İşçi sınıfının vatanı varmış galiba – Türk solunun milliyetçiliği

ENTERNASYONAL SOSYALİZM
Tipografi
  • Daha Küçük Küçük Orta Büyük Daha Büyük
  • Varsayılan Helvetica Segoe Georgia Times

Roni Margulies

Millî değerlerimizin, tam bağımsızlığımızın ve bölünmez bütünlüğümüzün yılmaz bekçileri olan Türk Silahlı Kuvvetleri’ne karşı Türk solunun geniş kesimlerinde duyulan göz yaşartıcı sevgiyi bilmiyor değildim elbet. Ama AKP hükümetinin erken dönemlerinde açılan Ergenekon ve darbe davaları sonucunda generallerin epeyce bir kısmının cezaevlerine tıkılması karşısında ulusalcıların sergilediği sınırsız öfke, seferberlik ve cazgırlık gerçekten etkileyiciydi. Sanki asker burjuva devletinin değil işçi sınıfının bir unsuruydu! Sanki Lenin devleti en özet şekliyle “silahlı müfrezeler” diye tanımlamamıştı! Sanki Türkiye 12 Eylül darbesini yaşamamıştı!

Darbe sevdalılarının asker sevgisi etkileyiciydi, ama yeni değildi. Bu sevgi en özlü ifadesini 1960’larda İlhan Selçuk’ta bulmuştu: “Nerede ordu sosyalist akımın yanında ise orada sosyalizm gerçekleşiyor, nerede karşısında ise orada faşizm galip geliyor. Ordunun milliyetçi güçler safında yer alacağı konusunda tereddüde düşen sosyalist akım başarıya ulaşamaz. Türkiye’de millî kurtuluş savaşı geleneğinde bir ordu var.” (“Devrim stratejisi üzerine açık oturum”, Ant dergisi, sayı 56, 23.01.1968).

Türkiye’de “ulusalcılık” diye bir kavramın icat edilmesine ihtiyaç duyulmuş olması, zaten tüm diğer verilerden bağımsız olarak bir ilginçlik/gariplik olduğunun göstergesi: Solun bir kesimi has milliyetçilerden, has faşistlerden ve has darbecilerden kendini ayırdedebilmek için Arapça kökenli bir kelime yerine eşanlamlı öztürkçe bir kelime uydurmak zorunda kaldı. Burada açıklanması gereken, gerçekte has milliyetçilerden ayırt edilmesi imkânsız olan bir hareketin varlığı değil, bu hareketin niye kendini has milliyetçilerden ayırt etmek ihtiyacı hissettiği, niye kendini solcu zannettiği.

“Ordunun milliyetçi güçler safında yer alacağı” makul bir düşüncedir. Ama “Ordunun milliyetçi güçler safında yer alacağı konusunda tereddüde düşen sosyalist akım başarıya ulaşamaz” düşüncesini savunan bir kişi, bu düşüncesini niye “sosyalizm” bağlamında savunabilmektedir, niye görüşlerinin “sosyalizm” çerçevesinde yer aldığını düşünebilmekte ve başkalarınca da on yıllarca “sosyalist” olarak algılanabilmektedir?

Veya Attila İlhan 10 Mart 1999’da Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan şu sözlerini anlamak kolay, ama bu sözleri yazan kişinin kendisini “solcu” olarak düşünmesini anlamak çok zor:

“Yön dergisinin, -hiç olmazsa- beş yıllık serüvenindeki ‘köşe taşları’ yazıların yeniden yayınlanması; – hem Sosyalist, hem Kemalist, hem Türkçü kesimden – ‘Ulusal Solcular’ın fevkalade mütecessis ve faal oldukları bugünlerde yayınlanması, ne büyük bir hizmet olurdu!”

Hem “Türkçü kesime dahil” veya “Kemalist” hem de “solcu” nasıl olunabiliyor?

Kemalizm ve Stalinizm

Kısa cevabın iki ayağı var.

Birincisi ayak, Kemalizm’in işgalci güçlere karşı bir Kurtuluş Savaşı vermek zorunda kaldığı için zaman zaman anti-emperyalist bir söylem kullanmış olması ve solculuğu anti-kapitalizm olarak değil anti-emperyalizmden ibaret olarak anlayanların Kemalizm’i (ve dolayısıyla kendilerini) solcu olarak değerlendirebilmesi. Üstelik, emperyalizmi Lenin’den yola çıkarak “kapitalizmin en yüksek aşaması” olarak değil de, “Amerika’nın (veya Batı’nın) diğer ülkelere yaptıkları” şeklinde anlayan kişi anti-emperyalizmi (ve solculuğu) bazen kaba bir yabancı düşmanlığından farksız olan bir anti-Amerikancılığa ve Türkiye’nin millî çıkarlarını savunma refleksine indirger.

İkinci ve ilişkili ayak, Sovyetler Birliği’nde Stalin döneminde Marksizm’in milliyetçiliği içeren bir şekilde yeniden tanımlanmasıyla birlikte, dünyaya sınıfsal değil ulusal gözlüklerle bakanların, yani sosyalizmi anti-kapitalizmden arındırarak sadece anti-emperyalizme indirgeyenlerin de solcu olarak kabul edilebilir hâle gelmesi.

Anti-emperyalizmi Mustafa Kemal’den, Marksizm’i de Stalin Rusya’sından öğrenen bir solun, Kemalizm ile Marksizm’i ne denli kolaylıkla bir araya getirdiğini görmek zor değil.

Burada “Marksizm” derken, Stalinist bürokrasinin 1920’lerin sonlarından, 1930’ların başlarından itibaren kendi çıkarları doğrultusunda yeniden formüle etmeye başladığı “Marksizm”i kastediyorum. Bürokrasi, iktidarını pekiştirme sürecinde, önce “gerçekçileşerek” dünya devriminden vazgeçmiş ve tek ülkede “sosyalizm”i inşa etme yöntemi olarak ulusal kalkınma ve sanayileşme hedefini öne çıkarmış, ardından ve buna uygun olarak, milliyetçiliği Marksizm’in içsel ve doğal bir unsuru olarak teorize etmiştir. Marksist literatüre, bu tarihten itibaren, on yıl öncesinin hiçbir Marksist’inin tanıyamayacağı, “İşçi sınıfının vatanı yoktur” diyen Marx’ın kendisini dehşet içinde bırakacak bir “vatan, millet” söylemi girmiştir. (İlginçtir, komünistlerin övgü vesilesi ettiği gibi, İkinci Dünya Savaşı’nda SSCB’nin Alman faşizmini yenmekte başrolü oynadığı doğrudur, ama Stalinist bürokrasi Sovyet halkını anti-faşizm temelinde değil, “Büyük Yurtsever Savaş” için seferber etmiştir).

Komünizm, 1930lardan başlayarak, proletaryanın iktidarıyla ilgili bir şey olmaktan çıkmış, ulusal sınırlar içinde hızlı sanayileşme (“elektrifikasyon”) anlamına indirgenmiştir. Sovyet devriminin öznesi olan işçi sınıfını iktidardan uzaklaştırarak kendi iktidarını kuran ve büyük kapitalist ülkelerle rekabet içinde olan bir egemen sınıfın temel ihtiyacı, doğal olarak, içe kapanmak, ekonomisini hızla geliştirmek ve silahlanmaktır. Bunun gereklerinden biri sömürü oranlarını, iş disiplinini, üretimi arttırmak için olağanüstü baskıcı bir rejim, diğeri ise bu baskıyı meşrulaştıran bir ulusal gurur, “dünyaya karşı biz”, “vatanını seven komünisttir” söylemidir. Siyasetle 1930’larda, 1940’larda tanışan Türk kömünistleri, bu rejimi “sosyalizm”, bu söylemi “komünizm” olarak öğrenmiştir.

Aynı şey dünyanın her yanında o kuşağın komünistlerinin başına gelmiştir elbet ve resmî komünist partiler bu nedenle politikalarına milliyetçiliği, söylemlerine vatan sevgisini dahil etmiştir. Günümüz komünist partilerinin (ve elbet bizdekilerin) politika ve söyleminde hiçbir şeyin değişmemiş olduğunu söylemeye gerek yok herhalde.

Dünyanın her yanında aynı şey oldu, ama Türkiye’de daha da bir katmerli oldu. Yabancı ordulara karşı savaş vererek kurulan ve “muasır medeniyet” seviyesine çıkma mücadelesi veren Cumhuriyet’in ideolojisiyle, yani Kemalizm’le büyüyen bir genç, Stalinizmin yukarıda özetlediğim öğretileri karşısında hiçbir yabancılık, hiçbir rahatsızlık yaşamayacaktı elbet ve yaşamadı. Suçlamamak gerek o genci: Emperyalist Batı ülkelerine karşı duruş, millî gurur ve ulusal kalkınma telkin eden, sınıf içeriğinden yoksun, militarist ve tepeden inmeci bir “Marksizm” gerçekten de Kemalizm ile çelişmez, büyük ölçüde örtüşür.

Örneğin, Mihri Belli Marksizm’e nasıl vardığını şöyle anlatır: “Mustafa Kemal’in Kurtuluş Savaşı’nın başına geçmek üzere Samsun’a çıkışının tarihi olan 19 Mayıs’ın Gençlik Bayramı olarak ilk kutlanışı 1935 yılında oldu. Okullar ve spor kulüpleri İstanbul’da Fenerbahçe Stadyumu’nda toplandılar. Geçit merasimi orada yapılacaktı. Kolej jimnastik takımı olarak biz de oradaydık. Kol başında ben vardım ve kocaman bir Türk bayrağı taşıyordum… Geçit resminde bizim yerimiz gerilerdeydi. Geldiler, ‘Bayrağın başta geçmesi gerek, bayrağı ver’ dediler. ‘Bayrağı vermem… Bayrağı biz taşırız’ dedim ve direndim… Sonunda… razı oldular. Evet o ilk gençlik bayramında ayyıldızlı al bayrağı kol başında taşıyan ben oldum… O dönemin ulusal gururunu körükleyen sloganlar, bizim duygularımızı da ifade ediyordu. Okul arkadaşlarım için aynı şeyi söyleyemem ama o ulusal gurur beni derin bir anti emperyalist görüşe vardırdı. Oradan da Marksizme zaten bir adım…”.

Yine Mihri Belli 1999’da yayınlanan anılarında şöyle der: “1968’de SBF’de verdiğim ‘Türkiye’de karşıdevrim’ konulu konferansta Kurtuluş Savaşı ruhuna bağlılık anlamında ‘Kemalistlik ile Marksizm arasında aşılmaz duvar yoktur… diye söze başlamış[tım]… Tekrar ediyorum: tutarlı bir Türk yurtseveri, bugünkü dünyada ve Türkiye gibi bir toplumda yurtseverliğine gölge düşürmeyecekse mutlaka, er geç çağımızın devrimci düşüncesini, yani Marksizmi benimsemek zorundadır”.

Günümüzde de, Marksizm hâlâ “yurtseverlik”, “anti-emperyalizm” ve “bağımsızlık” kavramlarıyla iç içe. Rasgele seçersek, işte bir sol partinin Genel Başkan Yardımcısı: “Gerçek anti-emperyalizm ve yurtseverlik ise solun tarihsel damarlarında mevcuttur… 68 kuşağının önderleri iddia edildiği gibi milliyetçi değil anti emperyalisttir. İçsel bir olgu olan emperyalizme karşı savaşımda oligarşi diye nitelendirilen güçlerle tüm Türkiye halklarının ortak mücadelesini savunmuşlardır… Halkın kendi kaderini tayin edemediği, ülke yönetiminde hiçbir şekilde söz sahibi olamadığı, siyasetin emperyalist sistem içerisinde dizayn edildiği bir ortamda hangi demokrasiden söz edilebilir ki? Öyleyse bugün demokrat olmanın koşullarından birisi de bağımsızlıkçı antiemperyalist bir perspektife sahip olmaktır”.

İşte, bizim komünist partilerden biri: “Türkiye Cumhuriyeti, bağımsızlık, egemenlik, laiklik ve halk iradesine dayanma iddiasıyla yola çıktı. Arkalarına bağımsızlık mücadelesinin meşruiyetini alan Kemalist kadrolar, Türkiye Cumhuriyeti’ni ilan ederek tarihsel bir sıçramaya imza atmışlardır. Bu sıçramanın kendisi de, bağımsızlık, egemenlik, laiklik ve halk iradesine dayanma fikri de komünistler için bugün tarihsel değerini fazlasıyla korumaktadır”.

Geçirgen bir çizgi

Yukarıda Yakup Kadri Karaosmanoğlu ve İlhan Selçuk’tan alıntılar yaptım. “Sol” hareketten söz ederken, sosyal demokrasiyi dışarıda bırakıp onun hemen solundan en sola kadar geniş bir yelpaze ele alındığında bile, bu iki ismin dahil olup olmayacağı tartışma konusu edilebilir. Yakup Kadri’nin gençliğinde “bir ihtilalin başına geçmek ve halk kitlelerini bir rüzgârın bir ormanı dalgalandırışı gibi harekete getirmek” istediğini bilen pek az olsa gerek. Ne var ki, ikisi de Türk solundaki ilginç ve önemli bir olguya işaret eden bir özelliğe sahip.

Yakup Kadri 1930’ların Kadro dergisinin, İlhan Selçuk ise 1960’ların Yön dergisinin önemli isimlerinden. Türk solunun en etkin ve nüfuzlu üç dört yayınından ikisi olan bu dergiler, kendilerini aslen Kemalist olarak tanımlayanlarla aslen sosyalist olarak tanımlayanların ortak bir düşünce platformunda ne kadar kolay buluştuklarının, birlikte ne kadar uyumlu çalıştıklarının ve iki grup arasında hiçbir düşünsel çalkantı yaşamadan ne kadar sorunsuz geçiş yapılabildiğinin eşsiz göstergeleri.

Kadro ekibinin kurucu üyesi ve ruhu olan Şevket Süreyya Aydemir’in Moskova’da Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’nde okuduktan ve TKP merkez komitesi üyeliği yaptıktan sonra Kemalizm’in daha da seçkinci, merkeziyetçi, tepeden inmeci bir sürümünün teorisyenliğini yapması; Vedat Nedim Tör’ün TKP Genel Sekreterliği’ne kadar yükseldikten sonra Kadro’nun kurucu nüvesine dahil olması ve ardından Kemalist devletin kültür politikalarının önemli bir ismi olması garip de değil, tutarsız da.

Yön dergisi ise, Kadro’dan çok daha kapsamlı bir biçimde Türk solunun en geniş yelpazesini hiçbir temel çatışma yaşanmadan bir araya getirebilmiştir. Derginin kurucusu, yayın yönetmeni ve başyazarı Doğan Avcıoğlu’nun “Türk ordusu ne Batı’daki örnekler gibi kiralanmış askerlerle ne de gene bazı Batı ülkelerinde olduğu gibi kumanda kademelerinde sadece ve sadece belli asalet sınıflarından harp okuluna alınmış, yetiştirilmiş insanlardan teşekkül etmiştir. Kısacası Türk ordusu halkın ordusudur, halk ordusudur. İlericiliği, Atatürkçülüğü buradan gelir” (“Sosyalist Gerçekçilik”, Yön, Sayı 39, sf. 20) sözlerine belki derginin tüm yazarları ve Yön Bildirgesi’nin tüm imzacıları katılmıyordu, ama “sosyalizm, hürriyet düzeni içinde hızla kalkınmak isteyen memleketimiz için tek çıkar yoldur” görüşüne hepsinin katıldığı, sosyalizmi hepsinin bir kalkınma modeli olarak düşündüğü tahmin edilebilir.

Şevket Süreyya’dan Doğan Avcıoğlu’na, Yakup Kadri’den İlhan Selçuk’a, Mihri Belli’den Erkan Baş’a… bütün bu isimler Türk solunun geniş kesimlerinde Kemalizm ile sosyalizm arasındaki çizginin ne kadar silik ve geçirgen olduğunu simgeler.

Oysa Kemalizm’in ne Marksizm’le alakası var, ne sosyalizmle, ne de solculukla.

Sosyalizm, işçi sınıfının çıkarlarıyla, bugünü ve yarınıyla ilgilidir. Bu ilgi, egemen sınıfların çizdiği millî sınırları tanımaz. Sosyalistler, Türk, Yunan, Ermeni, Kürt ve Zanzibarlı işçilerin çıkarlarının ve geleceğinin aynı olduğuna inanır. Türk işçisiyle Türk işvereninin, Türk işçisiyle Türk orgeneralinin hiçbir ortak çıkarı olmadığına inanır. Sosyalistler, Kürt işçilerinin ulusal baskı görmesine katkıda bulunan veya kayıtsız kalan bir Türk işçi sınıfının kendi özgürlüğünü de hiçbir zaman kazanamayacağına inanır, dolayısıyla “misak-ı milli sınırları”, “ülkenin bütünlüğü”, “vatanın bölünmesi” gibi kavramlar umurlarında bile değildir. “Ülke”, “vatan”, “ulus”, “bayrak” kelimeleri bizim sözlüğümüzde yoktur.

İşçi sınıfının, Türk değil, dünya işçi sınıfının çıkarları için mücadele edene sosyalist denir. Ülkesinin, ulusunun çıkarları için mücadele edene, buyrun seçin, fark etmez, isterseniz ulusalcı, isterseniz milliyetçi denir.

SON SAYI