Şenol Karakaş - Volkan Akyıldırım
- Enternasyonal: Sosyalizm, işçi sınıfının kendi eylemidir
- Enternasyonal: Reformu mu, devrim mi?
- Enternasyonal: Devrimci sosyalizmden stalinizme
- Enternasyonal: Ortodoksluğun çıkmaz sokağı
Avrupa’da 1848 devrimlerinin yenilgisi, Marx ve Engels’in, marksist teorinin temellerini nihaî olarak şekillendirmek için devrimci sektlerin bitmek bilmez iç çekişmelerinden kaçınmalarına da neden oldu. Bu gönüllü izolasyonu Marx, Engels’e yazdığı bir mektupta şöyle ifade ediyordu: “Tutum ve ilkelerimizi bu sayede bütünüyle birbirimize iletebiliyoruz.”
Marx ve Engels 1850’lerden, Enternasyonal’in kurulduğu 1864’e kadar, işçi sınıfı sosyalizminin teorik temellerinin her düzeyde şekillenmesi için çalıştı. Meşhur, “Anlatılan senin hikâyendir” vurgusunu içeren önsözüyle Kapital bu çalışmaların en önemli meyvesi oldu. Bu çalışmalarda, tarihin nasıl yapıldığını göstermek için tarihin harekete geçirici güçlerini açığa çıkartmak istediler ve toplumsal sınıfların durağan varlıklar değil, tarihsel süreçler içinde var olan ve çeşitli gelişmişlik ve olgunluk aşamalarından geçen toplumsal gruplar olduğunu açığa çıkarttılar. Onyıllar sonra Lenin, bu çalışmaların değerini şöyle özetleyecekti: “Marx’ın tarihsel materyalizmi, bilimsel düşünüşte erişilmiş büyük bir başarıydı. Tarih ve siyaset düşüncesinde daha önce hüküm süren kaos ve keyfîlik yerini, üretici güçlerin gelişmesinin sonucu olarak bir toplumsal hayat sisteminden bir başka ve daha yüksek sistemin nasıl doğduğunu gösteren çarpıcı bir bütünlük ve uyumluluğa sahip bilimsel bir teoriye bırakmıştı.” Bütün bu teorik zenginliğin odağında, işçi sınıfı ve onun hareketi, onun kendi eylemiyle tüm ezilenlerin topyekûn kurtuluşunu gerçekleştirme potansiyelleri yer alıyordu.
Sektler ve gerçek hareket
Marx, işçi sınıfının devrimci partisiyle eski nesil sosyalistler arasındaki farkı şöyle anlatacaktı: sektler, “kendilerine ait sekter ilkeleri, işçi sınıfı hareketini biçimlendirmek ve kalıba dökmek için dayatır”. Engels’le birlikte yazdıkları bir metinde, “İşçilerin kendilerini kurtaracak kadar eğitimli olmadıklarını ve hayırsever küçük ve büyük burjuvalar tarafından yukarıdan kurtarılmaları gerektiğini açıkça söyleyen insanlarla birlikte yürüyemeyiz” diyeceklerdi.
İşçi sınıfının gerçek hareketi, 1860’lı yıllara gelindiğinde önceki yılların deneylerini de özümseyerek gelişmiş, dünya çapındaki politik gelişmelere yanıt verme ihtiyacını yakıcı bir şekilde hissederek güçlü bir birleşik mücadele arzusunu dile getirmeye başlamıştı. Almanya’da sanayi üretiminin gelişmesi, işçi derneklerinin örgütlenmesine ve yeniden canlanmasına neden olmuş, Fransa’da III. Napolyon’un iktidarı altında işçi sınıfı sayısal olarak hızla yükselişe geçmiş ve 1857-1858 krizine karşı grev hareketleri yaygınlaşmıştı. Ücretlerin yükselmesi, çalışma saatlerinin düşürülmesi, sendikal örgütlenmenin önündeki engellerin yok edilmesi grev hareketlerinin talebi haline gelmişti. Fransa’da geçmiş dönemin devrimci hareketlerinin artık yeraltında faaliyet sürdüren öğeleri de bu hareketlere katılmaya başlarken, İngiltere’de Chartist hareket yeniden canlanmış, ekonomik koşullardaki refah artışına paralel olarak işçi sınıfı içinde kooperatifler şeklinde örgütlenme eğilimi yükselmiş, Marx’ın da yakın ilişki içinde olduğu Ernest Jones’un girişimleriyle 1855’te Uluslararası Dernek kurulmuş, 1859 yılında inşaat sektöründe başlayan grev tam bir yıl sürmüştü.
Uluslararası İşçi Derneği
Sadece ekonomik taleplere değil, siyasî sorunlara da yanıt vermek isteyen gerçek bir hareket geliyordu. Avrupa’da işçiler Amerikan İç Savaşı’nda ırkçı Güney’e karşı savaşan Kuzey’in desteklenmesi, Polonya’nın Rus despotizmine karşı ulusal kurtuluş hareketinin yanından yer alınması, İtalya’nın birliğinin sağlanması, göçmen işçilerin grev kırıcı olarak kullanılmasının uluslararası dayanışmayla engellenmesi gibi politik talepler, gerçek bir hareketin gerçek ihtiyaçları olarak belirginleşmeye başladı. Fransız ve İngiliz işçi delegasyonlarının zaman zaman uluslararası buluşmalarda yan yana gelmeleri uluslararası bir işçi örgütlenmesi fikrinin oluşmasını sağladı.
1. Enternasyonal, 28 Eylül 1864’te Polonya halkıyla dayanışmak için Londra’da düzenlenen bir toplantıda şekillendi. Toplantıya davetli olan Marx’ın “boğucu derecede kalabalık” olduğunu söylediği toplantıda, Polonya’nın Rusya’ya karşı bağımsızlık mücadelesini desteklemenin yanı sıra İngiliz işçilerinin hitabı ve Fransız işçi hareketinin bu hitaba yanıtı okundu: “Biz bütün ülkelerin işçileri, insanlığı iki sınıfa, cahil sıradan halk ile bolluk içinde yüzen şiş göbekli mandarinler sınıfına ayıran bu ölümcül sistemin barikatlarına karşı birleşmeliyiz. Kendi kurtuluşumuzu dayanışmayla kendimiz yaratalım!” deniyordu.
Fransa’da dönemin burjuva yayınlarından bazıları Enternasyonal’in kuruluşunu yüzyılın en önemli olayı olarak anlatırken Marx, Enternasyonal’in kurulduğu toplantıya neden katıldığını Engels’e şöyle açıklıyordu: “Biliyorum ki, bu kez Londra ve Paris’teki ‘gerçek’ güçler saflara katıldı ve bu yüzden, bu tür davetleri geri çevirme şeklindeki alışılmış tavrımı bozmaya karar verdim… işçi sınıflarının yeniden canlanmaları şimdi açıkça gerçekleştiği için.” Marx Genel Konsey’e girdi ve Enternasyonal’in tüzüğünü yazma görevini üstlendi. Marx’ın kaleme aldığı Kuruluş Hitabı ve Tüzük, işçi sınıfının mücadele tarihinde Komünist Manifesto kadar önemli bir tutar.
Aşağıdan sosyalizmin vücut bulması
“Bütün ülkelerin işçileri, birleşin!” ifadesiyle son bulan Hitap, işçi sınıfının uluslararası dayanışmasının, sendikal mücadelesinin ve ekonomik kurtuluşunun önemine dikkat çekerken, aynı zamanda işçi sınıfının siyasî iktidarı ele geçirme mücadelesi olmadan emeğin ekonomi politiğinin sermayenin ekonomik politiği üzerindeki zaferinin nihaî olarak gerçekleşemeyeceğini de ekliyordu.
Tüzük ise, aşağıdan sosyalizm geleneğinin en önemli vurgusuna sahiptir: “İşçi sınıfının kurtuluşu işçi sınıfının kendisi tarafından gerçekleştirilmek zorundadır.”
Gerçek ismi Uluslararası İşçi Derneği olan I. Enternasyonal, Amerika’dan İspanya’ya, İtalya, Belçika ve Almanya’dan Hollanda’ya kadar bir dizi ülkede şubeler açtı. Kitlesel sendikaları üye olarak kazandı ya da sendikalarla işbirliği içinde oldu. İşçilerin uluslararası dayanışma ağı, politik eylemlerini birleştiren saygın bir odak oldu. Temel politik her konuda işçi sınıfının çıkarları açısından müdahalede bulundu. Prusya-Fransa savaşına karşı Enternasyonal, “Resmî Fransa ile Resmî Almanya kardeşin kardeşi öldürdüğü bir savaşa girerken, işçiler birbirlerine barış ve arkadaşlık mesajları gönderiyor. Tarihte eşi olmayan bu büyük gerçek, aydınlık bir geleceğin umudunu gösteriyor” açıklamasını yapıyordu.
Komün’ün Enternasyonal’i
Ama Enternasyonal açısından en önemli sınav, 1871’de gerçekleşen Paris Komünü’ne yaklaşım olacaktı. Marx, daha 1860’larda Fransa’da bir devrimin beklenenden de önce yaşanabileceğini vurgulamıştı. Paris devrimi gerçekleştiğinde, Marx, Enternasyonal adına Komün’ü sonuna kadar savunan iki çağrı kaleme aldı. Komün ne doğrudan Enternasyonal’in ne de Marksistlerin etkili olduğu bir girişim olmasa da, en kesin desteği Enternasyonal’den ve Marx’tan aldı. Marx’ın Komün üzerine yazdığı yazılar, işçi sınıfının eylemine duyulan inancın, işçi devrimlerinin yaratıcı örgütsel gücünden alınan ilhamın, devrimin tüm Avrupa dengelerini sarsma potansiyellerinin, ama en önemlisi bir işçi demokrasisinin aşağıdan yukarı örgütlenerek geliştirdiği özgürlük alanlarının kapitalist devlet aygıtıyla kıyaslanamayacak kadar sınırsız olduğu yönündeki gerçeğin tarihsel belgeleri haline geldi. Paris Komünü’nden çıkarttığı sonuç, Marx’ın Komünist Manifesto’nun sonraki basımlarında sadece şu düzeltmeyi yapma hakkını kendisinde bulmasına neden oldu: “İşçi sınıfı mevcut devlet mekanizmasını ele geçirip onu basitçe kendi çıkarları için kullanamaz.” Bu askerî-bürokratik aygıt parçalanmalı ve yerine devlet olmayan devlet, yani işçi sınıfının Komün devleti geçirilmelidir.
Anarşizm bulamacı
Paris Komünü’nün yenilgisi, Enternasyonal’in gerilemesinin de başlangıcı oldu. Komün’e verdiği destek, Avrupa’da tüm devletlerin öfkesini üzerine çekti. Enternasyonal “Nefret örgütleyen odak” olarak tanıtılmaya başlandı. Ama daha önemlisi, bir dizi tartışma Komün’den sonra Enternasyonal’i derinden etkilemeye başladı.
Enternasyonal’in gücü de güçsüzlüğü de gevşekliğinde yatıyordu. Örgütsel gevşeklik, bir yandan Marx’ın, sosyalizmin temel tezlerini Enternasyonal’in temel tezleri haline getirmesine yardımcı olur ve anarşistler, ütopik sosyalistler, sendikalistler, Proudhoncular yan yana durmayı başarırken, hizipçi, komplocu ve dar çıkarları savunan maceracı gruplar da Enternasyonal’e rahatça girebiliyordu. Enternasyonal’in Komünü desteklemesi, sendikalistlerde korku yarattı ve Marx’la ittifaklarını bozdular. Bu arada devreye Bakunin girdi ve bir dizi tartışma ve eylemle Enternasyonal’i tümüyle etkisiz hale getirdi.
Bakunin’in Marx’la tartışmaları, anarşizmin doğasını açığa sermesi açısından önemlidir. Bakunin, kendisi komplocu eylemler içindeyken Marx’ı otoriterlikle suçlarken, devrimi, iyi eğitimden geçmiş adanmış devrimcilerin eyleminin ürünü olarak algıladığı için, Marx’ın eski nesil dediği sosyalistlerin en önemli simgelerinden biri olarak sivriliyordu. “Romantik bir maceracı ve komplocu” olarak sınıfların eşitliğini savunuyordu. Bakun’in görüşlerindeki sorun, devletin derhal, şimdi ortadan kaldırılması gerektiğini savunmasıydı. İstisnaları hariç, anarşist geleneğin örgütsel otoriterizme karşı çıkar gibi görünüp despotik gizli örgütler kurma eğilimi, Bakunin’de berraklaşır. Paris Komünü gibi bir deneyim yaşanmışken, devrimle aynı anda sınıfsız bir topluma geçişi savunması ise Marx’ın Bakunin hakkındaki şu görüşlerini daha da önemli kılıyor: “Sağdan soldan yapay olarak bir araya getirilmiş bir bulamaç… bu çocuklar için okuma kitabı… Proudhon’un, Saint Simon’un ve ötekilerin parçalarından alıp kaynattığı bir çorba.” Enternasyonal, marksizmle anarşizm ayrımını anarşizmin sınıf mücadelesinden soyutlanmasını sağlayacak bir şekilde netleştirmişti. Anarşizm, fikir üretip eyleme geçerek sınıfsız topluma ulaşılabileceğini iddia ederken, marksizm, işçi sınıfının kendi eylemiyle sınıfsız topluma ulaşılabileceğini savunur. Bu köklü ayrım, sınıf mücadelesine her günkü müdahale biçimini de belirler.
Enternasyonal artık güç kaybetmeye başlamıştı. Gerçek bir hareketin ürünü olarak kurulan Uluslararası İşçi Derneği, görevini yerine getirmişti. Enternasyonal dev bir miras bıraktı. Marksizmin en temel görüşlerinin, uluslararası bir işçi hareketi ağı içinde gelişmesine yardımcı oldu, sosyalist hareketin gelişmesi için mücadele deneylerine dayalı bir zemin sundu, birçok ülkede ama özellikle Almanya’da kitlesel sosyalist partilerin kurulması için bir başlangıç oldu.
Her şeyden önemlisi, sosyalizm mücadelesini kurtarıcılardan kurtarmak gerektiği yönündeki vurgusuyla, aşağıdan sosyalizm geleneğinin en önemli başlangıç noktasını, sonraki işçi kuşaklarına aktardı: “Sosyalizm, işçi sınıfının kendi eylemidir.”
Paris’te 1889’da toplanan Uluslararası Sosyalist Kongre, yeni koşullarda kapitalizmin krizine karşı işçi hareketinin ortak mücadele kararını alarak, sonradan 2. Enternasyonal adını alacak olan ‘ikinci dünya partisi’ deneyimini başlattı.
Koşullar
Sermayenin merkezîleşmesi ve yoğunlaşması süreci 1870’lerle hızlandı. Tekeller tarih sahnesine çıktı. Ulus-devletler yaygınlaşırken, sömürge halkları özgürlük mücadelesini gündemlerine aldı.
Sanayi üretiminde büyük bir artış görüldü. İşçi sınıfı sayıca büyüdü. Demiryolları, deniz ve kara taşımacılığı, büro işçiliği gibi yeni işkolları doğdu.
En fazla işçi 1875’e kadar dokumacılık işkolunda çalışırken, bu tarihten sonra ağırlık metalurji sektörüne kaydı. Kapitalistler iş saatlerini uzatmak için baskı oluşturdu. Sanayiye 1870 ile 1890 arası en fazla kadın işgücü girdi.
Sendikalar 1880-1890 arasındaki on yılda güçlendi. İşçi sınıfının ekonomik ve siyasi örgütlenmeleri Batı Avrupa’dan Doğu Avrupa’ya, Akdeniz’e yayıldı. Ücret artışı için yapılan grevler kazanımla sonuçlanırken, işçi sınıfı ekonomik mücadelelerle yetinmeyerek siyasal mücadeleler vermeye başladı. Ulusal ölçekte örgütlenmiş işçi sınıfı partileri ortaya çıktı.
1890-1900 yılları arasında kapitalizm dört kez krize girdi ve bu krizlerin sonuncusu derin bir bunalıma işaret ediyordu. Silahlanma süreçleri hızlanırken, devletler arasındaki siyasî rekabete askerî rekabet de ekleniyordu.
2. Enternasyonal’in doğuşu
Fransız sosyalistleri 1883’te çalışma koşullarının düzeltilmesi, çalışma saatlerinin kısaltılması için uluslararası işçi kongresinin toplanmasını önerisini ortaya attı. Paris’te 1886’da bir araya gelen sosyalistler, 8 saatlik işgünü için eş zamanlı uluslararası eylem kararı aldı. (O dönem işçiler günde ortalama 10-12 saat çalıştırılıyordu).
Nihayet, Paris’te 1889’da toplanan Uluslararası İşçi Kongresi, 2. Enternasyonal’in kuruluşuna sahne oldu. Kongreye gelen 391 delegeden 221’i Fransız, 81’i Alman, 22’si İngiliz, 14’ü Belçikalı, 8’i Avusturyalı, 6’sı Rus’tu. Ayrıca Hollanda, İsveç, Norveç, İsviçre, Danimarka, Polonya, Romanya, İtalya, Macaristan, İspanya, Portekiz ve Bulgaristan delegasyonları kongrede yer alıyordu. ABD, Arjantin ve Finlandiya delegeleri kongreye gözlemci olarak katıldı.
2. Enternasyonal gerçek işçi partileri tarafından oluşturulmuştu. En güçlü parti Almanya’daki SPD iken, Fransa, Rusya, Avusturya ve İngiltere’den etkili partiler yeni enternasyonalde yer alıyordu.
Uluslararası Sosyalist Kongre, 8 saatlik işgünü için eş zamanlı eylem ve mücadele kararı aldı. ABD işçi sınıfının tarihi 1 Mayıs mücadelesini sahiplenen 2. Enternasyonal, 1 Mayısları tüm dünyada kitlesel işçi gösterilerine dönüştürme, bu gösterilerde 8 saatlik işgünü, kadınlara eşit haklar, çocuk emeğinin kullanımının sınırlandırılması, uluslararası barış taleplerini savunma kararı aldı.
İkinci kongre 1890 1 Mayıs gösterilerinin başarısının üzerine 1891’de Brüksel’de 15 ayrı ülkeden 337 delegenin katılımıyla toplandı. Kongrede, 1 Mayıs’ta genel grev örgütlemek kararı alındı. Bunu izleyen 1893 Zürih Kongresi’nde alınan şu karar Marksistlerle anarşistler arasındaki bölünmenin nihaî duruma geldiğini gösteriyordu:
“Kongreye tüm sendikalar, ayrıca işçilerin örgütlenmesini ve siyasal eylem gereğini benimseyen sosyalist partiler ve örgütler kabul edilecektir. Siyasal eylemden kast edilen işçi örgütlerinin, proletaryanın çıkarlarını geliştirmek ve siyasal iktidarı ele geçirmek yolunda, mümkün olan en geniş ölçüde, siyasal haklardan ve yasama mekanizmasından yararlanması veya bunları ele geçirmesidir.”
Sosyalistler burjuva hükümetinde yer alır mı?
Paris’te 1900’de toplanan Sosyalist Kongre’nin gündeminde Fransız sosyalisti Millerand’ın partisinden bağımsız davranarak tek başına burjuva hükümetine girmesi vardı. 2. Enternasyonal, sosyalistlerin burjuvaziyle aynı kabinede yer alıp almayacağını kıyasıya tartıştı.
Fransız Sosyalist Partisi’nin lideri Jarues, Millerand’a karşı olsa da, partisinin bölünmesini istemiyordu. 2. Enternasyonal, burjuva hükümetine bakan olan Millerand’ı kınadı ama Jaures’in istediği yönde karar alarak ipleri kopartan bir tutum sergilemedi.
Kongre, sosyalistlerin bakan olmasının yeni bir topluma doğru adım olmadığını, sadece bir taktik adım olabileceğini ve bu adımın ancak birleşik parti örgütünün onayıyla atıldığında meşru olabileceği kararına vardı.
Partiyi bölmemek adına alınan bu ortalamacı tutum, 2. Enternasyonal içinde güçlenen reformist akıma cesaret verdi: 1904’te Amsterdam Kongresi burjuvaziyle işbirliğini reddetse de, 1905’te İngiliz sosyalisti John Burns Liberal Parti’nin kabinesinde bakan olarak bu kararı çiğnedi.
SPD
Almanya’da Sosyalist İşçi Partisi, 1874 seçimlerinde yüzde 6,5 oy aldı. Ardından 1877’de 7,1, 1878’de 7,6 oy oranına ulaştı. Bismarck’ın “sosyalistlere karşı yasası” 1878-1890 yılları arasında SPD’nin yarı illegal örgütlenmesine neden olsa da, 1890’daki seçimlerde oyların yüzde 19.7’sini alarak en büyük parti durumuna geldi.
Sosyal Demokrat Partisi (SPD) ismini alan örgüt Bebel ve Liebknecht gibi deneyimli liderlere ve o dönem “Marksizmin Papa’sı” olarak adlandırılan Kautsky ve Polonyalı devrimci Rosa Luksemburg gibi birçok önemli teorisyene sahipti.
SPD, 1893 seçimlerinde oyların yüzde 23’ünü, 1898 seçimlerinde yüzde 27,2’sini aldı. 1903 yılındaki seçimlerde 3 milyondan fazla oy alan SPD yüzde 31 oranına ulaştı ve Alman parlamentosuna 81 milletvekili yolladı. SPD, 19. yüzyılın sonunda 100 bin üyeye ulaşmış, sendikaların tamamını kapsar ve temsil eder hale gelmişti.
SPD’de hakim olan fikir, sosyalizmi partinin kuracağı, parlamento seçimlerinin ve mecliste güçlenmenin bu sürecin temel araçları olduğuydu. SPD büyüdükçe tutuculaşıyordu. Partinin iktidarını sosyalizm olarak gören liderlik, işçi hareketinin SPD’nin kontrolünde gelişebileceğini düşünüyordu.
1903’teki seçim zaferi yaşandığında partide iki farklı akım güçlenerek öne çıkıyordu. Bu akımlardan ilki marksizmin güncel koşullarda gözden geçirilmesini savunan revizyonistlerdi. Diğer akım ise reformizmdi. Partinin oy oranı arttıkça, mecliste çoğunluk haline geldikçe çıkartacağı yasalarla sosyalizme geçişin mümkün olduğunu savunan reformistler burjuvaziyle aynı hükümette yer alınabileceği, ortak sorumluluk paylaşılabileceğini savunuyordu.
SPD’nin Bavyera örgütü 1894’te eyalet hükümetinin bütçesini onayladı. Bu bir ilkti ve 2. Enternasyonal’de büyük bir şok yarattı. Ancak reformizmin asıl çıkışını Eduard Bernstein yaptı; ona göre nihaî olarak varılacak olan sosyalizm değildi, yolun kendisi olan reformlar asıl amaçtı. SPD bir reform partisine dönüşmeliydi.
SPD’nin 1903’teki seçim zaferi, revizyonist ve reformist akımların öne atılmasına zemin hazırladı. Parti büyümüştü, ancak ne bir sosyal devrim gerçekleşmiş ne de iktidar alınmıştı. Reformistler, ne zaman gerçekleşeceği belirsiz olan bir devrim uğruna somut kazanımların harcanamayacağını yüksek sesle dile getirmeye başladı.
1905 devrimi
1905 yılında Rusya’da işçilerin kendiliğinden devrimi patlak verdi. Rus işçi sınıfı kitle grevi silahını kullanarak çarlığı köşeye sıkıştırmıştı. SPD’nin sol kanadının liderlerinden Rosa Luksemburg, kitle grevinin sosyalist mücadelenin temel yöntemlerinden biri olduğunu savundu. Luksemburg, reformlarla sosyalizme geçilemeyeceğini, reform mücadelesinin sosyal devrimi gerçekleştirecek işçilerin örgütlenmesi ve bilinç sıçraması için bir araç olabileceğini söylüyordu. Sosyalizmi partinin değil işçi sınıfının iktidarı olarak gören Luksemburg, işçi hareketinin kendiliğinden mücadelesinin siyasal mücadeleye varacağını, bunun ise toplumsal bir devrimi tetikleyeceğini düşünüyordu.
Buna karşılık 2. Enternasyonal son derece temkinli tutum aldı. Kitle grevinin temel bir mücadele yöntemi değil, birçok araçtan biri olduğu vurgulandı. Partinin kontrolünde olmayan bir grevin nihaî amaç olan sosyalizme bir katkısı olmadığı düşünülüyordu; çünkü sosyalizm partinin iktidarına indirgenmişti.
Öte yandan 2. Enternasyonal’in partileri parlamenter zaferler elde etmeye devam ediyordu. İngiltere’de İşçi Partisi parlamentoda 30 sandalye elde etmişti. Avusturya’da sosyalistler meclise 81 milletvekili göndermeyi başarmıştı. SPD ise 1906 seçimlerinden ciddi bir gerilemeyle çıkmıştı.
Yaklaşan savaş
Stuttgart’ta 1907’de toplanan 2. Enternasyonal’in gündeminde Almanya ve İngiltere arasında tırmanan askerî gerginlik ile militarizmin güçlenmesi vardı. Yaklaşmakta olan savaşı önlemek için nasıl bir mücadele izleneceği tartışıldı.
Kapıda duran Dünya Savaşı karşısında kafalar karışıktı. Bir savaş durumunda sosyalistler kendi devletlerini destekleyebilir miydi ya da burjuva hükümetlerle olan anlaşmazlıklarını bir kenara bırakarak ulusun savunmasını üstlenebilirler miydi?
2. Enternasyonal, o güne dek militarizmi ve savaşı reddetmiş, barış için mücadeleyi temel ilke olarak benimsemişti. 1907 kongresi savaşı önlemek için her yolun denenmesi kararını aldı, ancak savaşı durdurmak için genel grevin örgütlenmesi ve kendi devletlerine destek vermeyip yenilgilerini savunmak gibi net bir tutum almadı.
Enternasyonal, sömürgelerin bağımsızlık mücadeleleri karşısında da bölündü. Bir kanat sosyalistlerin kendi sömürge politikalarına sahip olması gerektiğini, yani sosyalist hükümetlerin sömürgeleri yönetebileceğini savunuyordu.
Kopenhag kongresi 1910’da savaşa karşı genel grev tartışmasına gündemine aldı. Genel grevi savaş için kilit sektörlerle sınırlayan karar taslağı, Rosa Luksemburg gibi birçok delegeyi memnun etmedi. Bu taslak reddedilse de ortaya çıkan kararda savaşa karşı genel greve hiçbir atıfta bulunulmuyordu. Alman ve Avusturya delegeleri eğer savaşa karşı genel grev yaparlarsa parti örgütlerinin kapatılacağını açıkça ifade etmişti. 2. Enternasyonal’e liderlik eden SPD yönetimi yine uzlaşma yolunu seçmişti.
2. Enternasyonal yine de dünya sosyalistlerine parlamentoda militarizme ve savaş bütçelerine karşı oy vermeleri çağrısında bulundu. Parlamento dışında bir eylem ise önerilmiyordu.
Viyana’da 1914’te gerçekleştirilmesi beklenen 2. Enternasyonal kongresi yapılamadı. Birinci Dünya Savaşı başlamıştı. SPD, Alman parlamentosunda savaş lehine oy verdi. Bu karara karşı çıkan tek milletvekili Karl Liebknech’ti. Enternasyonal’in güçlü partileri savaşta kendi hükümetlerine destek vererek SPD’nin yolunda gitti. Ve 2. Enternasyonal çöktü.
Uluslararası işçi hareketinin ikinci bölünmesi
Marx ve Engels’in geleneğinden gelse de, güçlü işçi partileri tarafından kurulsa da, devasa bir güce ulaşsa da, 2. Enternasyonal işçi sınıfı iktidarını kurma yolunda hiçbir adım atamadı.
SPD liderliği her kritik tartışmada Enternasyonal’in sağ kanadıyla uzlaştı. Partiyi bir arada tutmak adına verilen her taviz reformizmin güçlenmesini sağladı.
Reformizme ve SPD liderliğinin tutuculuğuna karşı mücadele eden Rosa Luksemburg yalnız kaldı.
Sonuç uluslararası işçi hareketi için yıkım oldu. 2. Enternasyonal savaşla birlikte tarihe karışırken, uluslararası işçi hareketi ikinci tarihsel bölünmesini de yaşadı. Bu ayrışma, sosyal-demokrasi ve devrimci sosyalizm arasındaydı. Marksistler bir daha sosyal demokrat adını kullanmazken, sosyal demokrasi 20. yüzyılda burjuvazinin iktidarını sağlayan temel siyasî akımlardan biri olacaktı.
Ağustos 1914’te 1. Dünya Savaşı patlak verdiğinde uluslararası sosyalist hareket büyük bir bölünme ve dağınıklık sürecindeydi. 2. Enternasyonal partilerinin savaşı desteklemesi karşısında Lenin, yeni ve devrimci bir enternasyonalin kaçınılmaz olduğuna inanıyordu. Bolşevik Partisi Merkez Komitesi’nin 1914 sonlarındaki bir bildirisinde şunlar yazıyordu:
“Proleter enternasyonal çökmemiştir ve çökmeyecektir. İşçi kitlesi, önündeki engeller her ne olursa olsun, yeni bir Enternasyonal yaratacaktır… Yaşasın bütün ülkelerin burjuvazisinin şovenizmine ve vatanseverliğine karşı işçilerin uluslararası kardeşliği! Yaşasın oportünizmden kurtulmuş bir proleter Enternasyonal!”
İsviçre’nin Zimmerwald kentinde 1915’te yeni bir enternasyonalin kurulması için ilk toplantı yapıldı. Ertesi yıl Kienthal’de bir toplantı daha gerçekleşti. Az sayıda kişinin katıldığı konferansta iki eğilim birden vardı: Savaşa karşı olan pasifistler ve uzlaşmaz fikirleri savunan devrimciler. Bu tablo karşısında Lenin yeni Enternasyonal’in kurulmasını dayatmaktan kaçındı, ama 1916’nın sonunda uluslararası işçi hareketi içinde nihaî ayrışmanın yaşandığını, 2. Enternasyonal’den ayrılıp 3. Enternasyonal’i kurmanın vaktinin geldiğini savunacaktı. Ancak 2. Enternasyonal partileri hâlâ güçlüydü ve Avrupa işçi sınıfının örgütlü kesimlerini hâlâ saflarında tutuyorlardı.
1917 Ekim Devrimi
1917 Şubat’ında Rusya’da kendiliğinden harekete geçen işçiler kitle grevleriyle Çarlık rejimine son verdi. İşçileri doğrudan demokrasi organı olan Sovyetler (işçi konseyleri) ortaya çıktı. 1917 Ekim’inde sosyalist devrim gerçekleşti ve iktidar Sovyetlerin eline geçti. Rus devrimi, dünya kapitalizmini sarsan büyük bir devrimci dalga başlattı.
Ekim Devrimi’ne liderlik eden ve Sovyet hükümetini oluşturan Bolşevik Parti, Rus devriminin dünya devriminin başlangıcı olduğunu, diğer ülkelerde, özellikle Almanya’da, sosyalist devrim zafere ulaşmadan Rusya’da işçi iktidarını ayakta tutmanın mümkün olmayacağını iyi biliyordu.
Komünist Enternasyonal’in kuruluşu
Rusya’daki devrimi Almanya, Avusturya, Macaristan ve İtalya’daki kitle grevleri ile işçi konseylerinin kurulması izledi. Avrupa kapitalizmi benzeri görülmemiş bir kriz yaşarken 3. Enternasyonal’in kurulması için koşullar olgunlaşıyordu. “Komünist Enternasyonal” (Komintern) olarak adlandırılan 3. dünya partisinin kuruluş kongresi 2-6 Mart 1919’da Moskova’da toplandı.
Kuruluş Kongresi’nde 54 delege bulundu. Karar alıcı oy hakkına sahip olan 35 delegenin sadece dördü Rusya dışında yaşıyordu. Komintern’i kuran parti ve örgütler, Bolşevik Partisi dışında herhangi bir temsil yeteneğinden yoksun, küçük ve etkisiz örgütlerdi.
3. Enternasyonal’i ilk ikisinden farklı kılan bu zaafa karşın Lenin ve Bolşevikler Avrupa’daki devrimci duruma gözlerini dikmişti. Devrimci dalga içinde küçük örgütler kitlesel partilere dönüşecek ve yeni enternasyonal dünya devrimin kitlesel önderi olacaktı. Kuruluş kongresi, kendini Komünist Enternasyonal’in ilk kongresi ilan ederken devrimci dalganın yarattığı iyimserlik hakimdi. ABD hükümetinin Paris temsilcisi 1919 yılının baharında günlüğüne şunları yazmıştı: “Bolşevizm her yerde güç kazanıyor. Macaristan şu günlerde onların eline geçti. Bir barut fıçısı üzerinde oturuyoruz ve onu ateşleyecek kıvılcım her an çakabilir.”
Sektlerden kitlesel partilere
Gelişmeler Lenin ve Bolşeviklerin iyimser öngörülerini haklı çıkartır nitelikteydi. Rus Devrimi’nde üç yıl sonra, devrimci akımlar sekt olmaktan çıkıp kitlesel partilere dönüşüyordu. 2. Enternasyonal üyesi partiler her ülkede ikiye üçe bölünüyor, kalabalık gruplar Komintern’e katılıyordu. 1919 Şubat’ında Spartakist ayaklanması bastırılıp Rosa Lüksemburg ve Karl Liebknecht katledilmiş olsa da, Almanya’da devrimci dalga devam ediyordu.
Ancak birçok Avrupa ülkesinde gelişen ayaklanmalar başarıya ulaşamadı. Yeni devrimci partiler güçlense de işçi sınıfının ana gövdesi hâla sosyal demokrasiden kopmamıştı. 3. Enternasyonal’in genç partilerinin deneyimsizliği sonucu Rusya dışında hiçbir ülkede iktidar işçilerin eline geçemedi.
Devrimci strateji ve taktikler
Komünist Enternasyonal’in 2. Kongresi Temmuz-Ağustos 1920’de Moskova’da toplandı. 35 ülkeden 217 delege katıldı. Rus partisi dışında İtalya, Norveç ve Bulgaristan’da örgütlü üç kitlesel parti kongrede yer alıyordu. Alman Komünist Partisi gibi güçlü, Avusturya ve Macaristan partileri gibi küçük fakat etkili örgütler de temsil ediliyordu. Çekoslovakya sosyalist solu, ABD ve İngiltere’de örgütlü birçok grup, Fransız sosyalistleri ve önceki Enternasyonallerden farklı olarak Asya’nın önemli ülkelerindeki devimci partilerin temsil edildiği 2. Kongre bir dünya kongresiydi.
Kızılordu’nun Polonya üzerine yürüdüğü esnada toplanan kongreye iyimserlik ve aşırı coşku havası hakimdi. Buna karşılık 2. Kongre strateji ve taktik adımların tartışılmasına yoğunlaştı.
İlk önemli tartışma sosyalistlerin parlamento seçimlerine karşı tutumu üzerine gelişti. İtalyan sosyalist Bordiga parlamentonun ve seçimlerin her koşulda reddedilmesini savunuyordu. Yalnız da değildi, birçok ülkeden gelen delegenin desteğini aldı.
Lenin bu aşırı sol görüşe karşı çıktı. Devrimcilerin gözünde parlamento bitmiş olabilirdi, ama işçi kitlelerinin gözünde hâlâ yerinde duruyordu. Bu durumda Komintern’in görevi geniş işçi kitlelerinin parlamento üzerine önyargılarına karşı gerçeğin sabırla anlatılmasıydı. Eğer parlamentoyu ortadan kaldıracak bir durumda değilsek, onun içine girip kürsüden işçilere basit ve anlaşılır bir dille devrimin gerekiliğini anlatmalıyız diyen Lenin, sadece aşırı sola değil, reformizmle arasına set çekmeyen merkezciliği de karşı çıkıyordu. Burjuva parlamentosuna komünistlerin girişi partinin kararıyla olmalıydı ve parlamenter faaliyet yine parti merkezi tarafından belirlenmeliydi. Bu yaklaşım, 2. Enternasyonal’in gevşek tutumundan farklı olarak parlamenter alanın dışarıdaki mücadeleyle sıkı bir şekilde birleştirilmesi ve örgütlenmeye hizmet etmesi stratejisine bağlıydı.
Diğer bir tartışma komünistlerin sendikalara karşı tutumu üzerine oldu. Lenin, komünistlerin ayrı sendikalar kurması fikrine karşı çıktı.
Komünist Enternasyonal’in 2. Kongresi ulusal sorun ve sömürgeler sorununu da gündemine aldı. Komünistlerin, sömürge ülkelerdeki ulusal demokratik hareketlere destek vermesi, ancak bu hareketleri sosyalist olarak niteleyip içinde erimemesi gerektiği vurgulandı. Ezilen halkların sömürgeciliğe ve emperyalizme karşı mücadelesinin uluslararası işçi hareketinin müttefiki olduğu vurgulandı.
Bir diğer önemli tartışma tarım sorunu üzerine yaşandı. Enternasyonal, kırsal alanlarda işçi sınıfının müttefikinin tarım işçileri olduğunu, mülkiyet sahibi köylülerin devrimci bir rol oynamayacağının altını çizdi.
Lenin ve Bolşevikler, merkezci olarak adlandırılan sağ kanada karşı siyasî ve teorik mücadeleyle yetinmeyerek örgütsel tedbirlere de başvurdu. Komünist Enternasyonal’e üye olmak için 21 koşul önerdiler. Bu koşullar üye olan partilerin devrimci sosyalist bir yapıda olmasını sağlamaya yönelikti.
İkinci kongrede hem aşırı sol hem de merkezci kanadın fikirleri yenilgiye uğradı. Lenin’in fikirleri ve 21 koşul kabul edildi. Kongreden geriye kalan en önemli taktik adım ise reformist işçilerle komünist işçilerin ortak talepler etrafından birleşik cephe oluşturmasıydı. İşçi kitlelerinin mücadele içinde değişeceğini kabul eden ‘birleşik işçi cephesi’, komünistlerin en güvenilmez unsurlarla dahi geçici ittifaklar kurarak geniş işçi kesimlerine ulaşmasını ve onları devrimin gerekliliği fikrine kazanmasını temel bir mücadele taktiği olarak öne çıkardı.
Komintern’in üçüncü kongresi 1921’de, dördüncü kongresi 1922’de toplandı. Bu ilk dört kongredeki tartışma ve kararlar, dünya işçi sınıfı hareketinin o güne kadarki tüm ders ve deneyimlerinin en özlü ifadesini oluşturur, günümüze de ışık tutmaya devam eder.
Tek ülkede sosyalizm ve Komintern’in ölümü
1923’te ikinci Alman devrimi de yenildi. Rusya’da, Alman devriminin zaferini bekleyen işçi iktidarı toplumsal temelini yitirirken parti ile devlet iç içe geçmeye başlıyordu. Kızıl Ordu’nun ve bürokrasinin gücü artarken işçi konseyleri ve komiteleri sadece bir kabuktan ibaret hale geliyordu.
Lenin yaşamının son yıllarında Bolşevik Parti içinde öne çıkan bürokrasiye karşı mücadele etti. Stalin’in Rusya’nın eski sömürgelerindeki partiler üzerinde Rus egemenliğini dayatmasına karşı çıktı. Bu dayatma, Komünist Enternasyonal açısından da büyük bir tehdit anlamına geliyordu.
Rusya’da iktidar işçi sınıfından bürokratik sınıfın eline geçerken, Komintern’deki Rus egemenliği diğer ülkelerin komünist partilerinin Stalin ve arkadaşları ne derse yapmasına yol açtı; 1924’te toplanan 5. Kongre ile Komintern’in yozlaşması ve devrimci bir örgüt olma özelliğini yitirmesi süreci başladı.
Dünya devriminin artık sona erdiğini düşünen Stalin, 1926’da tek ülkede sosyalizmin mümkün olduğunu savunmaya başladı. Ulusal sosyalizm mümkünse bir dünya devrimine ve bu devrimi örgütleyecek bir dünya partisine de ihtiyaç yoktu. Oysa gerçekte, devrimci dalga bitmemişti. İngiltere’de 1926’da o zamana kadarki tarihin en büyük genel grevi gerçekleşti. Çin’de 1927’de işçiler devrim için ayaklandı. Komintern iki büyük olay ve sayısız daha küçük ölçekte olaya müdahale etmeyerek yenilgilerine zemin hazırladı.
Komintern’in 6. Kongresi 1928’de devrim programının merkezine tek ülkede sosyalizmin mümkün olduğu fikrini oturttu. SSCB, sosyalizmin anavatanıydı ve Komintern üyesi partilerin başlıca görevi SSCB’nin savunulmasıydı. Aynı yıl Rusya’da ‘beş yıllık plan’ ile hızlı sermaye birikimi başlatılıyor ve bürokratik devlet kapitalisti bir rejim inşa ediliyordu. Bürokrasinin derdi bir yandan kendi iktidarını pekiştirmek, bir yandan da Batı’yla ekonomik, siyasî ve askerî alanlarda rekabet etmekti. Komintern bu rekabetin aracı olarak kullanıldı. Komünist partiler, SSCB’nin birer uydusu haline getirilerek kendi ülkelerinde devrim yapma fikrinden uzaklaştırıldı.
Almanya’da 1933’te Naziler iktidara geldi. Nazilerin iktidarı komünist ve sosyal demokrat işçilerin birleşik cephesiyle önlenebilirdi. Ancak stalinist bürokrasi Komintern’in ilk dört kongresinde hakim olan birleşik işçi cephesi taktiğini reddederek Nazilerin iktidara yürüyüşü sırasında “sosyal-faşist” olarak nitelediği sosyal demokratlara karşı mücadele etmeyi Alman komünistlerine önerdi. Sonuç felaket oldu, ancak Komintern bu ağır yenilgiyle yüzleşmedi.
Komintern’in 7. ve son kongresi 1935’te toplandı. Stalinist bürokrasi Komintern partilerine kendi ülkelerindeki “demokrat burjuvalarla” ittifak kurmasını önerdi. Stalin, SSCB’nin Naziler tarafından işgal edileceğini düşünüyor, Batı kapitalizmini ise ittifak kurulacak güç olarak görüyordu. Komintern’e üye olan devrimci partilerin devrim yapması engellendi, çünkü bu zaten Komintern’den nefret eden ve kapatılmasını isteyen Batı kapitalizmiyle ittifakı bozardı.
Komintern, SSCB’nin isteğiyle kapatıldı. Fransa ve İspanya’da 1936’da gerçekleşen işçi devrimleri SSCB’nin uydusu olan komünist partiler tarafından boğuldu. Uluslararası işçi hareketinin reformizmle devrimci sosyalizm arasında bölünmesinden doğan 3. Enternasyonal yeni bir ayrışmayı hazırlayarak tarihe karıştı.
Sovyet devriminin Lenin’le birlikte en önemli liderlerinden biri olan Troçki, 1935’te sürgündeyken günlüğüne şöyle yazmıştı: “1917 ve 1921 arasındaki dönem dahil, kendi çalışmalarımın ‘yaşamsallığından’ söz edemem. Ama şimdiki çalışmalarım kelimenin tam anlamıyla ‘yaşamsal’. Bu iddiada kendini beğenmiş bir yan yok. Sosyal Demokrat ve stalinist iki Enternasyonal’in çöküşü, bu Enternasyonallerin liderlerinden hiçbirinin çözmek için yeterli donanıma sahip olmadığı bir sorunu ortaya çıkardı. Kendi kaderimin akışı beni bu sorunla karşı karşıya getirdi ve bana bu sorunla başa çıkabilmem için gerekli araçları kazandırdı. Şu anda, yeni bir kuşağı İkinci ve Üçüncü Enternasyonallerin liderlerinden bağımsız olarak devrimci yöntemle silahlandırma görevini yüklenecek benden başka hiç kimse yok… Devrimci mirasın yaşamını sürdürebilmem için en azından beş yıllık kesintisiz bir çalışmaya ihtiyacım var.”
Troçki bu satırları yazdığında Almanya’da faşizm hüküm sürmeye başlamış, yeni bir dünya savaşının ayak sesleri her kıtada hissedilmiş ve İspanya’da stalinizmin yeni bir ihanetine az bir zaman kalmıştı. 1929 buhranı tüm kapitalistleri dehşete sürüklemişti. Bir sene sonra başlayacak olan Moskova Duruşmaları, stalinist aygıta karşı Rusya’da kalan son devrimcileri, Bolşevik Partisi’nin 1917 devrimine öncülük eden tüm eski kadroları da stalinist büyük ‘temizlik dalgasıyla’ imha edecekti. Troçki bu davanın baş sanığı olacaktı; suçu Nazilerle işbirliği ve devrime ihanetti!
Troçki’nin, sürgünde, karanlığın içinde, aşağıdan sosyalizm geleneğinin mirasını yeni kuşak devrimcilere aktarmak için beş seneye daha ihtiyaç duyduğunu yazmasına neden olan siyasî sürecin temel özelliği, Ekim devriminin yenilgisiydi. Marks, dünya devrimi olmadan, “yoksunluk, karşılanamayan ihtiyaçlar genelleşir ve bu yoksunluk nedeniyle ihtiyaçlar uğruna mücadele yeniden başlar ve o sistem bütün pisliğiyle baştan kurulur” uyarısıyla, tek bir ülkede sosyalizmin zafer kazanmasının mümkün olmadığına işaret etmişti. Ekim devriminin başına gelen de tam bu oldu.
Devrim, dönemin devrimcilerinin tüm beklentisine ve gerçekleşmesi yönündeki tüm güçlü ihtimallere rağmen dünya devrimi tarafından desteklenmedi, özellikle Almanya’da 1919-1923 yılları arasında defalarca ayaklanan işçi sınıfı, iktidarı ele geçiremedi. Rus işçileri, Paris Komünü işçilerinin devrimci eylemleri sırasında şekillendirdikleri, aşağıdan yukarı örgütlenen demokratik özyönetim organları olan Sovyet aracılığıyla, köylülüğün de desteğini alarak, Çarlık despotizmini ve hemen ardından burjuvazinin egemenliğini yıktı. Devlet olmayan bir devlet tipi olarak Sovyet, işçi sınıfının siyasal iktidarı elinde toparlaması anlamına geldi. Dünya savaşında milyonlarcası ölen ve kelimenin tam anlamıyla perişan olan yoksullar, köylüler ve işçiler için, Rusya’da ezilenlerin iktidarının yaşaması için tek bir umut vardı: Avrupa devrimleri ve en başta Alman işçi sınıfının siyasî iktidarı ele geçirmesi. Bu yüzden Lenin sık sık, “Tekrar ediyorum, bütün bu zorluklardan kurtuluşumuz bütün-Avrupa devrimindedir… Bir Alman devrimi gelmezse hakkımızdaki hüküm verilmiş demektir… Eğer Alman devrimi gelmezse, her halükarda, akla gelebilecek bütün koşullar altında hükmümüz verilmiştir” diyordu. Ama Alman devrimi gelmedi.
Kapitalist dünya ise tam göbeğinde ve uçsuz bucaksız bir coğrafyada işçi sınıfının sosyalizmi kurup kuramayacağını test etmeye tahammül edemezdi. Rusya işgal edildi. İşgal, Çarlık uzantılarına ve burjuvalara iç savaş çıkartmak ve işçi sınıfının kazanımlarını gasp etmek için gerekli olan cüreti verdi. Korkunç bir iç savaş başladı, tek bir ülkede gerçekleşen sosyalist devrim, yaşamak için içgüdüsel tepkiler geliştirmek zorunda kaldı. Kızıl Ordu kuruldu. Ekonomi, savaşın ihtiyaçlarına göre örgütlendi, ‘Savaş Komünizmi” ilan edildi, savaşın kazanılması için eski düzenin subayları göreve çağrıldı, devlet yapısının sürdürülebilmesi için eski düzenin memurları bürokratik alışkanlıklarını yayabilecekleri geniş bir idarî alan buldu. Üç sene sonra, Bolşevikler iç savaşı kazanmıştı, ama zaferin bedeli ağırdı.
“İşçi sınıfı deklase oldu”
İç Savaş’ta en ağır tahribatı, devrimi yapan işçi sınıfı aldı. Dünya devrimi Rus işçilerinin yardımına gelmeden geçen her gün, işçi demokrasisi biraz daha zayıfladı. Giderek, devrimi yapan işçiler sınıf şekillenmesini yitirdi. Devrimin kalbinin attığı Petersburg şehrinin nüfusu 1917 yılında 2,5 milyondan 574 bine, Moskova’da ise 1,7 milyondan 1,1 milyona düştü. Toplam işçi sayısı 1913 yılında 3,5 milyonken, iç savaşın ardından 1,118,000’e geriledi. Lenin 1921’de, “Sanayi işçi sınıfı savaş, sefalet ve yıkım sonucu deklase bir hale gelmiş, başka bir deyişle, işçi sınıfı olarak varlığı sona ermiştir” diyordu. Devrimi yapan sınıf, sınıf olarak ortadan kalktığında, devrimin liderlerinin kaderi de belirlenmiş oluyordu.
İşçi sınıfının şekillenmesini yitirdiği, burjuvazinin sınıf olarak tasfiye edildiği koşullarda, Kızıl Ordu’nun yeniden şekillendirdiği ve pekiştirdiği hiyerarşik alışkanlıkları da arkasına alan ve eski Rusya’nın tüm çürümüşlüğünü, çıkarcılığını ve fırsatçılığını simgeleyen yüz binlerce insan, Sovyetlerin de işlevsizleşmesiyle giderek mutlak bir iktidar organına dönüşen Bolşevik Partisi’ne doluştu.
Bürokrasinin iktidarı ve tek ülkede sosyalizm ‘teorisi’
Parti hızla muazzam bir bürokratik mekanizmaya dönüşmeye başladı. Bürokrasi, iktidarı ele geçirdikçe, bir sınıf şekillenmesi sürecinde yükselen her sınıf gibi, varlığının ve iktidarının sürekliliğini sağlamak için gerçeği ters yüz eden bir teoriye ihtiyaç duydu. Aşağıdan sosyalizm geleneğinin ne kadar özgürlükçü ve devrimci öğesi varsa, bürokrasinin “resmî marksizminin” donuk, ideolojik fikri sabitleri haline getirildi. Önce, dünya devrimi teorisi iğdiş edildi. Bürokrasi, “tek ülkede sosyalizm” teorisini icat etti! Kuşkusuz bu teori, sıradan bürokratların derin analizlerinin ürünü olarak oluşmadı, ama tam da Troçki’nin İhanete Uğrayan Devrim’de vurguladığı gibi, “tek ülkede sosyalizmin zafer kazandığı” teorisi, “bürokrasinin ruh halini şaşmaz biçimde ifade ediyordu. Sosyalizmin zaferinden söz ettikleri zaman, kendi zaferlerinden söz ediyorlardı.”
‘Sol Muhalefet’ adıyla kurduğu platformla 1920’li yıllar boyunca bürokrasinin iktidarına karşı mücadele eden Troçki, 1929 yılında karşı devrimcilik ve illegal faaliyet suçlamalarıyla Rusya’dan sürgüne gönderildi. Devrim yenilirken, işçi sınıfı Ekim devriminde elde ettiği tüm hakları kaybederken, Troçki de yenilmişti.
Gerçekleşmeyen öngörüler
Troçki sürgündeyken, stalinist bürokrasi Rusya’da üretim ilişkilerini devlet kapitalisti bir rejim altında örgütlerken, Rusya dışında da Komünist Enternasyonal aracılığıyla, devrimci işçi hareketlerinin kendi egemen sınıflarıyla uzlaşmasını sağladı. Komintern adını alan Enternasyonal, bürokrasinin “tek ülkede sosyalist” rejiminin koruyucu kuklası haline geldi. “Rus bürokrasisinin dış politika ajanlarına dönüştürülen” Komintern, resmîleştirilmiş marksizmin otoritesinin ve devrimin prestijinin ağırlığıyla, işçi sınıfını egemen sınıflarla uzlaştıran politik önerilerle bir dizi ayaklanmanın yenilgisinde temel bir rol oynadı.
Troçki açısından, 1930 yılında kurduğu Uluslararası Komünist Birlik’i Komintern’in sol kanadı olarak tanımlamaktan vazgeçip, stalinizmin Almanya’da faşizmin iktidara gelmesine yol açan politikalarına hiçbir seksiyonundan itiraz yükselmeyen Komintern’in “yeniden canlandırılamayacağını” ilan etme vakti gelmişti.
Almanya’da faşizmin iktidara gelmesinden 1938 yılına kadar, Troçki, Avrupa’da faşizmin karanlığında, şiddet ve işkencenin ortasında, taraftarlarını toparlamaya, işçi hareketlerinin yüz yüze kaldığı yenilgi koşullarında, aşağıdan sosyalizm geleneğini yaşatmaya çalıştı. Kapitalizmi bir dünya sistemi olarak kavrayışının ürünü olan sürekli devrim teorisi, sosyalizmin işçi sınıfının kendi eyleminin ürünü olacağı tezini 1925-1927 Çin, İngiltere, 1929-1933 Almanya, 1936 İspanya ve Fransa’da sınıf mücadeleleri ile ilgili yaptığı analizlerle geliştirmesi, işçi sınıfının politik ve örgütsel bağımsızlığını günün koşullarına uyarlanmış devrimci bir partiye bağlayan teorik ve pratik çabası, dünya devrimi için örgütlenen yeni bir enternasyonale yaptığı vurgular, Troçki’nin “karanlık artıkça parlayan bir yıldız” gibi parlamasını sağladı.
Bütün bu yeteneklerine rağmen, Troçki’nin bir analizi çok önemli bir yanılgıyı barındırıyordu. Stalinist bürokrasinin ilk Marksist eleştirisini başlatan Troçki oldu. Ne yazık ki bu eleştiri, marksizmin özüne değil biçimine saplanıp kaldığı için, daha sonra, Troçki’nin geleneğini izleyenlerin teorik ve politik bunalımlar, sekter iç çatışmalar ve sürekli bölünmelerle karakterize olmasına neden oldu. Alex Callinicos Troçkizm’i şöyle tarif ediyor: “Troçkizm bir politik akım olarak kendisini sosyalizmin iki yaygın tanımının, yani Doğu’da stalinizmin ve Batı’da sosyal demokrasinin yaptığı tanımların reddi ve işçi konseyleri aracılığıyla demokratik bir biçimde örgütlenmiş devrimci işçi sınıfının toplumu dönüştürmesi olan Ekim 1917 geleneğinin izleyicisi olarak tanımlar.”
Troçki’nin, stalinist karşı devrimin bütünlüklü bir analizini yapamamış olması ve üretim araçları ve dış ticaret üzerindeki bürokratik devlet tekeline dayalı Rusya’yı, ‘dejenere’ de olsa bir ‘işçi devleti’ olarak tanımlamaktaki ısrarı, işçi sınıfının üretim araçları üzerindeki kolektif kontrolü ve üretim birimlerinden başlayarak tüm siyasal yapı üzerindeki özyönetim organlarına dayanmak zorunda olan sosyalizm anlayışıyla çelişkiliydi. Sosyalizm ya işçi sınıfının kendi eyleminin doğrudan ürünüdür, yani işçi sınıfının bürokrasi tarafından politik iktidardan uzaklaştırıldığı bir yapı sosyalist olamaz, ya da doğrudan üreticilerin üretim araçlarını kolektif olarak mülkiyetinde tutmadığı, üretim araçlarının bürokratik bir iktidarın kolektif mülkiyetinde bulunduğu bir rejim sosyalisttir. Bu ise, sosyalizmin işçi sınıfına rağmen kurulabileceği anlamına gelir.
Bu çelişki, ölümüne kadar Troçki’nin yakasını bırakmadığı gibi, ölümünden sonra da troçkist geleneği pusulasız bıraktı.
Troçki ölümünden önce bir dizi öngörüde bulundu. Dünya savaşından sonra, ya işçi devrimleri gerçekleşecek, milyonlarca işçi 4. Enternasyonal’in bayrağı altında toplanacak, stalinist rejim altüst olacaktı, ya da kapitalizm, iç çelişkilerinden çıkmayacak, “kapitalizmin artık kalıcı çözümleri olmayan nihaî krizini yaşadığı” için insanlık toptan bir çöküşe doğru evrilecekti.
Troçki’nin, savaştan sonra stalinist bürokrasinin yıkılması dışındaki seçeneğin, sosyalist programı bir ütopya haline indirgeyeceği yönündeki uyarısı ise Ortodoks troçkizm açısından en tehlikeli vurgu haline gelecekti. Zira savaştan sonra, tüm yıkıma rağmen, kapitalizm tarihindeki en büyük ekonomik sıçramalardan birini yaşayacaktı. Savaşın ardından stalinist rejimin çökmesi bir yana, Kızıl Ordu’nun savaş sırasındaki müdahalesiyle, tüm Doğu Avrupa ülkelerinde, Rusya’daki toplumsal yapının birebir kopyası olan rejimler kurulmuştu. Çin’deki rejimi de eklersek, çökmek bir yana, stalinist rejim küreselleşmişti.
Ya işçi devleti değilse…
Troçkist hareket, bu krize, bir istisnası hariç, neredeyse çocuksu bir ruh haliyle, gerçeklerden kaçarak yanıt vermeyi tercih etti. Troçki’nin öngörülerinin doğrulanmadığını kabullenmek yerine, 4. Enternasyonal’in Mandel, Pablo ve Cannon gibi önderleri, savaşın henüz bitmediği, kapitalizmin krizini aşamadığı ve toptan bir çöküşe yaklaştığı gibi bir dizi tez uydurdu. Ernest Mandel, 1951’de “İkinci ve üçüncü dünya savaşları arasındaki dönem tarihe geçici bir kesinti olarak geçecek ve Troçki’nin bir savaştan sonra bürokrasinin ayakta kalamayacağı öngörüsü kendisini tarihsel olarak kanıtlamış olacaktır” diyebiliyordu.
Doğu Bloku’ndaki SSCB kopyası rejimlerin karakteri konusundaki tartışma ise troçkist hareket için daha da zor bir durum yaratacaktı. Rusya’da, bir işçi devrimi gerçekleşmiş ve bürokrasi, bu devrimin kesintiye uğramasıyla iktidara gelmişti. Gerçekle hiçbir bağlantısı olmasa da, kısa bir süreliğine, devlet mülkiyetinin varlığı nedeniyle Rusya’nın ‘dejenere olmuş bir işçi devleti’ olduğu kabul edilebilir. Peki, Doğu Bloku ülkeleri? Bu ülkelerin hiçbirinde bir işçi devrimi gerçekleşmedi. Kızıl Ordu bu ülkeleri işgal etti ve komünist partileri iktidara “atadı.” Bu süreçte işçi sınıflarının hiçbir dahli olmadı. Ya sosyalizm işçi sınıfının kendi eylemi değildir ve işgallerle, orduların ülkeleri dümdüz etmesinin üzerinden işçi sınıfının hiçbir eylemi, katılımı olmadan kurulabilir bir toplumsal örgütlenmedir, ya da ancak sosyalizm işçi sınıfının kendi eyleminin ürünü olarak kurulabilir ve bu rejimlerin sosyalizmle uzaktan yakından ilişkisi yoktur. İlişkisi olmadığını görebilmek için, Troçki’nin tüm teorisinin devrimci özüne sahip çıkarken, kurumuş kabuğundan kurtulmak, bir dizi öngörüsünün yanlış çıktığını açıklamak gerekiyordu. Troçki’nin eşi Natalia Sedova 1951 yılında 4. Enternasyonal’den istifa ederken şöyle diyordu: “Eski ve geçersiz formülleri saplantı halinde benimseyerek stalinist devleti bir işçi devleti olarak görmeye devam ediyorsunuz. Bu konuda sizi izleyemem ve izlemeyeceğim… Siz şimdi stalinizmin savaştan sonra üzerinde hakimiyet kurduğu Doğu Avrupa ülkelerinin de işçi devleti olduğunu savunuyorsunuz. Bu, stalinizmin devrimci sosyalist bir rol oynadığını söylemeye eşittir. Bu konuda sizi izleyemem ve izlemeyeceğim.”
Troçkist geleneği içinde olduğu krizden çıkartan, Tony Cliff’in “Rusya’da devlet kapitalizmi” teorisi oldu. Rusya’yı dünya ekonomisinde hegemonya ve rekabet ilişkileri içine oturtan Cliff, Rus ekonomisinin işleyişinin Marx’ın değer yasasına nasıl bağlı olduğunu gösterdi, stalinist bürokrasinin devlet kapitalisti bir toplumun yeni egemen sınıfı olduğunu kanıtladı, Ekim devriminin 1920’lerin sonunda bir karşı devrimle yenildiğini açıkladı. Böylece, Troçki’nin stalinizm eleştirisini ön doğru kabul ederek, stalinizmin leninizmin devamcısı olmadığını, tersine, milliyetçi bir bürokratik egemen sınıfın diktatörlüğü olduğunu ve 1917 Ekim devriminin aşağıdan sosyalizm geleneğinin en önemli halkası olduğunu savunarak, klasik marksist geleneğin tutarlı bir siyasal akım olarak yeniden şekillenmesinde belirleyici oldu.