DSİP Eşsözcüsü Şenol Karakaş: Ne AKP neoliberalizmi ne CHP kemalizmi! Başka bir dünya mümkün!

MARKSİST.ORG
Tipografi
  • Daha Küçük Küçük Orta Büyük Daha Büyük
  • Varsayılan Helvetica Segoe Georgia Times

Devrimci Sosyalist İşçi Partisi (DSİP) Eşsözcüsü Şenol Karakaş, önümüzdeki iki yıl içinde Ermeni soykırımının tanınması, Kürt sorununda çözüm süreci, AKP'nin yıkım politikaları ve ekolojik direniş, yerel seçimler gibi başlıklarda neler yapmayı planladıklarını Marksist.org'a anlattı.

Karakaş, AKP ile CHP arasındaki siyasi kutuplaşmanın dışında, özgürlükçü ve antikapitalist bir muhalefete ihtiyaç olduğunu belirterek, DSİP'in bu doğrultuda "Ne AKP neoliberalizmi ne CHP kemalizmi" sloganını öne çıkarttığını ve sayısız siyasi kampanyada birlikte hareket ettiği aktivistlerle özgürlükçü bir sol alternatifi inşa etmeye çalıştığını belirtti.


Türkiye seçim sürecine girdi. DSİP, seçim politikasını "Ne AKP neoliberalizmi ne ne CHP kemalizmi" sloganıyla duyurdu. 2013'ten 2015'e uzanan bu süreci nasıl değerlendiriyorsunuz? Seçim tutumunuz nedir?
Marksist.org'un Şenol Karakaş'la röportajı şöyleydi:

Evet, seçim politikamız "Ne AKP liberalizmi ne CHP kemalizmi" sloganıyla özetlenebilir. Bu, sadece seçim politikamıza işaret eden bir slogan da değil. Gezi direnişi günlerinde, Gezi Parkı'nda açtığımız pankartlardan birisinde de "Ne AKP liberalizmi ne CHP kemalizmi" yazıyordu. Bu slogana, DSİP'in uzun süredir savunduğu politikaların omurgası olarak bakabiliriz. Bu, ne AKP'nin içerdiği ulusacılığı ne de CHP'nin liberal politikaları savunduğu gerçeğini görmezden gelmek anlamını taşır. Türkiye'de siyaset alanı, 10 yıldır neoliberal politikaları savunan hükümet partisiyle ulusalcı politikaları savunan, baskın karakteri ulusalcılık olan muhalefet partisi tarafından belirleniyor.

2014 seçimlerinde yine bu kutuplaşma belirleyici olacak. Sadece yerel seçimlerde değil, 2015'te gerçekleşecek milletvekili seçimlerine kadar, AKP ve CHP arasındaki taşlamalar, küfürleşmeler, hakaretler ve keskinleşmeler belirleyici olacak. İşte biz buna son verilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Küreselleşme karşıtı hareket ya da kullanmayı tercih ettiğimiz şekliyle 1990'ların sonlarında patlak veren antikapitalist hareket, "Onlar bir avuç, biz milyarlarız" sloganını yaygınlaştırmıştı. Bu hareketlerin deneylerinin devamcısı olduğu tartışma götürmez olan ve Wall Street'i sarsan "İşgal et!" hareketi de "Biz %99'uz" sloganını yaygınlaştırdı. "Ne AKP liberalizmi ne CHP kemalizmi" sloganı, bu açıdan sadece antikapitalist hareketten esinlenen bir slogan değil, antikapitalist hareketin mücadele deneylerini Türkiye'ye taşıyan ve siyasi kutuplaşmaya prim vermeden, tüm yoksulların birleşik mücadelesinin öneminin altını çizen tek perspektif.

Ama bu siyasi çizgi, bir tehlikeye de işaret ediyor: AKP'yi biliyoruz. Haydi, açık konuşalım, her dönemde yeni nefes alma kanalları bulan Kemalist restorasyonun fikir babaları, sözcüleri ve gazetecileri, AKP'yi olduğundan farklı bir şekilde tanımlaya çalışsalar da, AKP'nin temel özelliği bir burjuva partisi olması. AKP, Türkiye egemen sınıfının arayıp da bulamadığı bir parti. Günün modası ister küfür ederek olsun ister akademik gerekçelendirmelerle, Gezi direnişine hunharca saldıran AKP, seçimlerde oy verilecek bir parti değil. Bunda AKP'ye oy vermeyi düşünmeyen milyonlarca insan arasında net bir uzlaşma var. Peki ya CHP?

İşte bizim sloganımız, AKP'ye karşı olma, karşı çıkma konusunda anlaşan insanlara, ulusalcılığı, kemalizmi, darbeciliği, Kürt düşmanlığını, Ermeni düşmanlığını, milliyetçiliği ve geleneksel devlet aygıtının tüm reflekslerini savunan bir geleneği sol adına savunmanın, bir siyasi alternatif olarak öne çıkartmanın siyasi intihar olacağının da altını çiziyor. "Ne AKP liberalizmi ne CHP kemalizmi" derken, AKP'ye karşı CHP'yi alternatif olarak gören, CHP'yi alternatif sanan, CHP'yi bir alternatif olarak pazarlayan ve böylece solculuğu yine o berbat ulusalcılığın sınırlarında tanımlamaya yol açacak olan eğilime karşı, sol ya da sosyalizist çevrelerin özgürlükçü bir alternatifi örgütlemek için seçimleri fırsat olarak değerlendirmesi gerektiğini vurgulamak önemli.

CHP, sol bir parti değil.

CHP, sosyalist bir parti de değil.

Üstelik CHP, sosyal demokrat bir parti de değil.

CHP, sola yönelik bir açılım yapabilecek bir parti de değil.

CHP, geleneksel devlet aygıtının bekçisi olan bir parti. Nereden mi çıkartıyorum? Bakın çözüm sürecine yaklaşımına, bakın Andımız'ın kaldırılması karşısındaki tutumuna, bakın anadil konusundaki parti tutumuna, bakın Ermeni soykırımıyla yüzleşme tartışmalarındaki tutumuna, bakın Ergenekon ve Balyoz davalarında yargılnanan cuntacıları ve katilleri savunan tutumuna.

Bakın Arap Baharı karşısındaki, Ortadoğu devrimleri karşısındaki tutumuna.

Bakın Mısır darbesi karşısındaki tutumuna.

Bakın başörtüsü konusundaki tutumuna.

Bakın sözcülerinin apaçık milliyetçiliklerine.

İşte "Ne AKP liberalizmi ne CHP kemalizmi" perspektifi, CHP hakkında yaratılan efsanelere karşı da, "başka bir dünya mümkün" diyen insanların, başka bir solun, özgürlükçü bir sosyalist alternatifin inşa edilmesinin zorunlu olduğunu bu seçim döneminde bir kez daha vurgulaması için hayati öneme sahip. 2015 yılında milletvekili seçimlerine kadar, seçimlerden çok daha öemli olanın sokakta verilecek mücadele olduğunu anlatacak bir kampanya örgütlemek çok önemli.

Medyada yer alan HDP-CHP ittifakı tartışmalarına ve iddialarına ne diyorsunuz? Sosyalistler, CHP ile ittifak kurabilir mi?

Bu tartışma ve iddialar sinir bozucu. Yaklaşık bir buçuk ay önce, HDK, seçim tutumunu açıklayan bir basın açıklaması yaptı ve tamı tamına şu cümleyi kurdu: "Halklarımız neoliberal politikaların temsilcisi olan iktidar partisi ile ulusalcı-milliyetçi politikalarınn temsilcisi olan muhalefet partilerine mahkum değildir." Tıpkı DSİP'in yıllardır savunduğu ana siyasi eksen gibi özetlenmiş durumda seçim politikası.

Şimdi, bu cümlelerle seçim kampanyasını açıkladıktan sonra CHP ile ittifaktan bahsetmenin, "CHP ile ilkelerde anlaşırsak..." gibi açıklamalar yapmanın kendisi çok ilkesel görünmüyor. HDK'da Kürt halkının siyasi eğilimlerinin ağır bastığı çok açık. Adı geçen CHP ile ister parlamentoda ister sokakta hangi politikalarda, hangi ilkelerde bir anlaşma, uzlaşma yaşandı?

Kürt halkı, CHP'yle her hangi bir uzlaşma yaşadı mı?

CHP'nin ilkeleri biliniyor, gizli değil. Gizliymiş gibi, sanki CHP'nin neyi savunduğu hiç bilinmiyormuş gibi, "İlkelerde anlaşırsak CHP'yle seçim ittifakı yapabiliriz" demek, anlaşılabilir değil.

Bu, kendini AKP karşısında çaresiz hissetmekten kaynaklanmıyorsa, CHP'yi sol içinde görmeye neden olacak bir açıdan siyaset alanına bakmaktan kaynaklanıyor demektir, ki tehlikeli olan budur. Biz, CHP ile ittifakı teklif dahi edilemez bir tutum olarak görüyoruz. Bu öneriye Gezi direnişini alet etmek ise hiçbir şekilde kabul edilebilir bir siyasal yaklaşım değil. HDK, hiçbir düzeyde CHP ile ittifak kuramaz. Kürdistan'da AKP nasıl mağlup oluyorsa seçimlerde, batıda da mağlup edilebilir. AKP mağlup edilecekse, bunun bir tek yolu var: eğer askeri vesayeti, sırtını orduya yaslamayı gündemden çıkarttıysak, AKP'ye oy veren kitleleri AKP'ye oy vermemeye ikna etmek. Sizin %6 oyunuz mu var? AKP tabanından %5 oranında bir kitlenin sizinle politik olarak yakınlaşmasını sağlayabilirseniz, siz %11'e çıkarsınız, AKP %44'e düşer. Doğru politikalar etrafında, her türlü fobiye mesafeli olan, özgürlükler arasında sıralama yapmayan, tüm özgürlükleri aynı anda savunan politik bir kampanya AKP tabanında sarsıntı yarattığında; bu, tutarlı, sürekli bir kitlesel siyasi mücadelenin temeli hâline getirilebilirse, özgürlükçü sosyalizmin kitleselleşmesi açısından önemli bir çıkış noktası olabilir. Zira böyle bir etki, CHP dahil diğer partilerin, sayısız kampayanın ve politik platformun da etkileyici odağı olabilir.

Ama memlekette Marks'ın cumhuriyetçi ve hatta Ergenekoncu olduğunu iddia edebilecek kadar şaşkın olanların ya da cemaat hakkında ilim irfan sahibi olmayı ve İmamın Ordusu gibi gevelemeleri politika yapmak sananların müthiş solcular olarak algılandığını düşündüğümüzde, birilerinin HDK'yla CHP'nin ittifak kurabileceğini iddia edebilmesi de normalleşiyor. Sol adına anormal olan bir olgunun, ulusalcılığın bu kadar yaygın bir şekilde savunulabildiğini düşününce, bu türden ittifak arayışları ne yazık ki normalleşebiliyor. İnsanlar denize düştüklerini düşünüyorlar, bu yüzden yılana sarılmakta bir besi görmüyorlar. Anlatmamız gereken şu: denize düşmüş değiliz. Çaresiz değiliz. Ölmüş, bitmiş vaziyette değiliz. Sarıgül'ün etrafında sosyalist br yeniden toparlanma gibi saçmalıkları siyasi analiz diye yutmak zorunda olduğumuz günlerden geçmiyoruz. Diyarbakır'da konuşmasında "Kürdistan" diyen başbakana ne demek istediğini soran, başkabanı bölücülük yapmakla suçlayan CHP'li milletvekillerini düşününce, HDK-CHP ittifakı önerisi, şaşkınlık ürünü değilse acizlik göstergesidir. Sözcü gazetesiyle Gündem gazetesinin ittifakını, 21 Mart'ta Diyarbakır Newrozu'ndaki kitlelerle 10 Kasım'da Anıtkabir'e giden kitlelerin birlikte hareket edebileceğini hayal eden omurgasız bir ittifak önerisi. Hiçbir geçerliliği, gerçekliği olmadığını hep birlikte göreceğiz. HDK, ancak kuruluş prensiplerinden vazgeçerse CHP ile ittifak kurabilir.

Şenol Karakaş

Barzani, Diyarbakır'ı ziyaret etti, Başbakan "Kürdistan" dedi. Bu, sizce nasıl bir anlama sahip? Kalıcı bir barış sürecinin gelişmesinin önündeki engeller ne?

Bu adımlar çok önemli. Bu adımları küçümsememek gerekir. Başbakan, şimdilik, Irak Kürdistanı'na Kürdistan diyebildi. Kuzey Kürdistan'a da Kürdistan demesi için sindirime yeteneğinin artması gerekiyor. Çözüm sürecinin kendisini, başbakanın Diyarbakır çıkartmasını, Şivan Perwer'in gelmesini, Erdoğan'ın Diyarbakır belediyesini ziyaretini, bütün bu hamleleri ak mı kara mı penceresinden bakarak değerlendirmek, değerlendirme yapanları manasız açıklamalar yapmaya itiyor. Bütün bu hamleler, bir yandan Kürt Özgülük Hareketi'nin, özetle PKK ve BDP'nin ve İmralı'da Abdullah Öcalan'ın sürdürdüğü destansı mücadelenin kazanımları. Ama bir yandan da hükümet bu adımları atarken, çözüm sürecini Türk egemen sınıfı lehine sürdürmeye ve AKP'nin oy oranlarını düşünerek, kendi partisinin güçlenmesini de garanti altına almaya çalışarak ilerlemeye çalışıyor. Gerilimin temel nedeni bu. Çözüm sürecinde atılan olumlu her adım, bir eksikliği, bir pazarlıkçılığı, Kuzey Kürdistan'da yaşayan Kürtlerde bir burukluğu da yaratıyor. Mesud Barzani, Diyabakır'a geliyor. KDP'yle hükümet kol kola girebiliyor. Kardeşçe bir hava esiyor ama PYD lideri Salih Müslüm ağır bir şekilde eleştiriliyor. Diyabakır'da insanlar Mesud Barzani'nin gelmesine mi sevinsinler, PYD ve Rojava'daki Geçici Yönetim'in eleştirilmesine mi üzülsünler, karar veremiyorlar. Başbakan "Kürdistan" diyor ama Güney Kürdistan'ı tarif ediyor. Kuzey Kürdistan'a, tüm Kürdisan'ın merkezi şehri Amed'e hem de, adıyla seslenemiyor. Başbakan, tüm halkların kardeşliğine vurgu yapar yapmaz, "Tek devlet, tek bayrak, tek millet" vurgusunu yapıyor.

Çözüm sürecinin tıkanmasının, zaman zaman sıkıntılı bir sürece girdiğimizi düşünmemizin nedeni bu. Çözüm süreci ilerleyecekse, PKK lideri Abdulah Öcalan'ın koşullarının düzelmesi ve Öcalan'ın Kürt hareketiyle de barış ve çözüm isteyen tüm güçlerle de iletişim kurmasının olanaklarının yaratılmasıyla olacak bu. Daha doğrudan söylemek gerekirse, Andımız'ı kaldırmak önemlidir ama çözüm süreci açısından bu ancak jest anlamına gelebilir. Mesud Barazani'nin ağırlanması önemlidir, ama bu sadece bir jest olarak görülebilir. Çözüm sürecinin jestler süreci olmaktan çıkması, tıkanma anlarında başbakanın jestleriyle ilerlemesi mümkün olmayan ve sadece konuşma ve niyet beyanarıyla kıyaslanamayacak, kalıcı, yasal adımların atılmasının zorunlu olduğu tarihsel-toplumsal bir süreç olarak somut adımlarla/kazanımlarla ilerlemesi lazım. Kürt halkı somut kazanımlar elde etmek istiyor. Öcalan'ın özgürlüğü, KCK'li tutukluların serbest bırakılması, PKK'nin tüm üyelerinin yasal siyaset yapabilmesinin maddi olanaklarının yaratılması, anadilde eğitimin önündeki engellerin kaldırılması, Kürt halkının varlığının her düzeyde tanınması ve anayasal düzeyde garanti altına alınması. Ben, sürecin bu yöne doğru ilerlediğini düşünüyorum ve barış isteyen insanlar, Kürt halkının barış talebine destek oldukça, çözüm süreci tıkanma yaşadığında ağırlığını hissetirecek kalıcı bir barış kampanyası örgütlenebildikçe, cumhuriyet tarihinin en radikal gelişmelerinin yaşandığı süreçten Kürt halkı en büyük kazanımları elde ederek çıkabilir. Özetle, sözde değil özde pratik demokratik adımlar atıldığında, çözüm süreci kalıcı bir barış sürecine dönüşebilir.

Kadın ve erkek öğrencilerin aynı evlerde kalmalarını devlet zoru ile engellemeye kalkan Erdoğan'ın ardından, AKP'li TBMM Başkanvekili, karma eğitimin kaldırılmasına dönük önümüzdeki dönem bir hükümet hazırlığından söz etti. Bu girişimleri nasıl değerlendiriyorsunuz?

Başbakanın nobran üslubuna ve her şeye müdahil olma, her şey hakkında fikir yürütme tutkusuna karşı biriken öfke, yıllar içinde niteliğini değiştirerek, Gezi direnişi gibi bir patlamayla sonuçlandı. Ve benzer bir birikim yine başladı. Zira Erdoğan uslanmadı. Dersini almışa benzemiyor. Üstüne üstüne geliyor ve Kasımpaşa delikanlılığıyla meydan okuyor. Ama meydan okuduğunun, halkın azımsanmayacak bir kesimi olduğunu unuttu. Oysa hafızasından silinecek kadar uzun bir süre geçmedi, Gezi parkı için gaz bombalarına karşı amansızca vediğimiz mücadelenin üzerinden.

Abant toplantısından sonra AKP içinde oluşan çatlağa, "Yo, başbakan öyle söylemek istemedi" diyen seslere posta atarken, "Benim dediğim dedik, eğilip bükülmem, sözümün arkasında dururum" derken de, artık sıkıcı olan, eskimiş, delikanlı insan tafrası atıyor. Ama ne AKP içindeki çatlak gizlenebiliyor ne de başbakan yeni bir şey söylemiş, partisini toparlamış oluyor. Olan şu: Erdoğan, Gezi direnişinde kendisine diş gösterenlere diş gösteriyor, Gezi direnişinde kendisine geri adım attıranların üzerine gidiyor. Muhafazakâr demokratlığı her hafta yeniden tarifleyerek, politika yapmayı direk gibi durmak sanarak, kırıp döküyor. Ama sadece hedef gösterdiği gençleri kırıp dökmekle kalmıyor, AKP tabanında da huzursuz olan, vicdanlı olan, AKP'nin geleneksel partiler dışında değişimden yana, vicdandan yana olduğunu düşündüğü için AKP'ye oy veren kitleler içinde de huzursuzluk yaratıyor.

Sözünden dönmemek, tek başına yeterli bir maharet değil. Hangi sözden dönüp dönmediğin, daha da önemlisi habire ıvır zıvır açıklamalar yapıyor musun, yapmıyor musun, bu daha önemli. Sözünün arkasında durmak değil, doğru sözler söylemek maharet. Başbakan, arkasına Türkiye egemen sınıfının saklanabileceği bir yaklaşımla, muhafazakâr demokratlık adı verilen politik tutumla, kadınlarla erkeklerin aynı evde yaşamasının koşullarını belirleyebileceğini sanıyor. Bunu ister egemen sınıfın emek gücü piyasasına ilişkin projeksiyonu nedeniyle, ister muhafazakâr yaklaşımı nedeniyle, isterse Andımız kaldırıldı diye rahatsız olduğu düşünülen AKP tabanındaki bir kısım insanın yüreğine su serpmek ihtiyacıyla olsun, hangi gerekçeyle yaparsa yapsın, burjuva nobranlığı yapıyor.

Ahlakçılık yapıyor, bekçiliklerin en kötüsü olan burjuva ahlak bekçiliği yapıyor, burjuva ahlak bekçiliğini "dini inançların emri böyle" diyerek pazarlıyor, bunu yaparken kızgınlığı biriktiriyor, insanları öfkelendiriyor. İnsanların öfke birikiminin belirli bir düzeye gelmesiyle nasıl patlamalar yaşadığını ise Gezi'de gördük. Erdoğan ve Tük egemen sınıfı, gemlenemez bir şekilde yeni bir Gezi direnişinin yollarını açıyor.

İstanbul'daki Marksizm 2013 Güz toplantılarında AKP'nin yıkım politikalarına karşı direniş çağrısı yapılmıştı. Doğanın yıkımına ve küresel ısınmaya karşı nasıl bir mücadele yolu izleyeceksiniz?

Biz, 2005 yılının Aralık ayında, onlarca ülkedeki aktivistle birlikte küresel ısınmaya karşı bir kampanya başlattık. Türkiye'de iklim değişimine karşı bir iklim aktivizmini örgütleyen, yaygınlaştıran, eylemler yapan, mitingler yapan, yaratıcı etkinlikler düzenleyen Küresel Eylem Grubu'nun örgütlenmesinde belirleyici bir rol oynadık. O zamanlar, küresel ısınmaya karşı kampanyalar yapmak için imzalar topladığımızda, ortalık, bunun emperyalizmin yeni bir icadı olduğnu söyleyen ve kendisini solcu sanan insanlardan geçilmiyordu. O günlere göre küçümsenemeyecek bir aşama kaydettik.

İklim değişimi, doğrudan kapitalizmin ürünü. Çevresel yıkım politikaları da öyle. AKP, sermayenin kâr alanlarını yeniden ve yeniden açma için, inşaattan termik santrala, HES'lerden nükleer santrallara, kentsel dönüşümden, parklardan, okul arazilerindeki ormanlardan Allah'ın suyunun kullanımına kadar her alanı ama her alanı paramparça ediyor. Kalıcı bir hasar bırakmış durumda. Ne imza kmapanyasına imza veren yüz binleri, ne derelerini korumak isteyen köylüleri, ne ormanlara dokunulmamasını isteyen, kentsel dönüşümün sakıncalarını vurgulayan aktivistleri dinliyor. Gözünü diktiği tek şey, sermyenin kârlılığının düşmesini engellemek için yatırım yapmak. Ne dersek diyelim, ekonominin çapı büyüyor ve büyüyen egemen sınıfın enerji ihtiyacı var. AKP, ekolojik dengeyi değil, egemen sınıfın enerji ihtiyaçlarını düşünüp, buna odaklanıyor. Fukuşima'dan sonra nükleer santral yapmak için bu kadar hırslı olmanın, minicik akarsuların bile üzerine HES'ler inşa etmenin başka bir izahı yok. Başbakan farkında değil gibi, "yeşilin hastasıyım" diyor ama yeşili hasta etti.

AKP, tek kelimeyle, doğayı yıkıyor. Bu yıkım durdurulmalı. Gezi direnişi, bu yıkıma karşı müthiş bir protestoydu aynı zamanda. Kapitalizmin güncel vahşeti, kriz kavramının boyutlarını da gelştirmeyi zorunlu kılıyor. İklim krizini içermeyen bir kapitalizmin krizinden söz etmek, artık anlamsız. Biz, kapitalizmin kalbinde, 2008 yılında patlak veren krizi değerlendirirken, çifte krizi vurgulamıştık. Kapitalizmin krizi iklim krizidir, iklim krizi kapitalizmin krizidir. Bu yaklaşımı tüm çevresel yıkım politikalarına doğru genişlettiğimizde, ekolojik sistemi, kentlerin dokusunu koruma mücadelesinin antikapitalizm odaklı bir mücadele olması gerektiği daha rahat kavranır. Biz durdurmazsak, durmayacaklar. ABD'de de, Rusya'da da, İran'da da, Çin'de de, Türkiye'de de. 1990'ların sonunda sahneye çıkan antikapitalist hareketin, "küresel düşün, yerel örgütlen" perspektifiyle harekete geçmek, bugün her zamankinden çok daha acil.

Ortadoğu devrimlerinde de, "İşgal et!" eylemlerinde de, Gezi direnişinde de harekete geçen milyonlarca insan, kapitalizmin çifte krizinin, ekonomik krizinin ve iklim krizinin, insanlığı ve üzerindeki tüm canlı yaşamıya birlikte gezegeni yok olmanın eşiğine getiren bir üretim biçminin son versiyonuna karşı öfkelilerdi. Biz durdurmazsak, durmayacaklar. Durdurmak için, doğrudan eyleme dayalı, milyonlarca aktivisti harekete geçirmeyi hedefleyen ama mutlaka işçi sınıfının kitlesel örgütlenmelerinin hareketin merkezinde olduğu birleşik, yaygın, aralıksız bir mücadele gerekiyor. Burjuvazinin bu gezegene zararlı bir sınıf olduğunu milyonlarca insanın öldüğü savaşlar tarihi kanıtlamadıysa, iklim krizi kanıtladı. Burjuva sınıfı, bu sınıfın her türden fikri, ekonomik örgütlenmesi, gezegene yapışan bir ur gibi. Kesip atmak zorundayız.

2015'e az kaldı. Hükümetin 1915 Ermeni Soykırımı'nı inkâr için devlet kurumlarını seferber ederek bir kampanyaya hazırlandığı biliniyor. Türkiye'de 24 Nisan anmalarını sokakta kitlesel olarak başlatan DSİP, 2015'e nasıl hazırlanıyor?

2015'e tüm siyasi odaklar hazırlanıyor. Devlet hazırlanıyor, devletin derinlerde örgütlenme alşıkanlığına sahip olan kesimleri hazırlanıyor, hükümet hazırlanıyor, dışişleri bürokrasisi hazırlanıyor, soykırımın gerçekleştiğini nihayet anlayan ve özür dileyen sol çevreler hazırlanıyor, faşister hazırlanıyor.

Biz ilk kez, 24 Nisan'da soykırım mağdurlarını Türkiye'de tolumsal muhalefet açısından simgesel bir anlamı olan Taksim Meydanı'nda anmayı düşündüğümüzde, bir dizi tepkiyle karşılaştık. Önceki yıllarda İHD'nin etkinlikleri dışında, kapalı salonlar dışında anmalar gerçekleşmiyordu. Solun gözleri, hemen bir hafta sonra gerçekleşecek 1 Mayıs gösterilerinden başka bir şeyi görmüyordu. Oysa solun devletle hesaplaşmasının ilk adımı, 24 Nisan soykırımıyla önce yüzleşmesi; on yıllardır, 20. yüzyılın bu ilk katliamını nasıl görmezden geldiğiyle hesaplaşması ve soykırımın üzerinde yükselen kemalizmle, sağ ve "sol" siyasi geleneklerin siyasi anlayışıyla mücadeleyi kazanmasıdır. Mevcut devlet, mevcut şiddet, mevcut yalancılık, mevcut sığlık, mevcut sermaye, mevcut travmatik yapı, bir halkın maruz kaldığı soykırımın gizlenerek, yok hükmünde ilan edilerek sürdürülmesinin araçları ve ürünleri.

2000'li yıllar boyunca, soykırımla yüzleşme açısından çok önemli adımlar atıldı. Hrant Dink'in tek kişilik bir parti gibi verdiği mücadele, Agos gazetesinin yayına başlaması, Cemil Çiçek'in "arkadan hançerlediler" diyerek hedef gösterdiği Ermeni Konferansı, Taner Akçam gibi tarihçilerin soykırımı tüm ayrıntılarıyla ortaya seren çalışmalarının yaygınlaşması, okunması, çeşitli kurumların etkinlikeri... Ama ne yazık ki, Ermeni soykırımının milyonlarca insanın gündemine girmesinin nedeni, Hrant Dnk'in alçakça öldürülmesinin ardından yüz binlerce insanın harekete geçmesi oldu.

Biz 2015'e, uluslararası yanı da eşit derecede güçlü olan bir kampanyayla hazırlanıyoruz. Devletin temel olarak soykırımdan dolayı özür dilemesi ve Ermenilerin taleplerinin karşılanması, bu kampanyanın bir yanını oluşturacak; kampanyanın diğer yanını ise, soykırımla toplumsal bir yüzleşmenin yaşanması çabası oluşturacak. Bu yüzleşme çabasının somut göstergesi ise, soykırımı inkâr etmenin insanlık suçu olarak kabul edilmesi ama yasal düzeyde kabul edilmesi kadar, toplumsal olarak kanıksanması olacak. Hâlâ "soykırım yalanı emperyalizmin oyunu" diyebilenlerin solcu sanıldığı, 1 Mayıs bileşenleri arasında yer alan bazı "sol" kurumların 24 Nisan anmalarını basmaya çalıştığı bir durumda olduğumuzu da unutmamak gerekiyor. Bazı "solcusu" 24 Nisan anmasını proteso ederken, faşistlerin, devletin, "Afedersiniz Rum" ara cümleleri kuran başbakana sahip hükümetin, Cemil Çiçekleri başkan yapan Meclis'in, küçük ve kuşkusuz azımsanmayacak bir kesimi Balyoz ve Ergenekon'dan içerde olan derin örgütün Seferberlik Tetkik Kurulu adındaki geniş yapılanma içinde hâlâ çalışmaya devam eden parçalarının neler yapmaya çalışacaklarını ancak tahmin edebilriz. Ama Hrant Dink mücadele bayrağını açtığında, cin şişeden çıkmış oldu bir kere. Bayrağı taşıyıp, 2015 yılında soykırımın tanınması yönünde somut kazanımlar elde edilebileceğini düşünüyorum. Gerçek bir demokratikleşmenin yolu, bu toprakların köklü bir halkının imha edildiğinin kabul edilmesinden geçiyor.

6 ay önce Türkiye tarihinin en büyük protestoları AKP'ye karşı gerçekleşmişken, bugün sokakta kayda değer bir hareket neden yok?

Gezi direnişi gibi hareketler sonsuza kadar süremez. Bu hareketler, ya örgütlü işçi sınıfının kitlesel, yaygın ve radikal bir hareketlenme içine girmesiyle toplumun büyük çoğunluğunun hareketi olma yönünde evrilip çok daha keskin bir viraja girmek zorundadır ya da başarısının sırrı olan kendiliğindenlik, bir aşamada zaafa dönüşerek hareketin geri çekilmesine neden olur.

Hükümetin direnişe hunharca saldırması, hareketin geri çekilmesinde en önemli etken. Gerçekten ağır bir devlet şiddetine maruz kaldık.

Ama başka bir yan daha var: Polisin göstericileri öldürmesi ve onlarca insanın ağır bir şekilde yaralanmasının yarattığı kasvetli hava, hareketin kazandığı gerçeğini gölgeledi. Şunu bir kez daha hep beraber hatırlayalım: Hareket kazandı. Gezi Parkı yerinde duruyor. Hükümet, parkın kaderini referandumla belirleme konusunda geri adım attığında, hareket, ortaya çıkış nedenlerinin en önemlilerinden birisini halletmiş oldu.

Hareketten bugün geriye çok cılızlamış park forumlarının kalmasının nedeni ise, ulusalcıların müdahalesiyle, hareketin bir aşamada ne yapacağını şaşırmaya başlaması. Ulusalcıların harekete ilk müdahalesi, direnişin simgelerinden Sırrı Süreyya Önder'in parka girildikten sonra düzenlenen ilk büyük mitingde konuşmasını engellemeleri oldu. Bazıları "bu konuyu kaşımasanız" diyor ama bence kaşınması gereken bir konu varsa, o da Önder'in konuşturulmamasıdır. Doğu Perinçek'in övgüler düzdüğü Gazdanadam festivali, hareketi Türk bayraklı şova dönüştürmeyi amaçlayan sekter müdahaleler, amacının tam ne olduğu kestirilemeyen eylemler, her eylemde insanların bir öncekinden daha acımasız bir dozajda polis şiddetine maruz kalması, hâlâ uzantıları devam eden gözaltı furyasıyla birleştiğinde, hareket hızla düşüş yaşadı ve hâlâ harekete devam edenler "Hükümeti devirmek" gibi Gezi direnişinin politik içeriğinin çok dışında bir hedefi dayattıkça, harekete katılım daha da azaldı.

Özgürlükçü bir öfke patlaması olan Gezi direnişi, özgürlükçü, antikapitalist, kitlesel bir sol liderlikle koordine edilmediği; ne zaman ileriye fırlayacağı ne zaman geriye çekileceği hızlı, demokratik ve kitlesel tartışmalarla karar altına alınmadığı ve hareket ısrarla toplumun büyük çoğunluğunu kazanmak üzere örgütlü işçi sınıfını hareket geçirmek için çabalamadığında, bugünkü koşullara ulaştık. Ama Gezi'nin etkisini bundan sonraki sayısız mücadelede göreceğiz. Özellikle İstanbul 1 Mayıs'ı, tüm zamanların en kitlesel 1 Mayıs'ı olacak. Biz, bütün şehirlerden milyonlarca insanın Taksim 1 Mayısı'na katılmasının çok önemli olduğunu düşünüyoruz.

Son olarak eklemek istedikleriniz?

Anlattığım tüm bu politik perspektifler doğrultusunda, Devrimci Sosyalist İşçi Partisi (DSİP) olarak 8 Aralık'ta İstanbul'da Genel Konferans'ımızı gerçekleştireceğiz. 2013'ten 2015'e kadar AKP'nin yıkım politikalarına karşı mücadele, çözüm süreci ve Kürt halkının özgürlüğünün kazanılması, Ermeni soykırımının tanınması ve ırkçılığa karşı mücadele, yerel seçimler gibi mücadele başlıklarında ortak tutum alanların özgürlükçü, yeni bir sol alternatifi inşa etmesini yollarını tartışacağız. Hem pazar günü konferansımızda hem de önümüzdeki mücadele döneminde tüm yoldaşlarımızı, DSİP'in dostlarını yanımızda görmek istiyoruz.

SON SAYI