uygulanan ambargo 1 milyonun üzerinde insanın ölümüne yol açtı. Bunların 600 bini çocuk.

ABD’nin önceki Dış İşleri Bakanı Madeleine Albright Irak’a uygulanan ambargonun sonuçlarını “ödemeye değer bir fiyat” olarak değerlendirdi.

- Birleşmiş Milletler ABD ve İngiltere’nin Afganistan’a saldırısı karşısında ise sesini çıkarmadı.

Bu savaşı durdurabiliriz

Eğer ABD ve bu savaşa onu destekleyerek giren ülkelerin askeri güçleri ile Irak’ın askeri güçlerini karşılaştırırsak aradaki farkı tartışamaya bile gerek yok. Ancak savaşın sonunu bu iki gücün mücadelesi belirlemeyecek. Savaşın kaderini belirleyecek olan güç savaş karşıtı harekettir. Tarihte ilk kez savaş karşıtı bir hareket bu denli belirleyici bir durumda ortaya çıkmaktadır.

Bush yönetiminin Irak savaşından ilk bahsettiği günden bu yana ABD egemen sınıfı içinde bile çatlak sesler çıkmaya başladı. Dünyanın çeşitli ülkelerinde de savaş karşıtı bir tutum var. Ancak savaşın kaderini ülkelerin ve onların egemen sınıflarının tutumları da belirlemeyecek. Savaşı belki de tarihte ilk kez sokaktaki insan belirleyecek.

Bugün dünyada o denli büyük bir öfke var ki, bu kendisini mücadeleye yansıtabildiği ölçüde çeşitli ülkelerin egemen sınıfları savaşa karşı tutum almak zorunda kalmaktadır. Amerika’da ve İngiltere’de de oldukça güçlü savaş karşıtı hareketlerin olması ayrıca bir öneme sahip.

11 Eylül’den kısa bir süre sonra, İkiz Kulelerin daha yıkıntıları ortada dururken Amerikalı savaş karşıtlarının burada gösteriye çıkması hareketin geleceğinin nasıl şekilleneceği açısından çok önemliydi. Afganistan’a saldırıya karşı bu ilk gösterilerden bu yana savaş karşıtı hareket hızla yükseliyor.

Hareketin bu hızlı yükselişi ve yayılışı ABD’nin başlıca müttefiklerinin işini zorlaştırıyor. Türkiye’de AK Parti iktidarı ve Mısır’da Mübarek rejimi aşağıdan gelen tepkinin bir ürünü olarak ABD’nin savaş çağrısına hemen olumlu yanıt veremediler. Bütün dünyada sadece İngiltere, uzun süredir birlikte dünyanın çeşitli ülkelerine saldırdıkları ABD’nin yanında yer aldı.

Ancak İngiltere’de savaş karşıtı birçok ülkeden daha hızlı gelişmekte. Başbakan Tony Blair’in İşçi Partisi içinde önemli bir savaş karşıtı grup oluşmakta. Tabandaki militanlar harekete katılırken parlamento düzeyinde dahi savaş karşıtları güç kazanmaktadır. Unutmamak gerekir ki bu ülkenin Vietnam savaşında ABD’nin yanında yer almasını engelleyen savaş karşıtı hareket olmuştu.

Savaş karşıtı hareket bazı koşullarda devrimlere yol açmaktadır. İşte Rus ve Alman devrimleri. Bu her iki devrimde savaşı bitiren devrimler olarak tarihe geçti. Vietnam savaşının sona ermesinde de savaş karşıtı hareketin Amerika’da ve bütün dünyadaki boyutlarının büyük katkısı olmuştu. Vietnam savaşında Amerikan askerleri arasında da savaş karşıtlığı çok yaygındı.

Bugünkü savaş karşıtı hareketin gücünün bu denli yüksek olmasında 1999 sonunda Amerika’nın Seattle kentinde başlayan anti kapitalist hareketin de önemli bir rolü var.

Anti kapitalist hareket geçtiğimiz 3 yıllık süre içinde büyük bir güç kazandı. En son olarak Floransa’da toplanan Avrupa Sosyal Forumu’nun son gününde gerçekleşen 1 milyon kişilik savaş karşıtı gösteri bütün dünya için cesaretlendirici oldu. Aynı şekilde Porto Allegre’de toplanan Dünya Sosyal Forumu’nun da savaşa karşı mücadelenin önemine yaptığı vurgu çok önemli.

Birçokları anti kapitalist hareketin savaşa karşı mücadele konusunda bölüneceğini ve gücünü kaybedeceğini iddia ettiler. Oysa tam tersi oldu.

Savaş karşıtı hareket büyük ittifaklar olarak ortaya çıkıyor. Bu özelliğini bir ölçüde de anti kapitalist hareketin örgütlenmesinden alıyor.

Tek konuda, Irak’ta savaşa hayır başlığında birleşen hareket çok geniş bir yelpazeyi bir araya getiriyor. Türkiye’de de 1 Aralık Irak’ta Savaşa hayır Koordinasyonu aynı özelliği taşıyor. Bu Koordinasyona aralarında sendika ve meslek örgütlerinin de olduğu 156 örgüt katıldı. 1 Aralık gösterisi Türkiye’de hareketin gelişmesinin yolunu açtı.

Savaşı durdurabilmek için bu doğrultuda çaba harcamak gerekir. Hareketin birliğini savunmak en önemli görevdir. Herkesin savaşı durdurmak için bir şey yapabileceğini görmek ve göstermek gerekir.

Biri penceresine savaşa hayır afişi asabilir, bir başkası oturduğu apartmanda ya da çalıştığı işyerinde, okuduğu okulda imza toplayabilir, bir başkası çevresinde bir yerel savaşa hayır platformu kurabilir, bir diğeri ise gösterilere katılabilir veya açılan masalarda imza toplayabilir. Hepimizin savaşı durdurmak için bir şeyler yapmamız mümkün. Hareket ne kadar büyürse ve kendisini ne kadar güçlü bir biçimde ifade ederse ABD’nin Irak’a savaş  açması o denli zorlaşacaktır.

Savaşa ve kapitalizme karşı direniş

Savaş ve açlık aynı küresel sistemin, emperyalizmin iki yüzüdür.

Afrika’nın Güneyinde 15 milyon aç. Her gün dünyanın dört bir yanında 30 bin çocuk kolaylıkla engellenebilecek hastalıklardan dolayı ölüyor. 11 Eylül günü Dünya Ticaret Merkezi’nde ölenlerin beş misli insan her gün AİDS ve ona bağlı hastalıklardan dolayı ölüyor.

Bütün bunlara rağmen dünya liderleri yüzlerce milyar doları Irak’a saldırmak için harcıyorlar.

ABD tarafından yönlendirilen bir avuç güçlü ülke dünyayı hükmediyorlar. Bu hükümetler dünya nüfusunun yüzde 80’inin yaşadığı 185 ülkeden daha güçlü 200 çok uluslu şirketin arkasındalar.

IMF’de, Dünya Bankası’nda ve Dünya Ticaret Örgütü’nde ve diğer benzeri uluslararası örgütlerde ne olacağına ABD ve müttefikleri karar veriyorlar.

Aynı ülkeler Birleşmiş Milletler kararlarını Güvenlik Konseyi’ndeki pozisyonları ile belirliyorlar. Çok zaman ABD’nin sadece ekonomik gücü bile ülkelerin boyun eğmesine yetiyor.

Ancak ülkelerin hizaya girmesi için başka yöntemler de var. Eğer bir üçüncü dünya ülkesi IMF’den kredi isterse “yapısal uyum programını” uygulamak zorunda. “Yapısal uyum” programı bu ülkelerin zaten sınırlı olan eğitimini, sağlık hizmetlerini, sosyal güvenliğini dağıtıyor. Bütün pazarlarını sınırsız bir biçimde dev şirketlere açıyor.

Sadece üçüncü dünya ülkeleri değil, Türkiye, Arjantin gibi ülkeler de aynı muameleye uğruyor. IMF’nin Türkiye’de yaptıkları ortada. İşsizler ordusu büyüyor, yoksulluk her gün artıyor. Kasım ve Şubat krizleri bu ülkeyi çökertti. Arjantin’de aynı sonuca ulaştı. Bir zamanların zengin Arjantin şimdi açlık kuyruklarının oluştuğu bir ülke durumunda.

Bazen de dünya hegemonyası içi sadece ekonomik baskı yetmiyor.

Daha zayıf ülkeler büyük kapitalist ülkelerin istediği doğrultuda gitmiyor. Ülkelerinde kurulmak istenen askeri üslere karşı gelebiliyorlar veya çokuluslu şirketlere kendi ülkelerinde sınırsız operasyon hakkı tanımak istemiyorlar.

Böylesi durumlarda ABD askeri gücünü kullanıyor. Yeni dünya düzeninin fikir babalarından New York Times gazetesi yazarı Thomas Friedman şöyle diyor: “pazarın gizli eli gizli yumruk olmadan çalışmaz. McDonald’s savaş uçakları da yapan McDonnelDouglas olmadan gelişip yayılamaz ... ve Silicon Vadisi’nin teknolojisinin gelişiminin arkasındaki gizli yumruk ABD ordusu, hava kuvvetleri ve bahriyelileridir.”

ABD hükümetinin danışmanlarından Francis Fukuyama Tarihin Sonu adlı kitabında ise şöyle diyor: “Microsoft veya Goldman Sachs Osame Bin Ladin’i bulmak için Körfeze ordu göndermez. Bunu sadece ABD silahlı kuvvetleri yapacaktır.”

Bugün Bush yönetimi bütün dünyayı bir tercihle yüz yüze bırakıyor. Ya kendisi desteklenecek ya da sonuçlara razı olunacak. Nedir bu sonuçlar? Muhtemel bir askeri müdahale, kredilerin kesilmesi, ekonomik baskı. Ulusal liderlikler yani egemen sınıflar için ABD’nin bu baskısı kabul edilebilir bir şey. Çünkü yoksulluğu çekenler onlar değil.

Türkiye’de ABD baskısına boyun eğen ülkelerden birisi. Türk egemen sınıfı ve hükümet ABD’nin savaş taleplerine boyun eğmektedir. Çünkü Türkiye’de çekilen yoksulluk onları etkilememektedir. Tam tersine onlar halkın yoksullaşmasından pay alanlardır.

Savaşa karşı çıkanlar mutlaka kapitalizme de karşı çıkmak zorundadır. Savaş ve kapitalizm daima içicedir.

Başka bir dünyayı nasıl kazanacağız

Bugün dünyanın her yerinde “başka bir dünya isteyen” bir hareket var. Bu hareket kapitalizmin önceliklerine karşı direniyor.

Anti kapitalist hareket 1999’un sonunda Amerika’da Seattle kentinde Dünya Ticaret Örgütü’nün toplantısına karşı düzenlenen gösteri ile ortaya çıktı. O günden bu yana bütün dünyaya yayılıyor.

Gelişmiş kapitalist ülkelerde bir dizi yığınsal eylem oldu. Ancak Güney Afrika’da, Çek Cumhuriyeti’nde Prag’da,  Senegal’de Dakar’da, Taylan’da Chang Mai’de, Kore ve Malawi’de de gösteriler oldu. Kahire ve Lübnan’da Sosyal Forumlar toplandı.

Anti kapitalist hareket bir araya gelerek başka bir dünyaya nasıl ulaşılacağını da tartışıyor. En büyük bir araya gelişler Brezilya’nın Porte Allegre kentinde toplanan Dünya Sosyal Forumlarında gelişti. 2002 yılında ise İtalya’nın Floransa kentinde Avrupa Sosyal Forumu toplandı. Anti kapitalist hareket içinde yer alanlar kısa zamanda karşı çıktıkları kapitalizmin savaşların temel nedeni olduğunu kavrıyorlar.

Kapitalist sisteme karşı bir de işçi sınıfının direnişi var. Dünya birçok genel grevle sarsılıyor. İşçiler birçok ülkede IMF programlarına direniyorlar.

Arjantin, Brezilya, Zambia, Costa Rika, Ekvator, Nijerya, Güney Afrika, Türkiye, Honduras, Paraguay, Bolivya, Meksika son yıllarda genel grev yaşayan ülkelerden bir kısmı. Sistemin önde gelen gelişmiş ülkelerinde de işçiler eylemde. İtalya son zamanlarda sayısız büyük kitle gösterisi ve 12 milyon işçinin katıldığı bir genel grevle yerinden oynadı. İşçiler İspanya’da, Almanya’da, Yunanistan ve Fransa’da da kitlesel eylemler ve genel grevler gerçekleştirdiler.

Bütün bu eylemler başka bir dünyanın kazanılmasının yolunu açıyorlar. İşçilerin gücü birliklerinde geliyor. Bu güç dünyayı tepetaklak edebilir.

Açlığın, yoksulluğun olmadığı, savaşların yaşanmadığı bir dünya mümkün. Ancak bu dünya kapitalizm ortadan kaldırılmadıkça oluşamaz. Öyleyse savaşa karşı çıkmak aynı zamanda kapitalizme de karşı çıkmaktır.

Ancak başka bir dünya mücadele etmeden kazanılmaz. Dünyayı yönetenler ayrıcalıklarını, zenginliklerini kendiliklerinden vermeyecekler. Mücadele etmek gerekir. Her ülkedeki, her mücadeledeki deneyleri birleştirmek, bütün bu mücadeleleri tek bir mücadeleye çevirmek gerekiyor. Bütün bu mücadelelerin kapitalizme karşı olduğunu görmek ve gerekiyor.

İşte sosyalistler bunu söylüyor ve bunu yapabilmek için devrimci bir sosyalist işçi partisinin gerekli olduğunu vurguluyor.

 

SON SAYI