Krizin faturasını patronlar ödesin!

ENTERNASYONAL SOSYALİZM
Tipografi
  • Daha Küçük Küçük Orta Büyük Daha Büyük
  • Varsayılan Helvetica Segoe Georgia Times

Volkan Akyıldırım

Türkiye kapitalizmine düzülen övgüler yerini telaşa bıraktı. Anlaşıldı ki, yönetenlerin övgüyle bahsettiği ekonomik büyüme aslında devasa bir borç yığınından ibaretmiş.

Türk lirası 2018’in ilk dokuz ayında hızla değer kaybederken, dolarla borçlanan şirketlerin ve bankaların borçları geri ödenemez halde.

Tarihî müttefiki ABD’nin yaptırımlarıyla karşı karşıya kalan Türkiye yönetimi, borç bulmak için kapı kapı dolaşıyor.

Erdoğan kabinesi, şirketlerin ve bankaların devlet teminatı altındaki borçlarını, Yeni Ekonomik Program adı verilen ekonomik saldırı paketi ile işçilere ödetmek istiyor.

Bunu yaparken “Kriz mriz yok”, “Bunlar psikolojik”, “Ekonomik krizden bahsetmek hainliktir” diyorlar. Ancak ekonomik gerçekler gibi hükümetin aldığı olağanüstü tedbirler de yaşanmakta olanın bir kriz olduğunu gösteriyor:

  • Dokuz ayda yüzde 30 yoksullaştık.
  • Eylül ayına gelindiğinde temel gıda fiyatları ve tüm ürünler yüzde 24,5 zamlandı.
  • İstanbul’daki dev imalatçıların faaliyetleri, Ağustos ve Eylül’de üst üste iki kez daraldı.
  • Hem üretim hem de yeni siparişler Eylül ayında da yavaşlamaya devam ederken, yeni ihracat siparişleri hız kaybetti.
  • Ağustos ve Eylül aylarında iki toplu işten çıkarma dalgası yaşandı.
  • Ürün fiyatlarında üst üste ikinci ay olacak şekilde rekor düzeyde artış kaydedildi.
  • Bazı fabrikalarda üretim durdu ya da vardiyalar kaldırıldı.
  • Bir çok büyük firma konkordato ilan etti. Kâğıt üstünde iflas etmeyen şirketlerin sayısının az olduğu söyleniyor.
  • Alışveriş yok, alacaklar alınamıyor, borçlar geri ödenemiyor. Nakit sıkıntısı yaşanıyor.

Liranın krizi

Türk lirası, 2018’in ilk dokuz ayında yüzde 40 değer kaybetti.

Türkiye kapitalizminin bu yılki dış kaynak ihtiyacı 236 milyar dolar. Bunun, 185 milyar doları dış borç ödemesi.

Bir yılda ödenmesi gereken dış borcun 104 milyar doları bankaların, 80 milyar doları şirketlerin, 6 milyar doları genel yönetimin. Dış ticaret açığının 50 milyar doların üzerine çıkmasıyla birlikte kaynak sorunu devasa bir duruma geldi.

Lira’nın her 1 kuruşluk değer kaybı bu borca 1,1 milyar liralık yük anlamına geliyor.

Dolar, dünya kapitalizminin temel para birimi. Yerli para birimleriyle ticaret yapanlar da hesaplamayı dolar üzerinden yapıyor. Doların yükselişi, maliyetleri ve fiyatları artırıyor.

Dövizle borçlanan şirketlerin bu borcu ödeyebilmek için piyasadan durmadan dolar alması nedeniyle, bankalar nakit döviz sıkıntısı çeker hale geldi. Rağbet görmeyen lira hızla değersizleşirken, azalan ve değerlenen dolar yükselmeye devam ediyor.

Yönetime göre lira’daki düşüş, bütünüyle dışarıdan kaynaklı bir saldırının sonucu. Oysa doları lira karşısında yükselten nedenlere bakıldığında, hem küresel hem yerel birçok ekonomik ve siyasi sebep var.

Mart 2018: Ocak başında 3,75 lira olan dolar ilk kez 4 liraya çıktı. ABD merkez bankasının faizleri artırmasıyla, yatırımcılar Türkiye gibi “gelişmekte olan ekonomilerden” çekilip ABD’ye kaçtı. Trump’ın Çin’e karşı ek gümrük vergileriyle ticaret savaşı başlatması, doları yukarı çekti.

Yereldeyse kredi derecelendirme kuruluşlarının Türkiye’nin kredi notunu düşürmesi, ekonomik endişeler, artan dış ticaret açığıyla kendini gösteren kaynak sorunu lirayı değersizleştirdi.

Nisan 2018: Lira’nın değer kaybı devam etti. AKP ve MHP’nin baskın seçim kararıyla gelişen belirsizlik doları yukarıda tuttu.

Mayıs 2018: Dolar, lira karşısında rekor üstüne rekor kırdı, 1 dolar 4,90 liraya ulaştı. Başlıca sebep, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yatırımcıları ikna etmek için gittiği İngiltere’de söyledikleriydi. 15 Mayıs’ta Bloomberg TV kanalında konuşan Erdoğan, başkan olarak para politikalarında daha etkin bir oynayacağını söyleyerek faizleri düşüreceklerini vurguladı. Bu nedenle de İngiltere’den eli boş döndü. Yabancı yatırımcıların kaçışını durdurmak isteyen Merkez Bankası faizleri yüzde 13,5’ten 16,5’e yükseltti.

Haziran-Temmuz 2018: Dolar 4,97 lira oldu. Erdoğan’ın faiz karşıtı söylemlerinin aksine 7 Haziran’da Merkez Bankası faizleri 17,5’e çıkardı. Böylece, Arjantin, Venezuela ve İran’dan sonra Türkiye dünyada en yüksek faiz veren dördüncü devlet oldu. Normalde seçimi kazanan hükümetler, sermaye sınıfına güven verir. 24 Haziran seçimleri sonrası düşmesi beklenen dolar, düşmedi. Yeni rekor, yeni kabinenin açıklanması ile birlikte geldi.

Ağustos 2018: Ayın ilk haftasında dolar 5 lirayken, 10 Ağustos’ta 6,87 TL oldu. 13 Ağustos’ta 7 liraya ulaştı.

Bu hızlı değer kaybının çeşitli sebepleri var: Brunson’un tutukluluğuna karşı Trump’ın iki Türkiyeli bakana yaptırım kararı alması, şirketlerin Eylül ve Ekim ayındaki borç ödemeleri için piyasadan dolar çekmesiyle yaşanan döviz sıkıntısı, Türkiyeli kapitalistlerin desteklediği Berat Albayrak’ın yabancı sermayeyi ikna etmekten uzak açıklamaları.

Merkez Bankası’nın aldığı bazı tedbirler sonucu 5.80 liraya düşürülen, üstüne “saldırı bertaraf edildi” denilen dolar, yeniden tırmanışa geçti.

Eylül 2018: Aya 6,50 liranın üzerinde giren dolar, TCMB’nin yüzde 6,25’lik rekor faiz artırımının ardından 6 liraya indi. Ancak kısa bir süre sonra yeniden yükselişe geçti. 19 Eylül günü hükümetin Orta Vadeli Ekonomik Programı açıklamasından önce 6,35 lira seviyesinde olan dolar, programın açıklanmasının ardından 6,20 liraya geriledi.

24 Eylül’de ABD Dışişleri Bakanı Pompeo’nun ‘Pastör Brunson bu ay serbest kalabilir’ açıklaması ile oluşan hava sonucu ay sonunda dolar 6 liranın biraz altına çekildi.

Ekim 2018: Hükümet «en kötüsü» geride kaldı dedi, Erdoğan kurdaki dalgalanmaları kontrol aldıklarını söyledi. 2 Ekim›de 5,94 liraya inen dolar, 3 Ekim›de beklentilerin üzerinde gelen enflasyon rakamıyla 6 liranın biraz üstüne çıktı. 4 Ekim›de yeniden 6,20 lirayı gördü. Bunun sebebi, ABD›de faizlerin artırılmasının küresel düzeyde dolara rağbeti artırmasıydı. ABD hazine tahvillerindeki küresel satış dalgasının, TL›nin değerini bir günde 20 kuruş düşürmesi, Türkiye kapitalizminin küresel şok dalgaları karşısındaki kırılganlığının devam ettiğini gösterdi.

Radikal faiz artırımı ve ekonomik saldırı programına rağmen, küresel finans sermayesinin Türkiye›den kaçışı devam ederken, TL değer kaybetmeye devam ediyor. Dokuz ayda olanlar gösteriyor ki liranın değer kaybı, borçlanmaya dayalı ekonominin kaynak krizi ve siyasî krizlerle istikrarsızlıkların iç içe geçmesinin bir sonucu.

Borç bataklığı

Liranın değer kaybedişi, dolarla borçlanıp lirayla satış yapan şirketleri ve borçlu oldukları bankaları etkiliyor.

Borçların geri ödenip ödenemeyeceği, yeni borçların nasıl bulunacağı bugün yaşanan ekonomik gerilimin başlıca sebebi.

Holdingler borçlarının yapılandırılması için kuyruğa girdi. Yirmi yıl boyunca elde ettikleri devasa serveti bir yana koymuşken, şimdi borçlarının maliyetini topluma ödettirmek istiyorlar.

Milyonlarca emekçi ise bankalarla boğuşurken, şimdi işlerini kaybetme korkusu yaşıyor. OHAL döneminde toplu işten çıkarmalar ve yeni yasalarla kurumlara üç yıl boyunca ihraç yetkisinin verilmiş olması işsiz kalma endişesini daha da artırıyor.

Yaşanmakta olan, birçok güncel siyasî ve ekonomik gelişmeye bağlı olarak Türkiye kapitalizminin borç sorununun kronikleşmesidir.

  • 2017’de 3,1 trilyon liralık gayri safi yurtiçi hasıla elde edilirken, kapitalistlerin iç ve dış borçları 2,2 trilyon liraya ulaştı.
  • Dev holdinglerden orta ve küçük ölçekli işletmelere, şirketlerin bankalara olan kredi borçları da 1,8 trilyon lirayı buldu.
  • Bireysel borçlar, Mayıs itibarıyla 510 milyar lira oldu. 32 milyon kişi, kredi kartları yüzünden bankalara borçlu. 7 milyon kişi icralık olurken, 25 milyon kişi davalık durumda.
  • Türk şirketlerinin Eylül’de 6 milyar dolar, Ekim’de 9 milyar dolar dış borç geri ödemesi gerekiyor. Gelecek yıl sonuna kadar ödenmesi gereken borcun tutarı 69,5 milyar dolar. Bu borcun 51 milyar doları bankalara, 18,5 milyar doları sanayi şirketlerine ait.
  • Hazine’nin iç borçları Haziran ayı itibarıyla yılbaşınagöre 25,8 milyar lira artarak 561 milyar liraya yükseldi. Hazine’nin dış borçları yılbaşına göre 68 milyar lira arttı ve 409 milyar liraya ulaştı.
  • Bugün itibarı ile kamu ve özel sektörün toplam borcu, 3,9 trilyon liraya çıkmış, yani Türkiye’nin millî gelirini aşmış durumda.
  • 2002’de 359 milyar lira olan iç ve dış borçlar, 2009 yılında üç kat artarak 1 trilyon liraya çıkmıştı. 2009’dan 2017’ye kadar toplam borç yine üç kat artarak 3,6 trilyon liraya ulaştı.

Sermayenin programı

Patronlar ne zaman kriz yaratsa, hükümetler onları kurtarmak için seferber olur. Faturayı ekonomik saldırılarla emekçi sınıflara çıkartırlar. Krizi reddetmeyi sürdüren Erdoğan kabinesinin Yeni Ekonomik Programı da bunlardan birisidir. YEP denilen ekonomik saldırı ve kesintiler paketi, IMF’siz bir IMF programıdır. Üç yıl uygulanacağı söylenen bu program, bankaları kurtarmayı merkezine koyarken, şirketlerin yarattığı krizin faturasını emekçi sınıflara ödetmek istiyor.

Kemer sıkma: Kesintiler kamu harcamalarından başladı. Hükümet, bütçenin bir dizi kaleminde kesintiye giderek 31 milyar lira tasarruf edeceğini söylüyor. Bunun 2 milyar lirası direkt sosyal güvenliğe ayrılan paydan kesildi. Ekim ayında meclise sunulacak 2019 bütçesinde sosyal harcamalar, her IMF programında olduğu gibi, budanacak.

Yeni vergiler: Türkiye’de toplam vergi gelirlerinin yüzden 60’tan fazlası emekçilerden kesilenler. Hükümet, patronlardan aldığı az vergiyi artırmak yerine “tabana yaymak” istiyor. YEP, çok küçük esnaf, emeklikler, vakıflar, dernekler gibi vergiden muaf kesimlerin muafiyetini kaldırmakla işe başlayıp, bir dizi yeni vergi getirecek.

Zorunlu BES: Otomatik Bireysel Emeklilik Sigortasını zorunlu hale getirildi. Her ay maaşlarımızdan belli bir miktar kesilip, emeklilik şirketlerine gönderilecek. Çalışanlar, patronlar tarafından dahil edildikleri sistemden üç yıl boyunca çıkamayacak. Kamu ve özel sektörde, 45 yaş altı tüm çalışanların işverenleri tarafından BES’e dahil edilmesini sağlayan otomatik katılım, 2017’de başlamıştı. İki yılda 12 milyona yakın çalışan sisteme giriş yaptı, bunların yüzde 60’a yakınıysa çıktı. İşçilerin çoğunluğunun istememesine rağmen BES artık zorunlu! Maaşlarımızdan yapılan kesintiler, dev sigorta şirketlerinden oluşan Türkiye Reasürans Havuzu’na akacak. Bu havuz patronların sigortaya kolay ve ucuz ulaşmasını sağlayacak.

Kıdem tazminatlarımıza göz diktiler: Erdoğan kabinesi, kıdem tazminatı yasasındaki değişiklikleri üç yıl içinde gerçekleştireceğini ilan etti. Daha önce de gündeme getirdikleri, kıdem tazminatlarının bir fona aktarılmasıydı.

Sendikalar, hükümetin kıdem tazminatı hakkını koruyan kanunu değiştirmesine karşı çıkmış, “bu kırmızı çizgimizdir ve grev sebebidir” demişti. Kıdem tazminatını ödemek istemeyen patronlar, eski ya da yeni kendilerini bağlayıcı kılan her yasaya karşı oldukları için, hükümetin bu değişiklik önerisini desteklememişti. İki tarafın da istememesine rağmen hükümetin kıdem tazminatını kaldırmaktaki ısrarını anlamak için İşsizlik Fonu’nun başına gelenlere bakmak gerekir. İşçilerin maaşlarından kesintilerle oluşturulan bu fonun amacının, işsizlere maaş ödemek olduğu söylense de, işsizlerin küçük bir bölümü bu haktan yararlanabildi. Fonda biriken paradan 11 milyar liranın üç kamu bankasına aktarıldığı ortaya çıktı. Yasadaki değişiklikle kazanılmış bir hak olmaktan çıkartılmak istenen kıdem tazminatları da bir fona aktarılıp, bankalara ve şirketlere kaynak haline getirilmek isteniyor.

Kuralsız, iş güvenliksiz, düşük ücretle çalışma: Hükümet üç yıl içinde kamuda esnek çalışmaya gidileceğini, böylece 2 milyon kişinin istihdam edileceğini söylüyor. “Memur evden çalışacak”, “yarı zamanlı çalışarak kendini geliştirmeye zaman ayıracak” gibi argümanlarla pazarlanan esnek çalışma, işçilerin uzun mücadeleler sonucu elde ettiği kazanımların hiçe sayıldığı kuralsızlık dayatmasıdır.

Kamuda işe alınacaklar, önceki çalışanların haklarından faydalanmayacağı gibi ayrı ücretlere tabi olacak. 657 sayılı kanunla korunan iş güvenliğinden yararlanamayacak. Performans sistemiyle, çalışanlar birbirlerinin rakipleri haline getirilecek ve iş yükü artacak.

Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’ın paketinde artan geçim sıkıntısı ve işten atılma korkusuyla yaşayan milyonlarca emekçinin koşullarını iyileştirme yönünde hiçbir karar yok.

Şirketlerin, bankaların, devletin borçlarını topluma ödetmek isteyen YEP, Türkiye›nin zenginlerinin örgütü TÜSİAD›dan başlayarak tüm kapitalist örgütler tarafından destekleniyor. Ancak bu istikrar programı, her ay 10-15 milyar dolar gibi bir dış kaynakla dönen Türkiye kapitalizmine yatırım için küresel finans çevrelerini ikna edememiş durumda.

Krizin ekonomik temelleri

Borç batağı, ABD-Türkiye arasındaki gerilimin doruğa çıktığı son iki yılda oluşmadı. Liranın düşüşüne yol açan sebepler çok daha köklüdür.

Bugün yaşananlar, Türkiye kapitalizminin yapısal sorunu olan “kaynak” krizinin kendini tekrar göstermesidir.

Çok övülen ekonominin çarkları dışarıdan alınan borçlarla döner. Ne zaman borçların ödenmesi zora girse, dış kaynak bulunamasa, o zaman kriz feryatları başlar.

Bu kriz, dış kredilere dayalı ekonomik büyümenin, günümüz dünyasının siyasî koşullarında imkânsız hale gelmesi sonucu ortaya çıktı.

Küresel sistemden gelen sıcak para sayesinde 2002- 2013 yılları arasındaki dönemde bankalar kredi musluklarını açtı. En büyüğünden en küçüğüne kapitalistler dolar üzerinden borçlandıkça borçlandı. Kredi borcunu ödemek için yeni krediler alındı. Ellerinde çok büyük fonlar toplayan bankalar, bu parayı satmak için her türlü yola başvurdular. Çalışanlara verilen kredi kartları, tüketici ve ev kredileri ile borçlar tüm topluma yayıldı.

Fakat 2013 yılından itibaren dünyada işler değişti. ABD Merkez Bankası (FED), doları güçlendirip faizleri artırdığında burayı “güvenli liman” olarak gören yatırımcılar, Türkiye gibi ülkelerden çekilmeye başladılar.

2018 yılı başında kredi muslukları tamamen kapandı.

Yabancı sermaye kaçışı devam ederken Türkiye kapitalizmi dış kaynak bulamaz hale geldi. Kur baskısı ve borç sorunu elbette Türkiye’ye özgü değildir. Güçlü dolardan, ABD’nin yüksek faiz politikasından ve ticaret savaşlarıyla keskinleşen rekabetten birçok benzer ekonomi ve para birimi etkileniyor. Fakat en fazla etkilenen ve krize giren Türkiye kapitalizmidir.

ABD yönetimi, ticaret savaşlarına devam ederken FED kademeli faiz artışlarının ve güçlü dolar politikasının devam edeceğini ilan etti. Bu Türkiye kapitalizminin kaynak bulma sorununun devam edeceği anlamına geliyor.

Krizin faturasını emekçilerden çıkartma konusunda somut kararları içeren hükümetin ekonomik programında, krizin başlıca ekonomik sebebine ise çözüm yok!

Krizin siyasî temelleri

Yabancı sermaye dünyada en yüksek faiz veren ülkelerden biri olan Türkiye’den niye kaçıyor?

İlk elde şu sebepler sayılabilir: OHAL yönetiminden başkanlığa geçişin yarattığı belirsizlik, baskın seçimin yarattığı istikrarsızlık ve öngörülemezlik, Türkiye hükümetinin ABD ve AB ile kavgalı hale gelişi, baskıcı yönelimler, Kürt sorununda politika değiştirilmesi, Suriye savaşına katılmak, antidemokratik uygulamalar...

Türkiye kapitalizminin bağımlı olduğu ABD ve Avrupa ile yaşanan siyasî kavganın maliyeti ortaya çıkmış durumda. 

Müttefiklerine ve düşmanlarına ticaret savaşları açan Trump yönetiminin “ulusal güvenliği tehdit eden ülke” gerekçesiyle iki Türk bakana yaptırım kararı ve metal sektörüne devasa ek gümrük vergileri ilan etmesi, bozulan ekonomiyi daha da berbat ediyor.

Pastör Brunson’un tutukluluğunun devam ettirilmesi görünür sebep. Trump yönetiminin Türkiye’yi hedef tahtasına oturtmasının başlıca sebepleriyse Türkiye’nin Katar’a verdiği destek, İran’la ekonomik ve siyasî ilişkileri ve Rusya’dan S-400 füze sistemini alması.

ABD’nin yaptırımlarına maruz kalan devletler ağır ekonomik darbeler yerken, oluşturulan abluka kredi kaynaklarını kısıtlıyor. NATO üyesi ve Batı kapitalizminin parçası olan Türkiye’nin ABD ile çatışması, yönetenleri başka kaynaklar bulmaya, yeni ittifaklara zorluyor.

Biri malî diğeri siyasî iki kriz iç içe geçmiş durumda. ABD’nin yaptırımları sorunu daha da derinleştiriyor.

Yaptırımların haksızlığı kadar, emperyalizmin krizinden faydalanarak Türkiye kapitalizmini bölgesel bir güç haline getirmeyi hedefleyen yerli-milli politikaların yarattığı hasar ortadadır. Tam da bu yüzden dün “Nazi artığı” ilan edilen Avrupa Birliği ile ilişkiler düzeltilmek isteniyor.

Ekonomik darbe peşinde olduğu söylenen Trump yönetimiyle pazarlıklar devam ettiriliyor. Bütün bunlar büyük bir belirsizlik yaratıyor.

Liyakat sorunu mu?

2001 ekonomik krizi, dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in Başbakan Bülent Ecevit’e anayasa kitapçığı fırlatmasıyla tetiklenmişti. 2018 krizini ise Erdoğan’ın Bloomberg TV’de yaptığı faiz karşıtı konuşmalar tetikledi.

Buna rağmen, bugün yaşanmakta olan ekonomik kriz, basitçe bir liyakat sorunu, ekonomiyi bilmeyen, piyasalara güven vermeyen kişilerin bireysel yetersizlik ve beceriksizliklerinin sonucu değil.

Merkez Bankası’nın başına “A” değil “B” kişisi geçseydi sonuç değişmeyecekti. Benzer bir krizi eş zamanlı yaşayan Arjantin yönetimi, faizleri ciddi oranda artırdığı halde kredi bulamadı ve kendi para birimi peso’nun düşüşü devam etti. Arjantin yeniden IMF ile anlaşmak zorunda kaldı.

AKP, küresel sermayenin ekonomik politikalarını capitalist sınıfın tüm kanatlarının çıkarlarına uygun, kendi zenginlerini de yaratarak uyguladı. Bu yüzden yaşanan ekonomik durumun başlıca sorumlusu Erdoğan yönetimi ve AKP’dir.

Fakat yıllardır uygulanan Kemal Derviş programı TÜSİAD’dan muhalefet partilerine kadar geniş bir yelpaze tarafından benimsendi.

Türkiye’yi borç batağına sürükleyen, IMF’nin kapısına yeniden iten, bu politikalardır.

Mesele liyakat sorunu değil, zengini daha zengin etmeye dayalı küresel kapitalizmin borçlanma kısır döngüsü.

Sorunu liyakat meselesi olarak koyanlar, piyasaların insafsızlığını bir veri olarak kabul etmiş olurlar. İşçilerin çözümü piyasalarla bir olamaz.

Erdoğan hükümeti ve Merkez Bankası radikal faiz artırımı ve ekonomik saldırı programı YEP ile piyasaların isteklerini yerine getirdi. Sanayi ve Ekonomi Bakanlığı Mc Kinsey adlı ABD’li yatırım-finans şirketiyle anlaştı. Mc Kinsey kararı, hükümetin “ABD’ye karşı anti-emperyalist kurtuluş savaşı veriyoruz” söylemlerini bir anda boşa çıkarttı. AKP çevrelerinde bile tepkiyle karşılanan karar, Erdoğan tarafından iptal edildi. Ardından enflasyon verilerini yayınlayan TÜİK yöneticisi görevden alındı.

Alınan ekonomik tedbirler krize çözüm yaratmamışken, çok güvenli konuşan yönetenlerin aldığı yanlış kararların krizleri daha büyüttüğü bilinen bir gerçektir.

IMF çözüm olamaz

Küresel finans sisteminin örgütü olan IMF’nin vereceği krediler ve uygulanmasını istediği ekonomik program,

milyonlarca işçinin aleyhinedir. IMF, 1997’de Asya’da benzer şekilde malî krize giren ekonomilere bir çözüm olmadı. 1994 krizinden sonar uygulanan IMF programları Türkiye’de ve Arjantin’de başarısız oldu, Kemal Derviş’in IMF-Dünya Bankası programı yeni bir garabet yarattı.

IMF’nin neler yapabileceğini Yunanistan gösteriyor. Yunanistan’da sekiz yıldır uygulanan “kurtarma paketi” sonucu borç yükü halkın sırtına yıkıldı. Krizin faturası kendisine çıkartılan Yunan halkı yoksullaştırıldı. Yunanistan 2060 yılına kadar Avrupa Birliği ve IMF’ye borç ödeyecek. Borçların geri ödenebilmesi için IMF’nin istediği gibi bütçeler yapılacak. Bu, işçilerin aleyhine ekonomik politikaların kurumsallaşması anlamına geliyor.

Önceki krizler ve acı reçeteler

Türkiye’nin 1994 yılında kredi notunun düşürülmesiyle başlayan malî kriz, dönemin hükümetini IMF ile anlaşmaya itti. Anlaşmanın bedeli, emekçiler için korkunç oldu. Başbakan Tansu Çiller, krize neden olan şeyin meyvelerinden zamanında hepimizin faydalandığını ve şimdi bunun bedelini hep birlikte ödememiz gerektiğini açıklıyordu. Fedakârlık istiyordu, kemer sıkmamızı istiyordu.

Bir yıl sonra patronlar örgütü TÜSİAD dönemin hükümetinin attığı adımların doğru ama yetersiz olduğunu söylemişti. TÜSİAD daha sert önlemler istiyordu.

Krizi bahane olarak kullanıp, acı reçeteyle o güne kadar yapılmasını istediği ama gerçekleşmeyen yaptırımların uygulanmasını istiyordu.

Yönetenler, “5 Nisan ekonomik kararları” ile krizin faturasını emekçilere çıkardı:

  • İşçi ve memur maaş ödemelerinin mevcut bütçe ödenekleriyle sınırlı tutulması kararlaştırıldı;
  • İşçilerin fazla mesai ücretleri yüzde 50 kısıldı;
  • Kamuda personel alımı donduruldu;
  • Emekliliğe hak kazandıran prim gün sayısının, belli bir geçiş süresi tanınarak, sigortalı kadın işçi için 7200, sigortalı erkek işçi için 9000 güne çıkarılması için çalışmalara başlanması kararlaştırıldı;
  • Bir yıl içinde Erdemir, TÜPRAŞ, Petrol Ofisi, Petkim, THY-Turban, Havaş ve Ditaş’ın kısmen veya tamamen özelleştirilmesine karar verildi;
  • } Bir milyon işçiyi işten çıkartacak olan süreç başladı. İşsizlik çığ gibi büyüdü. Bir yıl içinde önce zorunlu ve erken emeklilik uygulandı. Hemen ardından emeklilik yaşı yükseltilerek işçilerin “mezarda emeklilik yasası” dediği uygulama devreye sokuldu;
  • Sendikaların gücü kırıldı ve üzerlerindeki baskı artırıldı;
  • Enflasyon yüzde 150’ye fırladı.
  • İşçilerin gerçek ücretleri yüzde 40’tan fazla değer kaybetti.

5 Nisan 1994 kararları “Acı reçete” laflarıyla devreye sokuldu, ama acı ilacı sadece işçi ve emekçiler içmek zorunda kaldı. IMF, patronlar ve hükümet, etkisi bugünlerde hâlâ süren özelleştirme gibi hamlelerle işçi sınıfının kazanılmış haklarına çok ağır bir saldırıda bulundu.

En büyük kriz: 2001

Asya’da 1997’de yaşanan krizin bulaşıcı etkisi, 1999’da Türkiye’de hissedilmeye başlandı.

Yüksek faiz oranları, yüksek enflasyon ve yüksek kamu açığı sorunu kendisini göstermişti. Bu sorunlar 2001 krizini tetiklemede başrolü oynayacaktı.

IMF, 1999 yılında yeni bir program başlattı. Tüm IMF programları gibi bu da “malî disiplin” adı altında kamu harcamalarının kısılmasını ve “yapısal reformlar” denerek işçi sınıfının haklarına saldırıyı hedefliyordu.

Öncelikle emeklilik yaşı uzatıldı. Döviz kuru istikrarlı hale getirilerek enflasyonun düşürülmesi hedeflendi.

Emeklilik yaşının uzatılması girişimi işçiler tarafından “mezarda emeklilik yasası” olarak adlandırıldı, kitlesel protestolar örgütlendi. 1999 Temmuz’unda Ankara’da mezarda emeklilik yasasına karşı 500 bin işçinin katılımıyla miting gerçekleşti.

Bu miting hükümete geri adım attırmayı başarmak üzereydi. Fakat 1999 Gölcük depremi, hükümete arayıp da bulamadığı fırsatı verdi. Depremde on binlerce insan ölmüşken, hükümet ölümleri, yası ve tüm yoksulların depremin hasarlarını atlatmak için içine girdiği dayanışma süreçlerini kendisi açısından fırsata çevirerek yasayı geçirdi. DSP-ANAP-MHP hükümeti, binlerce yoksul toprağın altındayken, çalışanların mezarda emekliliğini amaçlayan yasayı meclisten geçirdi. Bu fırsatçılığıyla da hükümet tarihe geçti.

2001 yılına gelindiğinde dönemin başbakanı ve cumhurbaşkanı arasında yaşanan tartışma sonucu kriz yeniden patlak verdi.

  • Halk bir gecede yüzde 25 fakirleşti;
  • Gecelik faizler yüzde 7500 seviyelerine tırmandı, borsa çöktü.;
  • Haftalarca gösteriler, protestolar ve çatışmalar yaşandı.

Esnaf eylemleri adı verilen eylemler tüm şehirlere yayıldı.

Bunun üzerine, ekonominin yönetimi Kemal Derviş’e teslim edildi. Derviş, IMF’yle anlaşma imzaladı ve bu anlaşmaların şu sonuçları oldu:

  • Türk parası ortalama yüzde 30 oranında değer kaybetti;
  • Millî gelir azaldı, halk yüzde 30 yoksullaştı;
  • Krizde toplumun çok büyük bir kesimi kaybetmesine rağmen, çok küçük bir kesim (elinde döviz bulunduran ve repo yapanlar) kazançlı çıktı.* Gelir dağılımındaki dengesizlik iyice büyüdü;
  • Kişi başına düşen borç miktarı 2000 yılı sonu itibariyle 2.500 dolar iken, liranın devalüasyonu sonucu yaklaşık 950 dolar daha kişi başına borç yüklendi ve kişi başına düşen borç miktarı 3.400 dolar oldu;
  • Yabancı sermaye kaçtı;
  • Dış ticaret açığı ve yüksek enflasyon devam etti;
  • Dolar bir gecede yüzde 40 oranında değer kazandı;
  • Faiz oranları yüzde 75’e fırladı. İki günde bankaları vuran yüzde 57’ye varan devalüasyon yaşandı;
  • Enflasyon yüzde 70 oranında arttı;
  • Bankacılık sistemi çöktü. 21 Şubat 2001 krizi döneminde 23 banka battı, tamamının yönetim ve denetimi TMSF kontrolüne geçti. 2001 bankacılık krizi devlete (kamu bankalarınınki hariç) 60 milyar dolara mal oldu.
  • Ekonomi yüzde 8,5 oranında küçüldü;
  • 15 bine yakın şirket iflas etti;
  • 1,5 milyon kişi işsiz kaldı.

Kara Çarşamba, o güne kadar Cumhuriyet tarihinde yaşanan en büyük ekonomik kriz olarak sisteme çok büyük bir şiddetle çarptı. DSP-ANAP-MHP koalisyonu, koalisyonlar döneminin sonu oldu.

AKP işte bu ekonomik, siyasal ve sosyal istikrarsızlık koşullarının bir ürünü olarak, siyasal alternatiflerin her birinin teker teker dağıldığı ve krize yanıt veremediği koşullarda, bir alternatif olarak öne çıktı ve 2001 Aralık ayındaki ilk seçimlerde mecliste çoğunluğu kazandı.

Daha sonra IMF’yle bağı kopartmakla övünse de, AKP iktidarları Kemal Derviş’in IMF’yle yaptığı anlaşmaları, ekonomi siyasetinin merkezine aldı. 2018’de patlak veren borç krizi, AKP tarafından uygulanan sermaye politikalarının sonucudur.

1994 ve 2001’de yaşananlar gösteriyor ki yönetenlerin tercihi, ister IMF’li ister IMF’siz, krizin faturasını halka ödetmek olmuştur. Erdoğan yönetiminin, şimdi patronların istekleri doğrultusunda oluşturduğu ekonomi programı da bunu hedefleyecek.

Antikapitalist çözüm var!

Patronların acı ilacından başka bir yol var. Bankaların ve 500 büyük şirketin bir yıllık geliri, Türkiye’nin döviz sıkıntısını çözmeye yeter. Herkesten kazandığı oranda vergi alınsa, bu gelir devletin kasasını doldurmaya yeter.

Kanal İstanbul, nükleer santraller büyük israflardır. Bu tür israflardan vazgeçilirse eğitim, sağlık ve ücretlerden kesinti yapmaya gerek kalmaz. Krizin faturasını şirketlere ve bankalara ödetmek için birleşmekten, çoğunluğun çıkarları için mücadele etmekten başka yol yok.

Ekonomik saldırıya hayır!

Liranın dolar karşısında yaşadığı hızlı değer kaybının, fakirleşmenin, kurdaki oynamaların sorumlusu işçiler değildir. Cirosu 53 milyar 948 milyon 110 bin lira olan TÜPRAŞ’la 1063 lira asgari ücret alan bir işçi neden aynı faturayı ödesin ki?

Krizi kim çıkardıysa faturayı onlar ödemelidir!

Taleplerimiz:

  • Dev şirketlerin gelirleri, borçları ödemeye yeter. Fedakârlığı holdingler yapsın.
  • Herkes servetine göre vergi ödesin. Zenginler vergilendirilsin.
  • Yoksulluk sınırının altındakilerden gelir vergisi alınmasın.
  • Temel gıda ürünleri için tavan fiyat belirlensin, gıda ürünlerinin fiyatları düşürülsün.
  • Temel ihtiyaç maddelerindeki KDV kaldırılsın.
  • Ücretlere derhal enflasyon oranında zam yapılsın. İnsanca yaşayacak asgari ücret istiyoruz.
  • Emekçilerin banka borçları silinsin! Fedakârlığı bankalar yapsın.
  • İşten çıkarmalara hayır!
  • Sağlık ve eğitimde, kamu çalışanları ve emeklilerin maaşlarında kesintilere hayır! Sosyal harcamalarda kesintilere hayır!
  • Tazminat hakkına hiçbir şekilde dokunulmasın.
  • Grev yasaklarına hayır!
  • Dış politikada gerilim yerini barışçıl politikalara bıraksın. Silahlanmaya değil emekçiye bütçe!
  • İşçileri bölen kutuplaştırıcı siyasetlere hayır!

Birleşen işçiler yenilmez!

  • Sendikalar ortak taleplerimiz için birleşin. Emek Platformu hemen şimdi kurulsun!
  • Patronların isteklerinin ortalığı kapladığı bugün, işçilerin talepleri de duyulmalıdır. İşyerlerinde, işkollarında, her sektörde birleşik mücadeleye!

Hepimiz aynı gemide miyiz?

Ekonomik kriz dönemlerinde her zaman aynı yaygara kopar. Bir yandan patronlar, bankacılar, iş dünyasının temsilcileri, bir yandan da hükümet sözcüleri ve medya, hep bir ağızdan aynı lafları tekrarlar: “Hepimiz aynı gemideyiz. Vatanı ve ekonomiyi kurtarmak için hepimiz dişlerimizi sıkıp fedakârlık etmeliyiz.”

Bu laflar birçok kişiye mantıklı gelir. “Türkiye bir bütündür, ekonomi kötüye gittiğinde herkes etkilenir, demek ki hep beraber fedakârlık etmeliyiz.” Değil mi?

Değil. Niye değil?

Birincisi, hepimiz aynı sınırlar içinde yaşıyor olabiliriz, ama ekonomide hepimiz aynı konumda değiliz. Bazılarının büyük servetleri var, bankalarda büyük paraları var ve en kötü ekonomik koşullarda bile büyük gelirleri var.

Büyük çoğunluğumuz ise, zaten kriz olmadığında bile ay sonunu zor getiriyoruz. Ayda 1500 lira alan bir işçi için fedakârlık demek aç kalmak demektir.

İkincisi, zaten krize karşı uygulanan politikalar hiçbir ülkede hiçbir zaman herkesi aynı şekilde etkilemez. Kamu çalışanları işinden atılır, patronlar atılmaz. İşçilerin ücretleri kesilir veya dondurulur, zenginlerin gelirine dokunulmaz.

Devletin sosyal harcamaları kısılır, bu harcamalardan yararlanan emekçiler zararlı çıkar, patronların zaten umurunda değildir. Fiyatlar artar ve herkes etkilenir, ama geliri 1500 lira olan mı daha çok etkilenir, bankalarda milyonlarca lirası olan mı?

Üçüncüsü de şu: Krizin sebebi, bankaların ve şirketlerin yıllardır dolar cinsinden borç alıyor olması. Şimdi fedakârlık yapması istenen herhangi bir işçi, emekçi veya yoksul kişi herhangi bir dolar borcu aldı mı? Alınan o borçlar bize mi harcandı? Hayır. O borçları alan patronlar ve bankalar yıllarca kârlarına kâr kattılar. Kârlarını bize mi dağıttılar? Hayır. Kâr ederken iyiydi de, borçlarını ödeyemez hâle gelince mi aynı gemide olduğumuzu hatırladılar!

Aynı gemide değiliz. Borçları kim aldıysa, o borçları kullanıp kim kâr ettiyse, krizin faturasını da onlar ödemelidir. Vatan millet edebiyatına karnımız tok.

Göçmen işçiler krizin sorumlusu değildir

Suriyeli göçmenlerin düşük ücretlere çalışarak bizi işsiz bıraktığı yönündeki fikirler, patronların fakirleşmemizdeki rolünü görmemizi engelleme, bunun yerine farklı halklardan emekçileri birbirine düşman etme amacı güdüyor.

Evini ve tüm hayatını geride bırakarak savaştan kaçıp Türkiye’ye gelen Suriyeliler, yaşayabilmek için en kötü işlerde en düşük ücretlerle çalışmak zorunda bırakılıyor. Onların çaresizliğinden faydalanan patronlar, Türkiyeli işçilere vereceklerinden daha düşük ücrete, güvencesiz ve kayıt dışı olarak Suriyeli işçiler çalıştırıyor.

Burada suçlu, göçmen işçiler değildir. Türkiyeli işçilerin yerine onlar işe alınıyor, ancak onlar da Türkiyeli işçinin alacağından daha düşük fiyata, daha kötü koşullarda çalışmak zorunda kalıyor. Hem Türkiyeli hem Suriyeli emekçiler kaybederken, patronlar kazanıyor.

Çözüm, Suriyelilerin de Türkiyelilerle aynı statü ve haklara sahip olmasından geçiyor. Böyle olduğunda Suriyelilerin de emek pazarına eşit koşullarda katılması sağlanacak. Türkiyeli ve Suriyeli emekçiler arasındaki ayırım yok olurken, patronlara karşı ortak bir mücadele yürütebilmemizin yolu açılacak. 

Türkiye ekonomisinde ve çalışma hayatında meydana gelen sorunların sorumlusu, canlarını kurtarmak için kaçtıkları bir ülkede sefalet koşullarında yaşayan insanlar değildir.

Suçlular, kriz ortamından hemen önce, 2017’de şirket kârlarını yüzde 52 oranında artıran zenginlerdir. Türkiyeli işçileri de Suriyeli göçmenleri de sömüren onlardır.

  • Sigortasız çalıştırmaya hayır!
  • Eşit işe eşit ücret!
  • Sendikalarda birleşelim!
  • Irkçılığa karşı göçmenlerle dayanışmaya!

 

Enternasyonal Sosyalizm - Ekim 2018

SON SAYI